Kabullenmede tıkanan…
Ahmet F. Yüksel
 

Deniyor ki insan yaşamını daha müreffeh kılmak, çıtayı yükseltmek için bazı şeyleri yapmalı. Herkes araştırma yapsın.
Bu araştırmalar da tartışılsın. Bu pragmatik tedbirler, ne yazık ki işin anlamının önünde gidiyor ve hiçbir değeri de olmuyor.


İnsan olmanın koşulu, ilk anda, mantıklı ve kabullü bir kişilik sahibi olmaktan geçmekteyse de, zamanla bu bakış açısı değişiyor, mantıklı ve kimlik sahibi bir bireyin –beşeri hevesleri ile- asla arzulanmayan bir noktaya geliyor. Bu bakımdan kabullenişin önemi oldukça fazla.

Peki kabullenme nedir?

Bu makale de söz konusu niteliği çarpıcı bir şekilde analiz etmeye çalışacağız.
Kabullenmek, bir şeyi bilmek, özümsemek, o özümsemeyi yaşanır hale getirmek demektir. Bu bilgiyle bizim yaşama karşı tavrımız makul düzeyde olmalıdır ki, karşı çıkılması söz konusu olmasın, aynı zamanda insan ‘egosundan’ kurtulabilsin.

Aslında boyun eğmek, özgürlüğün orijinal yanıdır. Bu yöntem dahi evrensel bir mantıkla başlar. Kabullenmeyen, “yükünü fazlasıyla almış bir kamyonun kasası gibi, en zayıf yerlerinden” çatırdar ve her yönden gelen basınca karşı, nafile direnip sonunda ona uymak zorunda kalır.

Kabullenmek, bir bakıma değişime açık olabilmek, özetle, dönüşebilmek demektir.

Bir şeye “evet” diyebilmek için önce anlamlı bilginin peşine düşmek, yeterince araştırmak gerekir. Bir şeyi bilmek için, yeterli bir neden olması beklenir.

Benim bir metni, “sistem içinde yaşanan bir olayı okuyabilmem” ve anlamam, tavır olarak, bakış açılarım olarak hemen her şeye hazır bulunmam, yani dönüşümlere açık olmam şarttır. O nedenle hem duygusal yönden, hem de genişlik-hazım sahibi olarak onu benimsemem gerekir ki, kabullenme yerine gelsin.

Şayet kalben ve beyin olarak buna hazır değilsem, bu koşullar kabullenmeye izin vermez, şeklî-taklidi olur. Baskı sonucu böyle bir durumla karşılaşılmış anlamına da gelir. Kimileri de kurnazlıkla bazı şeylere “evet” der, ama arkadan “akla hayale gelmeyecek” bin bir türlü oyunu çevirmekte sakınca görmez.

Bugün, inanan binlerce insandan çoğu “Amentü’yü güya “idrak ettim” demesine karşın, kabullenme aşamasını bir tür beceremez, bu şartları yaşamanın yanına bile yanaşamaz.

Kabullenmek, bir şekilde benlikten sıyrılmak, egoyu bir kenara bırakmak, Allah’ın her an yeni bir şanda oluşuna gönülden inanmakla, ama önce ‘La ilahe illallah’ı’, yani kelime-i tevhidin, sonra da ‘Kul hu vallahi ahad’ ayetinin manasını bilmekle başlar.

Bu husus, Hz Muhammed’in (sav) bildirdiği şekilde “Allah’a iman etmen, aklını ve teslimiyetini kullanarak, vehminden sıyrılmayı başarman” demektir ki bu, gerçek anlamda kabulü getirir.

Ve düşündüğümüz, doğru veya yanlış olan hemen her şeyi kapsar.

Kabul, Allah’a olan irfanın bir neticesidir. Anlatılan manadaki, beşeriyet zincirlerinden kurtulmanın işaretidir. “Ben” kelimesiyle işaret edilen, aslında hiç olmayan ama zannedilen vehmi benliğin eridiğini gösterir. İstek ve arzulardan sıyrılmanın, onları frenlemenin alametidir. Böylesine bir idrak, haliyle bireyi, bir et kemik yığını kabullenmenin ötesine taşır.

Bu nitelik, er geç dünyada veya ahiret boyutunda zuhur edecektir. Zira, “Allah, kulunu kabullenmek üzerine” programlamıştır. Tüm canlılar, hatta cansız gibi gördüğümüz, aslında organik olan yapılar dahi bu kabulü sessiz sedasız, bizim algılayamayacağımız şekilde yaşamaktadırlar.

Varlık Tek olduğuna, ondan başka hiçbir şey olmadığına göre, kabullenmemek, isyan etmek, O’nun ilminde seyrinin/rıza nın açığa çıkmasını inkâr anlamına gelir ki, söz konusu hal bireyselliğin daniskasıdır.

 

 
 
İstanbul - 04.01.2009
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com