Malûmun ilânı:
Gerçek imanın düşündürdükleri.
Ahmed F. Yüksel
 

Gündelik hayatın akışı içinde, son zamanlarda radikal bir değişim gözlemleniyor. Farklılık; insani/ beşeri değer yargılarının tepetaklak ediliyor olmasıdır. Buna göre geleneksel olarak yüceltilen ne varsa giderek değersizleştirilirken, tüm âlem, bütün oluşlar bir bütünlük içinde kabul ediliyor.

Yani, bu husus da cereyan o kadar güçlü ki, yaşam “tek bir seyir haline” getirilmek isteniyor, ulvi ve süfli ayırımı yapmadan.Tabii önce, süfliyetin nereden kaynaklandığını bilmek şartıyla…

Bu amaçla yola çıkarlar bazıları, atını “sahilden” denize sürer, boğulmak, yok olmak için. Ne var ki, bineği denize adımını atar atmaz ürkerek şaha kalkar ve gerisin geriye döner. Bu anlatım, mecazi bir anlam taşır. Hâlâ işin laklak kısmında olunduğunu göstermektedir.

Fakat… Heyhat!...

Teslim olmuş gibi görünen, ama aslında hiç de öyle olmayanlar, taklidi iman safındaki yerlerini alıyorlar usulca, çaktırmadan.

Bu kez akılları sıra etrafı küçümserken, sağa sola gülücükler dağıtarak “Biz iman ehliyiz, teslim olanlardanız, beşeriyete düşmeyiz” diyerek hava bile atıyorlar.

Kimileri ise, her zamanki gibi olan biteni hayranlıkla izliyor, kime yönlendirilirlerse düşünmeden, tefekkür etmeden ve ön yargıyla ‘işte tamam, aradığım bu!’ diyorlar.

Ve sonuçta, işin rengi belli oluyor.

Başka arayışlar başlıyor bu kez.

Demem o ki; iman etmek o kadar basit, hele avam ehlinin anladığı gibi değil!

Bazen “acaba ben aynı şeyleri yaşasaydım ne yapardım, doğru bildiğimi uygulama, hayata geçirebilme başarısını gösterebilir miydim?” diye düşünüyorum. O nedenle, çeşitli vesilelerle hep tekrar edip söylemişimdir, ama bir türlü derdimi anlatamadım, ya da tam anlaşılamadı herhalde. İmanın zor bir iş olduğunu, dille ifadenin yanı sıra yaşamla da mutlaka tescil edilmesi gerektiğini tam belirleyemedim…

Peki, düz mantığın dışında Rasul’ün Rabbi’nden gelene iman etmesi gereği acaba ne demektir? Bir Nebi ya da Rasul kendine yakin gelmesinin akabinde iman eder mi? İşte bu soruyu rutin bir anlayışla kabul etmek, ciddi sonuçları olan vahim bir hata gibi gözüküyor.

Dikkâtinizi çekerim; Rasulün imanı, kaynağının bilinmesi şartıyla, varoluşu/varlığı seyretmektir.

Asıl iman budur.

Söz konusu seyirde; konuşulmaz, fikir beyan edilmez, işin derununa dalınır, yorumdan kaçınılır…  Ve bazı şeylerin farkında olan ise taklidi imandan süratle uzaklaşıp tahkikine geçmek ister…

Bildiğimiz, öğrendiğimiz kadarıyla, bu yolda seyre engel olan en önemli faktör, “vehmi benliktir”.                                                    İzafi benliğin kaydından kurtulamayanlar, bocalar durur. “Varlık ile yokluk arasında” gider gelir, yokluğunu ispat etmek için çırpınırken, “beşeriyetin” batağına saplanır.

Tabii, bütün bu anlatılanlara, Tek’i özünde bulmanın, esma mertebesini iyice anlamanın sonucunda ulaşılır. Şunu iyi düşünmek zorundayız: Eğer tespit edebildiğimiz veya algılamakta zorlandığımız bu âlemde bütün olup bitenler, varlık âleminde bir hikmet üzere tüm canlıları yaratan Allah’ın kendi plânı/programı ise, hakikaten ortada çok ciddi bir durum var demektir. Allah’ın kendi plânının ortaya çıkışı olarak, seyretmek yerine insan, niçin kendini bir birim gibi kabul eder, olaylarda yerini alır?                   İşte bunun anlaşılır bir açıklaması olmalıdır.

Unutulmamalı ki, beşeri yaşam, her olayda değişik renk ve desenlerle, farklı oyun tertipleriyle arz-ı endam ederken, çoğu zaman sıfıra sıfır elde var sıfır şeklinde biter. İyiye gidişin tam tersine bir kargaşa ve dağınıklık” yaşanır. Hayata, insanlara hoş vakit geçirten ve toplumların yakınlaşmasını sağlayan veya bunu kolaylaştıran bir oyun gözüyle baksanız bile, sonuç olarak bu oyuna kendinizi kaptırmanız mümkündür.

Bu yolda bıkkınlık derecesine varan olumsuz durumlarla karşılaşmak olasıdır. Ancak yine de mücahede asla elden bırakılmamalı, seyri süluk yolcusu gevşememelidir. Mücahede müşahedeyi getirir. Ve Allah, inayetiyle kişinin perdesi kalkar, vuslat gerçekleşir.

Perdesiz kalan, yani şirkten kurtulan ile perdeli/mahcup yaşayan arasında dağlar kadar fark vardır.

Kimse perdesizin halini anlayamaz, algılayamaz.

Bu bağlamda Hz. Meryem’e yapılan uyarılar, anlatılanları teyit etmektedir:

"Eğer insanlardan birini görürsen" zahiri sebeplerden dolayı hakikatlerden, sanat ve hikmetten (onların ötesine nüfuz edememekten) eşsiz yaratılıştan  ve ilahi kudretten perdelenen, adetlerin ötesine geçemedikleri, vehimle karışık Hakk'ın nurunu göremeyen akılla perdelendikleri için senin sözünü anlamayan, seni ve senin halini tasdik etmeyen zahir ehlinden birini görürsen,

De ki: “Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadım."

Kendi halinle ilgili onlara herhangi bir şey söyleme. Kabul etmeleri mümkün olmayan bir hususta sözü fazla uzatma. Ta ki o (İsa) kendi haliyle onlarla konuşuncaya kadar.

(M. İbn Arabî - Tefsir-i Kebir Te’vilat – Cilt:1 / Sayfa:728)

Konuyla ilgili bir de şu ayrıntı var:

Yaşama ayak basmanın işareti, konuştuğun, tespit ettiğin, algılayabildiğin veya algılayamadığın her noktada Hakk’ı müşahede etmen gerekir. Sadece senin duygularına hoş gelen yanları değil, zıtları da.

Tabii bu söylediklerim, hakiki imana yönelenin halidir.

İmanın son zirvesi, tahkiki olanı, hayırlara vesile olsun!

 

 

 
 
İstanbul - 23.12.2008
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com