İnsan
olmanın koşulu, ilk anda, mantıklı ve kabullü bir
kişilik sahibi olmaktan geçmekteyse de, zamanla bu bakış
açısı değişiyor, mantıklı ve kimlik sahibi bir bireyin
–beşeri hevesleri ile- asla arzulanmayan bir noktaya
geliyor. Bu bakımdan kabullenişin önemi oldukça fazla.
Peki
kabullenme nedir?
Bu
makale de söz konusu niteliği çarpıcı bir şekilde analiz
etmeye çalışacağız.
Kabullenmek, bir şeyi bilmek, özümsemek, o özümsemeyi
yaşanır hale getirmek demektir. Bu bilgiyle bizim
yaşama karşı tavrımız makul düzeyde olmalıdır ki, karşı
çıkılması söz konusu olmasın, aynı zamanda insan
‘egosundan’ kurtulabilsin.
Aslında
boyun eğmek, özgürlüğün orijinal yanıdır. Bu yöntem dahi
evrensel bir mantıkla başlar. Kabullenmeyen, “yükünü
fazlasıyla almış bir kamyonun kasası gibi, en zayıf
yerlerinden” çatırdar ve her yönden gelen basınca
karşı, nafile direnip sonunda ona uymak zorunda kalır.
Kabullenmek, bir bakıma değişime açık olabilmek, özetle,
dönüşebilmek demektir.
Bir şeye
“evet” diyebilmek için önce anlamlı bilginin peşine
düşmek, yeterince araştırmak gerekir. Bir şeyi bilmek
için, yeterli bir neden olması beklenir.
Benim bir
metni, “sistem içinde yaşanan bir olayı okuyabilmem”
ve anlamam, tavır olarak, bakış açılarım olarak
hemen her şeye hazır bulunmam, yani dönüşümlere açık
olmam şarttır. O nedenle hem duygusal yönden, hem de
genişlik-hazım sahibi olarak onu benimsemem gerekir
ki, kabullenme yerine gelsin.
Şayet
kalben ve beyin olarak buna hazır değilsem, bu
koşullar kabullenmeye izin vermez, şeklî-taklidi olur.
Baskı sonucu böyle bir durumla karşılaşılmış anlamına da
gelir. Kimileri de kurnazlıkla bazı şeylere “evet”
der, ama arkadan “akla hayale gelmeyecek” bin bir
türlü oyunu çevirmekte sakınca görmez.
Bugün,
inanan binlerce insandan çoğu “Amentü’yü güya
“idrak ettim” demesine karşın, kabullenme aşamasını
bir tür beceremez, bu şartları yaşamanın yanına bile
yanaşamaz.
Kabullenmek, bir şekilde benlikten sıyrılmak, egoyu bir
kenara bırakmak, Allah’ın her an yeni bir şanda
oluşuna gönülden inanmakla, ama önce ‘La ilahe
illallah’ı’, yani kelime-i tevhidin, sonra da
‘Kul hu vallahi ahad’ ayetinin manasını bilmekle
başlar.
Bu husus,
Hz Muhammed’in (sav) bildirdiği şekilde “Allah’a
iman etmen, aklını ve teslimiyetini kullanarak,
vehminden sıyrılmayı başarman” demektir ki bu,
gerçek anlamda kabulü getirir.
Ve
düşündüğümüz, doğru veya yanlış olan hemen her şeyi
kapsar.
Kabul,
Allah’a olan irfanın bir neticesidir. Anlatılan
manadaki, beşeriyet zincirlerinden kurtulmanın
işaretidir. “Ben” kelimesiyle işaret edilen,
aslında hiç olmayan ama zannedilen vehmi benliğin
eridiğini gösterir. İstek ve arzulardan sıyrılmanın,
onları frenlemenin alametidir. Böylesine bir idrak,
haliyle bireyi, bir et kemik yığını kabullenmenin
ötesine taşır.
Bu nitelik,
er geç dünyada veya ahiret boyutunda zuhur edecektir.
Zira, “Allah, kulunu kabullenmek üzerine”
programlamıştır. Tüm canlılar, hatta cansız gibi
gördüğümüz, aslında organik olan yapılar dahi bu kabulü
sessiz sedasız, bizim algılayamayacağımız şekilde
yaşamaktadırlar.
Varlık
Tek olduğuna, ondan başka hiçbir şey olmadığına göre,
kabullenmemek, isyan etmek, O’nun ilminde seyrinin/rıza
nın açığa çıkmasını inkâr anlamına gelir ki, söz konusu
hal bireyselliğin daniskasıdır. |