Jean-Paul Sartre'nin saflığı

    

     İlahi dinler, Mutlak yaratıcının insanın özünde mevcut olduğunu, yaşanılan her şeyin belli bir ölçüt içinde bizlere yansıdığını ileri sürerler. Buna göre kişi dünyaya gelmeden önce, Yaratan tarafından tasarlanıp biçimlendirilmiştir. Bu program, bir bedene yüklenebilir. Böylece, yazgısı ve geleceği önceden plânlandığı (yazıldığı) için insan bir tutsaklığa doğar.


     Sartre’ın
var oluşçu insan tasarımı ise bunun tam tersini söylemektedir.   Şöyle ki: İnsan dünyaya varlık olarak gelir ve özünü yavaş yavaş oluşturarak insan olur. İnsan kendini nasıl yapar ise o insan olur. Bir süre sonra her insanın bir konumu olduğunu, kendisinden ve herkesten sorumlu olabildiğini, insanın özgürlüğe mahkûm olduğunu öğrenir. Ve bu öğrendiklerini bir daha unutmaz. Sonuç olarak: “Evet, ben kendimin eseriyim; özgürlüğü bana veren, mahkûm olduğum toplumsal sorumluluk özgürlüğüdür. Seçme özgürlüğü olan insan, neyi seçerse o’dur” der. Filozof, denemeci ve siyaset düşünürü Sartre’ın felsefesi, özgürlük olarak benimsediği şey budur. Onun ifadelerinden anlaşıldığı kadarı ile insan özgürlüğünü kendi tayin etmektedir. Ama insan; Sartre’ın altmış bir yaşındayken ayaklarını yerlerde sürüklercesine yürüdüğünü, yardımcısı Arlette olmadan Paris metrolarına dahi gidemediğini, hatta sokağa adım atacak halde olmadığını düşündüğünde ‘bunun nasıl bir seçim ve nasıl bir özgürlük anlayışı’ olduğunu sormadan edemiyor ve bu şartlar altında ona hak vermenin pek de mümkün olmadığını görüyor.
 

     O, bu haliyle yani özgürlüğü kısıtlı, sınırlı bir yaşamı kabul etmeyi düşünüp kendine böylesine bir gelecek plânlıyor muydu dersiniz?
 

     Sanırım, dudak bükecek ve Sartre’ı pek de haklı bulamayacaksınız.      Aslında, son dinin Rasulü Hz. Muhammed (s.a.v.), insanın yaşam düzeyinin ilk planda tasarlanan şekilde olması gibi gerektiğini, bir boyutta bunun var olduğunu, yani kendine has ifadesiyle bebeğin ana rahminde şekillenip biçimlendiğini, cennete veya cehenneme gidiş biletini bu andan itibaren aldığını, hareketlerinin, maddi ve manevi rızkının yine bu devrede belirlendiğini, seçme özgürlüğünün elinde olmadığını vurgularken, özetle gerçekleri söylemiyor muydu?
 

     Düne ve bugüne iyi bir bakın, tarihte ün yapmış liderleri gözden geçirin, hangi devlet büyüğü nasıl ve ne şekilde bir sona ulaşmış? Dediklerimizin canlı kanıtı bu örnekler. Onlara tek tek sorsak, “böyle bir geleceği özgürlük adına siz mi hazırladınız?” desek, verilecek cevap acaba nasıl olurdu dersiniz? Bizler çok istediğimiz halde, neden bütün dünyanın imrendiği bir Anna Kournikova, David Beckham, Liz Hurley, Jesse Metcalfe, Jessica Alba, Serana Williams gibi ünlülerin zenginliğine, ya da mükemmel vücutlarına sahip olamıyoruz?
 

     Bu seçim örneğinde çok uzağa gitmeyelim. Bizler neden bir Sabancı ya da Koç değiliz? Bu zenginliği elde edecek akıl bizde yok mu? Niçin bir Orhan Veli ya da Ahmet Altan olamıyoruz? Ya da neden bir Ahmed Hulûsi!... Her imkân elimizde iken bizi engelleyen, özgürlüğümüzü kısıtlayan nedenler mi var? Olmadığına/olamayacağına göre, Sartre’ın teorisinde bir yanılgı söz konusu demektir.
 

     Anlaşılan kazın ayağı öyle değil. Eğer her toplum kendi özgür iradesini kullansaydı, Bugün Afrika açlığa mahkûm olmazdı. İran’da molla, Suudi    Arabistan’da şeriat rejimi sürmez, Afganistan’ daTaliban, Irak’ ta Saddam Hüseyin’ i devirmek mümkün olamazdı.
 

     Oysa bu dünyada henüz bireysel anlamda özgürlük adına bir denge kurulamadı. “Ben özgürüm” diyen yanılıyor, hayat onu bir ucundan yakalayıveriyor. Belki yanlış düşünüyorum. Ne var ki, etrafıma baktığımda bunu görebiliyorum. Bu nedenle yaratıcılıktan aciz Sartre’ın ‘beklenti yaratan’ görüşlerini doğrusu pek geri ve safça buluyorum.
 

     Özgürlük adına sistem denilen İlahi düzenden vazgeçmek, aklı/mantığı gözden çıkartmak demektir.
 

     Bizler bunun hesabını çok iyi yapmalıyız; varoluş gayemizi sürdürmek istiyorsak eğer…

Arkadaşına gönder 

 

 

Paylaş