Sular duruldu,
taşlar yerine oturdu.
Ufukta bir
tehlike olasılığı da yok gibi.
Artık gerçekçi
olmak zorundayız.
Şimdi
tevhitten bahsetmenin, vurgulamaları yapmanın zamanıdır.
Buna binaen,
özetle ‘Yukarıdaki’, taraf olamayacağını beyan
ederek gerçek kimliğini ortaya koydu.
Zira akıl,
“Tek’ten”, teklik anlayışı ile flörtten bir türlü
vazgeçemiyor ki.
Şeriatçı-şeriat yanlısı olamazdı. Böyle olması
gerekirdi. ‘İlk etapta kendimi Muhiddin Arabî’nin
yanında buldum’ diyen o değil miydi?
Hoş geldin
Tek.
“Günaydııın
yaşam!
“
Demek geliyor
insanın içinden.
Çünkü bunun
adı açık bir şekilde İTİRAF’ tır.
Gerçi, temel
anlamda İslam’ın, bir yönden tevhid (birlik) ilkesi
üzerinde gösterdiği hassasiyet her zaman tarihsel-
metinsel verilere sahipti. Gerek Kur’an ayetleri,
gerekse sahih hadisler, ağırlıklı olarak tevhide dayalı
bir inanç toplumunun oluşumunu, müşriklerin (ortak
koşucuların) savlarının reddedilmesi yanında, kitap
ehlinin eleştirisi, Hz. Âdem’den itibaren Nebi ve
Rasullerinin geleceğe, insanın özsel yapısına yönelik
uyarılarını içeriyordu, ama buna rağmen
‘yukarıdakinin’ bugüne kadar İslam anayasasının
saptadığı değişmez/değiştirilemez tevhid kuralını
zaman zaman çiğner gibi görünmesinin nedenleri ne
olabilirdi ki?
Nedeni hiç
kuşkusuz, hoşgörüden yoksun, sığ düşünceli fırkaların
kutsal kabul ettiği yaşam tarzları idi. Haliyle, acayip
bir çatışma/tehlike çıkmaması için suskunluk ya
da örtme dönemi yaşanacaktı. (Çatışmayı kendi kendine
yapanlar düşünsün. Benim tehlike dediğimin de ne olduğu
gayet iyi bilinmektedir. Hatta tehlikenin gücünü
küçümsemek değil, büyüklüğü ehlince bilinmektedir.)
Bu itibarla,
asıl gerçek olan konunun üstüne gidilmeyerek, ses
çıkarılmayarak, haklı olarak farklı bir rota
çizildi.
Kısaca,
dengeler tesis edildi.
‘Ohhh be!’
diyerekten.
Ne de olsa “vahdet,
bir siyasettir” sözü geçerliliğini korumalıydı.
İnsaf
ölçülerine sığınarak söylüyorum; ‘aman efendim, canım
efendim’ demek, anlamadan teslim olmak bir çap
sorunudur. Güneşin arşa kadar uzandığı ve orada
secdeye kapandığı konusundaki hadisi mealen
hatırlıyorum da; ben sözlerimin nereye kadar uzanacağını
pek kestiremiyorum.
Ancak, kendin
olmanın ilk şartı, şartlanmalar, değer yargıları ve
buna bağlı yorumlardan kurtulmak olduğuna göre,
noktayı arzu ederseniz, siz koyun derim.
Unutulmaması
gereken şey, bireysel yaşamdaki
paylaşımların/sırların/fantezilerin bu boyutta hiç
önemi olmadığıdır. Çünkü onlar yatay gelişmelerdir.
Düşünmeye bile değmez.
Garip olan ise
yukarıdakinin ne denli yüksek düzeyde,
algılanamaz durumda olduğudur. Bu itibarla, ara öğünler
için verdiği rızk gerçek/esas sanıldı. Ne var ki
sanal âlemin meleksi dürtüleri uzun sürmedi.
Şimdi kimse bu
satırların yazarının dinsel kargaşayı destekleyici,
‘işkembe-i kübra kaynaklı laf ebeliğinin’ mimarı
olduğu sanısına kapılmasın, her zamanki gibi
yanılacaktır.
Burada
toplumumuzun öncelerde içine sürüklendiği bir nevi
çatışma ve huzursuzluk ortamına dikkât çekmeye
çalışıyorum. Çünkü ‘vay tard edilenler’, ‘vay
asiler’ diye atılan naraları duyar gibi oluyorum.
Unutmadım, belleklerimizden de silinmedi kısaca.
Artık, bir kez
daha kanıtlandı ki gerçek olan tevhit ve vahdet
yaşantısı imiş. Sistem ise onun sanal bir çıktısı,
yatay gelişmeler boyutu.
Şimdi
kendinize geçerli ve ilham verici şeyler bulmaya
çaba gösterin derim. Atı alan Üsküdar’ı geçti çünkü.
Sadede
gelelim…
Artık toplum
ne yapacak?
Sistem
egemenliği ile teklik arasında dengeyi kurabilir,
akıllanır mı dersiniz?
Bunu zaman
gösterecek.
Önyargılı
değilim.
Ama eminim,
bence hiçbir değişiklik olmayacaktır.
Olsa olsa
algıladıklarına binaen bir suskunluk dönemi yaşar, çünkü
çoğu pişkindir. Bir kılıfını bulur, kendilerini haklı
göstermeye çaba sarf ederler. (Hiçbir şeyden
anlamadıklarına göre…)
Diyelim ki
yukarıdaki ile uyum sağlamak için böylesine bir tavır
içine girildi. Peki, nefret hislerini nereye koyacaklar?
Örneğin, ‘Her
nereye bakarsan Allah’ın vechini görürsün!’
ayeti, nasıl
bir işlerlik kazanacak?
Yaptıkları
bunca dedikodu/kullandıkları malzeme, yasaklamayı
teşvik nasıl unutulacak? Bunları Yüce varlık
görmeyecek mi dersiniz?
Hayal bile
edemiyorum doğrusu. Çünkü ‘yapılan her şeyin
zerresine kadar karşılığının yaşanacağı’ uyarısı var
bir kere Kur’an da.
İster mecaz
olsun, ister rumuz. Ama var!
Diyelim ki
Allah gafurdur, affedicidir. Beyler, bu ibare biraz
ötelerden yardım dileme anlamına gelmedi mi?
Allah,
sabretmeyip dilini tutamayan kimselere karşı nasıl
Gafur olur!
“Başka kime
karşı affedici olur?”
diyebilirsiniz.
Allah önce
muntakim yüzünü gösterir. Yoksa affedilmenin bir
değeri olmaz…
Özetle,
kimilerinin biraz safça ‘işte budur’ demeleri
mantıklı olmadı diyebiliriz.
Akıl, en
azından şunu düşünebilirdi: Öngörülen, tasvip gören
sistem içinde –nefsi mücadeleyi kastetmiyorum- bireyin “beden
kaydından kurtulması” gerekir miydi?
Bedenden
kurtulmak, insanın et-kemik yapıdan ibaret
olmadığı düşüncesini algılamak, sistem katmanlarını ön
planda tutan biri için her halükârda uyarı mahiyeti
taşıyamaz.
Bunu en
azından bir hüküm şeklinde kabul etmek zorundayız.
Sonuç:’Manzara-i umumiye’
ye baktığımızda; yukarıdaki ile aşağıdakilerin arasında
büyük bir algılama sorununun ve boşluğun bulunduğu, ‘O’nu
anlamanın oldukça zor olduğu’ açıkça görülüyor.
Baştan sona
Tek’in seyrini savunanlara, sistem ve mutlak varlık
arasındaki dengeyi tesis edenlere selam ediyor ve
şunları dile getirmeyi bir görev addediyorum.
Birre erenler, yolunuz açık olsun! |