Farkında mısınız
bilmiyorum,
gerçeklerle
aramızda sanki
kalın bir duvar,
bir sis perdesi
var. Kelimenin
tam anlamıyla
sırça köşkte
yaşıyoruz. Ne
hakikati
algılayabiliyoruz,
ne kokusunu, ne
de yakınlığını
hissedebiliyoruz.
Öylece
bakakalmışız
sanki.
Ne bizler
hakikate bir
pencere
açabiliyoruz, ne
de oradakilerin
sesi bize
ulaşabiliyor.
İnançla
teslimiyetle,
“vardır bir
hikmeti”
deyip
geçiştirmekle,
hayata
tutunmakla
yetiniyoruz.
Ama
nedenini-niçin
ini araştırma
zahmetine bile
katlanmıyoruz.
Bu duygularla
yaşarken, bolca
“mekaniki
dualar”
ediyor,
“mecazi
değerlere”
sarılıyor, bir
yandan da
tasavvufi
eserleri
durmadan gözden
geçiriyoruz,
bilinçsizce,
şuursuzca.
Ve böylece
“tefekküre
daldığımızı
düşünüyoruz”,
“lâkin,
kendimizi
kandırıyoruz. ”
Dini
sadece somut
düzene
indirgeyenler,
Tanrıyı
ağzından
düşürmeyenler,
şekli ibadet
kurallarına
uyanlar ve dünya
işlerinden
kendini
alıkoyamayanlar
bu dediklerimden
katiyen bir şey
anlamıyorlardır,
bundan eminim.
Ben verilen
mesajlar yerini
bulsun,
algılansın
istiyorum.
Ne var ki, bütün
bu
argümanlarla
çok somut
değerleri
yakalayabildiğimizi
de söyleyemeyiz.
Devamlı olarak
söyleniyor;
Kur’an-ı Kerîm
mecazlar
bütünüdür.
Hadisler de
mecaz-sembollerle
insanlara bir
şeyler anlatır.
Keza, tasavvufi
anlamdaki
kitaplar da
böyledir…
Mesela Cenabı
Hakk’ın, Hz.
Musa’ya
hitaben: “Ya
Musa nalınlarını
çıkart, mukaddes
vadidesin”
uyarısından biz,
onun belli bir
idrak aşamasına
geldiğini, artık
beşeriyetle bu
yola devam
edilemeyeceğini,
alışkanlıkların-şartlanmaların,
örf ve adetlerin
terk
edilmesi
gerektiğini
algılamaktayız.
Gerçi böylesine
yaklaşımlar,
bazı gerçek
değerlere
ulaşabilmek
anlamına
geliyorsa da,
soyut ve
düşünsel
boyut itibariyle
pek fazla bir
şey getirmiyor
değiştirmiyor
desem mantıklı
olur.
Zira bütün
mesele,
mecazların,
derinlemesine
olan boyutların
bir de pozitif
bilimle
çözümlenebilmesi
ile alâkalı.
Bu noktaya, yani
“bilime kadar
olan kısmı”
genellikle
‘mental hayvan’
yapının
algılaması gibi
kabul ediliyor.
Yani, Bilinç
ile Ruh
arasında sıkışıp
kalan birimin
hali bu.
Fatiha
suresindeki
“ihdinas
sıratel
mustakim”
ayeti, dediğimi
vurguluyor.
Çünkü söz konusu
idrakte olan bir
insanın
“ilme”,
Allah ismi ile
anlatılmak
istenen manaya
bir sıçrama
yapması
imkânsız.
Mecazlarla
anlatıldığı çok
açık olan, basit
şekilde
düşünüldüğünde,
bu kadarı da
olmaz
dedirten,
“Allah âlemleri
altı günde
yaratmıştır.”
ayetinin
stringlerin
altı yönlü
hareketine
dayandığı,
gerçekten akla
dahi
getirilemiyor.
Veya ‘İKRA’
ayetinde geçen,
kan geninin
(alak) şuura,
doku geninin
ise (nutfenin)
bilince işaret
ettiği
anlaşılamıyor.
Böyle olmayınca
şuur ile bilinç
arasındaki fark
da haliyle
yakalanamıyor.
İkisine de düz
bir mantıkla
“bilinç” ya
da “şuur”
deniyor.
Ancak aynı şey
olmadığı da
ortada!
Kan geninin
ortaya çıkması
durumunda,
kabiliyet ve
istidadın
ona göre
programlanacağı,
ayrıca o birimin
yüksek burçlara
sahip olacağı
mevzubahis. Bu
etmenler dahi
şuurla alakalı,
yani o programın
içinde
dediklerim
mevcut.
Diğer yandan,
modern tıp son
zamanlarda
hakikatin
bedendeki
yansımalarını
ortaya
çıkartacak
şekilde birtakım
çalışmalar
içinde. (Allah
Rasulünün;
“iki türlü ilim
vardır, din ilmi
ve tıp ilmi”
hadisini
hatırlatmak
isterim.)
Şöyle ki; klasik
anlamda
kalp-yürek,
beyinden ayrı
istemsiz bir
şekilde çalışan
bir aza. Ama
gelin görün ki,
hiç de öyle
değil. Beyne kan
pompalamasının
yanında,
inanılmaz
görevleri var.
Kalbin içinde
beyindekine
benzer bir sinir
sistemi mevcut.
Bu yapısal
durumu
dolayısıyla, en
az beyin kadar,
beden üzerinde
etkisi var.
Ayrıca birtakım
boyutsal
derinlikleri
beyne taşıdığı,
beynin veri
tabanının müsait
olması halinde,
söz konusu
sinyalleri
değerlendirerek,
istenilen konuma
ulaşabildiği
gözlemleniyor.
Kalp-Yürekte
bulunan noktayı
ise Kur’an-ı
Kerîm,
“FUAD”
noktası diye
tanımlıyor.
Keza “üst bilinç ile alt
bilincin” ne
anlama geldiği,
Ahmed
Hulusi’nin
ve Sigmund
Freud’un
dediği gibi
“üst bilincin
komutuyla”,
“alt
bilincin”
hareketlerini
tanzim edeceği
gerçeği
bulunuyor.
Böylesine
bilimsel
yaklaşımlar
olmasaydı,
bedenin etrafını
saran enerji
alanını hâlâ
‘ruh’ diye
kabul edecek, bu
aşamada
evliyaullahın
müşahede
yollu
söylediklerini,
algılamada büyük
zorluk
çekecektik.
Özetlemek
gerekirse, inanç
bizden bu
eylemleri
beklemekte,
realitelere
uzanmamızı arzu
etmektedir. İman
ancak böyle
gerçekleşir.
Allah ismiyle
işaret edilen
mana, ancak
böyle anlaşılır.
Ne yazık ki
insanoğlu, bu
“dili ve
tekniği”
geliştirecek
zamanı bulamıyor
veya araştırma
zahmetine
katlanmıyor
diyebiliriz.
Bir noktanın
altını çizerek
söylüyorum.
Bütün bu
değişimler,
zamanın
Müceddidi’nin,
Kutbül
İrşadla
ortaklaşa
çalışması, bir
anlamda,
MUCİD
isminin manasını
kuvveden fiile
çıkarışları yani
icat edişleri
ile
gerçekleşiyor.
Ve bütün
“insanlık âlemi”
onlardan faydalanıyor.
Ancak bir buluşu
yapan,
gerçeklerden
habersiz şekilde
“ben
keşfettim”
diyor.
Oysa güçlü beyin
yapısı ile
uzayda,
Mücedditin
yaydığı
dalgaların
değerlendirilmesidir
bu işlev.
Şunu söylemek
zorundayım:
Hayatını
adaletsizlik,
haksızlık ve
zulüm gibi
kavramlarla
geçiren Müslüman
topluluğu veya
insanlık âlemi,
hiçbir şeyden
haberi olmayarak
ahirete intikal
ediyor.
Şayet bizler
olaylara bu
“perspektiften
bakabilirsek”
ezberlediğimiz
bütün değerler
yıkılır,
“Neden
Müslümanlar bir
keşifte
bulunamıyor da,
gâvurlar bunu
beceriyor?”
şeklindeki abuk
sabuk sorulara
yönelmez,
sistemin çalışma
şartlarını bir
anlamda öğrenmiş
oluruz.
Böylece yukarıda
bahsini
ettiğimiz
şekilde bir
‘yakin’ elde
edilir. Ve bu
hal devamlılık
arz eden bir
yaşama dönüşür.
İşin sırrı, püf
noktası da
burasıdır. |