İnsan
hayatında
oluşagelen
kayıplar
'epeyce
önemli’
bir yer
tutar.
Sevdiği
bir
nesneyi
veya bir
kişiyi
yitirmek,
insanı
hüzünlendirir,
paniğe
kapılmasına
sebep
olur.
İlginç
olan;
kimilerinin,
avuclarının
içinden
kaçıp
gideceğini
anladıkları
kişiyi,
dümen
suyunda
tutma
çabaları
ve bu
uğurda
verdikleri
mücadeledir.
Acıklı
tavırlar
takınmaları
ve
konuşma
biçimleri
bunu
gösteriyor.
Bunu
gizleyemiyorlar.
Diğer
yandan,
sıkıntılı
olan bir
insan,
kaybını
başka
şeylerle
telafi
etme
çabalarına
girebilir.
İlgi
duymadığı
alanlara
bile
meraklanır
olur.
Yerini
tutmasa
da bu
istekler,
üzüntülerinin
biraz
olsun
hafiflemesini
temin
eder.
Bu
yaklaşımlar,
bir
şekilde
kaybın
zihninde
yarattığı
boşluğa
direniştir.
Ama
insanın
kopmak
zorunda
kaldığı
birinin
yerine
başkasını
koyması,
bunun
için
eşgüdümlü
bir çaba
içine
girmesi
onu ne
kadar
oyalayabilir
ki?
Kendisi
de bunun
yetmediğinin
farkındadır.
Düşünün,
bu
havanın
artık
solunamadığını!
Herhalde
insan
sudan
çıkmış
balığa
döner.
İnsanın
bir
bakıma
‘orijinal
olanın
yerine
bir
başkasını’
koyması,
kendini
de, o
yerde
olanı da
zedeler.
Mesela
bir
insanın
çocuğu
vefat
etse, bu
tıkanmayı
aşmak
için,
“bütün
sevgisini
diğer
çocuğuna
verse”
acısını
telafi
edebilir
mi?
Sanki
“içinde
hiç
boşluk
yokmuş”
gibi
davranabilir
mi?
Ukalalık
etmek
istemem,
ama
biraz
zor gibi
görünüyor.
Acısı
biraz
olsun
azalabilse
de o
boşluk
pek
dolmaz.
En
azından
başı ve
sonu
belirsiz
hareketlere,
dalaşmalara,
savrulmalara
karşı
kendini
koruyabilir.
Uç
noktalara
dalmak
yerine,
bu
girişimi
yerindedir.
O kadar.
En acı
boşluk,
“Mutlak
Yaratıcıyı”
kalbinde
bulup,
O’nu
yitirmekle
yaşanır.
Esasen
insanlar
farkında
olmaksızın
anlam
veremediği
bir
boşluk
içindedir.
Bu koşul
bir
olayda,
beklenmedik
bir
süreçte
gün
ışığına
çıkar.
İstenildiğinde
o
boşluğu
doldurmak
söz
konusu
değildir,
ama yine
de bu
tarif
edilemez
hal, bir
kaybın,
tahammülsüzlüğün
işareti
olarak
görünür.
Oysa
“boşluğu
ve kaybı
olmayanlar
da
vardır.
Onlar
seçilmiş
yakin
ehli
mahallerdir.”
Nitekim,
Hz.
Muhammed
(sav)
bir
sohbet
ortamında
kendisine
devamlı
itiraz
eden bir
insan
için [bu
zat
Hızır
a.s.’
dır.]
“Onun
kaybı
tamamlanmıştır”
demiştir.
Yapmış
olduğu
uyarı,
onun
belirli
bir
noktaya
geldiğinin
göstergesidir.
Kuşkusuz,
“kayıp
denen
olgu”
avam
yönlü
insanı
adeta
çıldırtabilir.
Ortada
hiçbir
şey
yokken,
birden
“sevdiğinden
kopmak,
ayrılmak
zorunda
kalmak ”
onu ne
hale
getirebilir,
bir
düşünün.
Bu koşul
ile başa
çıkamaz.
Üstelik
endişesi
artar.
Sapır
sapır
dökülür.
Bu tür
insanların
akılları
yeterince
işlemez.
Çok
ürkütücü
biçimde
gelişmekte
olan
“intihar
girişimi
veya
diğer
psikolojik
vakalar”
bu
nedenlerle
yaşanır.
Toplum,
inanç-iman
hakkında
fazlaca
bir şeyi
bilmediği,
daha
açıkçası,
bu
konularla
ilgilenmediği
için
böylesi
dramatik
sahnelerle
karşı
karşıya
kalması
işten
bile
değildir.
İçinde
boşluk
olanlarda
direnç
gücü
olmaz.
Onlar
genelde
maalesef
kaybetmek
durumunda
kalırlar.
Oysa
kaybedilenin
yerine
gelmesinin
mümkün
olamayacağı
bilindiği
halde,
onda
ısrar
edilmesinin
sebebi,
kişinin
“kendini
aldatmasından”
başka
bir şey
değildir.
Sonrasında
o
kişinin,
gerçekleşmesi
zor
hayallere
dalması,
bunu
yaşayıp
kabullenmesi
çok
ilginçtir.
Kendini
kurtarabilecek
bir
felsefeye
sahip
olmadığı
için,
biyolojik
yapısı
düzgün
de olsa
sonuçta
o insan
çökmeye
mahkûm
oluyor.
Başka
şeylerle
uğraşacağına,
değerlendiremediği
boşlukları
fark
ettiği
anda onu
tamir
etme
aşamasına
girse,
çaba
gösterse
daha
mantıklı
hareket
etmiş
sayılır.
Yaşananlara
önem
vermeyen,
sistemin
değişkenliği
nedeniyle
“başına
nelerin
gelebileceğinden”
habersiz
olanlar,
esasen
sallanan
kişiliklerini,
daha da
itibarsızlaştırıp,
güçsüzleştirir.
İnsanoğlunun
yapacağı
yegâne
şey
“Her an
her şeye
hazır
durumda
olması”
ve öyle
yaşamasıdır.
Ne var
ki bu
kadarı
da
yetmez.
Bununla
birlikte,
değişim
faaliyetlerini
benimsemesi,
gerçeğe
ulaşabilme
çalışmalarına
başlaması
gerekir. |