Toplumun değer yargılarını eleştirirken, kullandığımız ölçütler/kavramlar içinde belki de en farklı/dikkât çekici olanı, en başta geleni, ‘‘irtica’’ oluyor.
Nedeni pek bilinemez, ama işte size “dincilik” yakıştırmasıyla ve baskısıyla uygulanan insanlık dışı bir ayrımcılık örneği.
Sorun ‘‘Din’’ olduğu için her nedense, ondan ‘‘irtica bahanesiyle’’ uzak durmayı yeğleyen bu katı, anlaşılmaz tutumun kendine göre çeşitli mazeretleri olabilir.
Ne var ki, bu çalkantılı yönleniş (kaçış demek daha doğru olur) sadece bununla kalmıyor. Kendimiz/yaşamımız için tehlike olarak gördüğümüz bu olgunun ortaya çıkma olasılığından ürküyor, dünyevî değerler içinde kurduğumuz, hayal ettiğimiz şeylerin konforu bozulabilir endişesi yüzünden âdeta ‘‘psikolojik’’ bunalım içine giriyoruz.
Ve sonrasında bir akıl yürütme biçimi ile hiçbir mistik olayı ciddîye almıyoruz. Ya bilimsel bulmuyor, ona karşı güvensizlik duyuyor ya da tüm uyarılara rağmen, sanki bizimle hiç ilgisi yokmuş, biz bir ‘‘İslâm ferdi’’ değilmişiz gibi tavırlar içinde kaybolup gidiyoruz.
Çünkü refleks olarak ‘‘Dini algılama’’ gibi bir gerçekle yüzleşmekten korkuyor, kaçınıyoruz.
Ve hemen arkasından belli belirsiz suçlamalar başlıyor:
İrticacı, tarikatçı, softa v.s…
Bu olgu hayatımızın çok önemli bir parçası olduğu halde, sadece ‘‘kuru bilgi’’ aşamasında kalmasını istiyoruz. Kurallarla yaşamak bize zor geliyor. Güven ve saygınlığımızın kaybolduğu hissine kapılıyoruz.
Sanki dine karşı içimizde baskın bir şef var. Mistik bakış açısı ile olayları çözümleme mantığı ile hareket etmiyor, bu nitelenmeden âdeta kaçıyoruz.
Ya da çok az bildiğimiz, şuradan buradan edindiğimiz bilgileri, tartışmalarda beğenmediğimiz, hoşlanmadığımız insanları alt etmek için kullanıyor, aşağılıyor, suçluyor ve aynı zamanda insanî değerlere yakışmayan, hiç de şık olmayan sıfatlarla anmaktan çekinmiyoruz.
Oysa kendimizi geliştirmek, eksik-kusurlu yanlarımızı görmek, hayatımızı değiştirmek, var oluşumuzun hakkını vermek, gerçeklerle yüz yüze kalındığında insan vasfını ortaya koymak, yerince affedebilmek, hataları görmezden gelmek gerekmiyor mu?
Doğru, yapılması zaruri olan bu değil mi?
Öyle olması gerekiyor, ama bu asla gerçekleşmiyor.
Unutulmaması gereken bir şey var; o da "Dinin", bir söylemden ibaret olmadığıdır.
İnsanın hayatı boyunca sadık kalması gerektiği halde bu olguya kelimenin tam anlamıyla ısınmak istemiyor gibi bir halimiz var.
Hâlbuki geçtiğimiz çeşitli virajlarda, kaçınılmaz gerçekler karşısında, birbirimizle yüzleşmelerimiz de bizi dağılmaktan, koruyabilir, kendimizi eleştirmek suretiyle, güçlüklere karşı metanetle durabilir, her türlü olumsuzluğu asgari düzeyde atlatabilir, tökezlediğimizde ayıplamayan bir psikolojiye/yaşama, inançlarına bağlı şekilde çok daha iyi bir hayat sürdürebiliriz.
Esasen, bu güç koşulların adını koymamız için bir seçim yapmamız gerekecektir.
Ya inançlı, yarınlara güvenle bakabilen, önü açık, çağdaş bir insan gibi yaşamak durumunda olacağız ya da karanlık/meçhule giden bir yolculukta yerimizi alacağız.
Bu trajikomik durumlarda dahi yine de ‘‘irticacı’’ gibi süflî/yapay yakıştırmalarla baş başa kalıyoruz.
Bu ikilemi çözmemiz gereken durumlarda bizi ayakta tutan, aynı zamanda süzülmüş, inceltilmiş, başlı başına bir ahlâk olan “Homo Culturicus” (1) olmak zorunda bulunduğumuzu akıllardan çıkarmayalım.
En temel konularda bile inancını yerine getirmekten çekinmeyen insanın, davranış biçimi bence böyle olmalı.
Aslında, belirtmek istediğim bir başka husus da bilinen “irtica’’ korkusunu din dışı düşüncelere sahip insanların yaşıyor olmasından ziyade, dindar olanın, bu vasıfla anılmak istememesi, bundan gocunmasıdır.
Bu yüzden, -dik durmak yerine- olaylara kuşkuyla bakan, buruk, dinselliği dışlayan, doğru düzgün bilgisi olmayan, kısaca sınırda yaşayan, değerlerini yitiren riyakârlar var aramızda.
Ben onları hepten yok sayıyor, kendilerini düzeltmedikleri sürece Rahmet'e erişeceklerini düşünemiyorum.
(1)Kültür İnsanı
|