Kibir,
çok kötü bir beşeri vasıf.
Çünkü, böyle bir nitelikle yaşayanın kanında gurur,
enaniyet, tarafgirlik ve menfaat gibi duygular
da epeyce yoğunlaşmıştır.
Kibirli
bir
insanda fark edilemeyecek derecede endişe, korku ve
sinsilik bulunur.
Bu duygular kuvvede kalabildiği gibi bazen bir olayda
çok açık ve net şekilde kendini gösterebilir.
Kibirli
biri barışçı, sıcak bir insan olamaz.
Anlatılanlar, Allah’ın kullarında olmamasını
istediği özelliklerdir.
Adem’e
secde etmeyen şeytanı, Cenab-ı Hak o nedenle,
“Kibirlendin mi, yoksa alundan mısın!” diyerek
azarlamıştır.
Bu arada
akla şöyle bir soru gelebilir:
Kibirli
birinin
yaptığı çıkışları, kendisinden beklenmeyen, ona
yakışmayan hareketleri nasıl karşılamalıyız.
Ne
dersiniz, nasıl bir anlam verirsiniz buna?
Üstüme
vazife değil, ama değerlendirmek istediğimde; Belki
yapanın bile farkında varamadığı “bir ego ve taklidi
yaşamın” izleri var ortada diyebilirim.
Bu sonuca
varmanın önemli ipucu işe şudur:
Kibirli,
sahip olduklarını “hakkaniyet esasları dahilinde”
paylaşmaz. Elde tutmanın daha fonksiyonel olduğunu
bilerek ve hava atarak yaşar.
Böyle
olunca beşeri vasıf bütün sakilliği ile algılanabilir.
Peki,
böylesine anlı- şanlı kişiler, “sıradan insanların
bile yaptıkları acemice bir işin” daha kötüsünü
yapar da Kibriya ile kendini kıyaslamaya kalkarsa
bu doğru olur mu?
Şayet
birey bunun farkında değil ve kendini ‘mutlaka bir
yerlerde görüyorsa’ durum daha da vahimdir. Sonrası
onun “kendini kaf dağında” bulması olur ki, en
tehlikeli konumu budur.
Açıkça
söylemek gerekirse, bu çifte standartlı yaşamdan
pek kimse haberdar değildir. Bir bakıma, ehli dışında,
“hiç kimse, hiçbir şeyin farkında bile olamıyor”
desek daha yerinde olur.
İşte işin
bu safhalarında, ‘tecrübe faktörü’ devreye girer
ve kibirlinin kendisine yaptığı hayâsızlığa
aldırış etmeden, “hatalarının üstünü örtmek suretiyle
” onu “benlikten” kurtarır.
Kemalât
sahibi olarak onu, kabahatle, kıskançlıkla suçlamaz.
Bizim
algılamamız budur.
Daha evvel
kibirlinin “böyle olduğundan bahsedilmemesi” yine
de rahmete dayalıdır. Böyle bir şeyi içine
sindiremeyeceklere esasen fazlaca bir açıklamada
bulunulması da beklenemezdi. Ama belirttiğim şekilde,
bizim gibi zavallılar ne olup bittiğini anlamadan kös
kös yerlerine otururlar.
Unutmayın,
Kibriya kafasına koyduğu şeyi gerçekleştirir.
Yapılanı
halletmede asla zorlanmaz.
Ancak
Settar isminin gereğince o anda ne uygulanacaksa, bu
tür işlem yapılır,
Şayet
içine sindiremediği, sistemle ilgili bir durum söz
konusuysa, durum değişir.
Zira böyle
bir şeyin kabullenişi emri vaki olur.
Olan
bitenin akabinde, kibirli artık uslanmış
görünmektedir.
Kibriya’nın
gözlerinin içine bakarak:
‘Aman
efendim, bu iş karışık, işin içinde başka bir iş var’
demeğe
getirse de ‘Allah ehli’ bunu yutmaz.
Bu kez
kibirli değişiverdiğini mırıldar!
Eskisine
benzeyen bir durumu yaşamayacağının sözlerini verir.
Kibriya’nın
felsefesi dünyayı yeniden görmek, içkin yaşamdan
kesitler vermektir.
Kibriya
dosdoğru söyler. Ama menfaatperestler doğruyu sevmez.
O
böylesine bir özgürlük fikri ile yola çıkmış, bu
farklılık esasen onu dışsallıktan-kibirden uzak
tutmuştur.
Dışa
bağımlı yaşayanın, bir anlamda beşeriyetle vasıflanmışın
algılayamadığı bir renk, bir güçtür bu.
Batıdan
ortaya
çıkan, herkesi çarpan ama doğuda nadir kimseler
tarafından algılanıp değerlendirilen bir yaşam türüdür
bahsedilen.
“Ben
kimim?”
diye soranların, aynada kendini görenlerin
ulaşabilecekleri bir vasıf,
“Allah’ın
hüviyetine sahip çıkanların”
işidir.
Kimliklerine kibir katanların değil!
Değerli
okurlar;
Allah
ehli
bilinci ile yaşayanlar, beşeri kimliklerin her zaman
önündedir.
Bundan
kimse kuşku duymasın.
Ona göre
imanını inancını yeniden tasarlasın.
Olur olmaz
benlikleri baş tacı etmesin.
Çünkü
onlar hangi menzile ilerler bilinmez.
İşin
ilginci, ellerinden tutulmadıkça bunun farkında bile
olamazlar. |