Gündelik hayatın akışı içinde, son zamanlarda radikal
bir değişim gözlemleniyor. Farklılık; insani/ beşeri
değer yargılarının tepetaklak ediliyor olmasıdır. Buna
göre geleneksel olarak yüceltilen ne varsa giderek
değersizleştirilirken, tüm âlem, bütün oluşlar bir
bütünlük içinde kabul ediliyor.
Yani, bu husus da cereyan o kadar güçlü ki, yaşam
“tek bir seyir haline” getirilmek isteniyor, ulvi
ve süfli ayırımı yapmadan.Tabii önce, süfliyetin
nereden kaynaklandığını bilmek şartıyla…
Bu
amaçla yola çıkarlar bazıları, atını “sahilden”
denize sürer, boğulmak, yok olmak için. Ne var ki,
bineği denize adımını atar atmaz ürkerek şaha kalkar
ve gerisin geriye döner. Bu anlatım, mecazi bir
anlam taşır. Hâlâ işin laklak kısmında olunduğunu
göstermektedir.
Fakat… Heyhat!...
Teslim olmuş gibi görünen, ama aslında hiç de öyle
olmayanlar, taklidi iman
safındaki yerlerini alıyorlar usulca, çaktırmadan.
Bu
kez akılları sıra etrafı küçümserken, sağa sola
gülücükler dağıtarak “Biz iman ehliyiz, teslim
olanlardanız, beşeriyete düşmeyiz” diyerek hava bile
atıyorlar.
Kimileri ise, her zamanki gibi olan biteni hayranlıkla
izliyor, kime yönlendirilirlerse düşünmeden, tefekkür
etmeden ve ön yargıyla ‘işte tamam, aradığım bu!’
diyorlar.
Ve sonuçta, işin rengi belli oluyor.
Başka arayışlar başlıyor bu kez.
Demem o ki; iman etmek o kadar basit, hele avam ehlinin
anladığı gibi değil!
Bazen “acaba ben aynı şeyleri yaşasaydım ne yapardım,
doğru bildiğimi uygulama, hayata geçirebilme başarısını
gösterebilir miydim?” diye düşünüyorum. O nedenle,
çeşitli vesilelerle hep tekrar edip söylemişimdir, ama
bir türlü derdimi anlatamadım, ya da tam anlaşılamadı
herhalde. İmanın zor bir iş olduğunu, dille ifadenin
yanı sıra yaşamla da mutlaka tescil edilmesi gerektiğini
tam belirleyemedim…
Peki, düz mantığın dışında Rasul’ün Rabbi’nden
gelene iman etmesi gereği acaba ne demektir? Bir Nebi
ya da Rasul kendine yakin gelmesinin akabinde iman
eder mi? İşte bu soruyu rutin bir anlayışla kabul etmek,
ciddi sonuçları olan vahim bir hata gibi gözüküyor.
Dikkâtinizi çekerim; Rasulün imanı, kaynağının bilinmesi
şartıyla, varoluşu/varlığı seyretmektir.
Asıl iman budur.
Söz konusu seyirde; konuşulmaz, fikir beyan edilmez,
işin derununa dalınır, yorumdan kaçınılır…
Ve
bazı şeylerin farkında olan ise taklidi imandan süratle
uzaklaşıp tahkikine geçmek ister…
Bildiğimiz, öğrendiğimiz kadarıyla, bu yolda seyre engel
olan en önemli faktör, “vehmi benliktir”.
İzafi benliğin kaydından kurtulamayanlar, bocalar durur.
“Varlık ile yokluk arasında” gider gelir,
yokluğunu ispat etmek için çırpınırken, “beşeriyetin”
batağına saplanır.
Tabii, bütün bu anlatılanlara, Tek’i özünde bulmanın,
esma mertebesini iyice anlamanın sonucunda ulaşılır.
Şunu iyi düşünmek zorundayız: Eğer tespit edebildiğimiz
veya algılamakta zorlandığımız bu âlemde bütün olup
bitenler, varlık âleminde bir hikmet üzere tüm canlıları
yaratan Allah’ın kendi plânı/programı ise,
hakikaten ortada çok ciddi bir durum var demektir.
Allah’ın kendi plânının ortaya çıkışı olarak, seyretmek
yerine insan, niçin kendini bir birim gibi kabul eder,
olaylarda yerini alır? İşte bunun
anlaşılır bir açıklaması olmalıdır.
Unutulmamalı ki, beşeri yaşam, her olayda değişik renk
ve desenlerle, farklı oyun tertipleriyle arz-ı endam
ederken, çoğu zaman sıfıra sıfır elde var sıfır şeklinde
biter. İyiye gidişin tam tersine “bir kargaşa
ve dağınıklık” yaşanır. Hayata, insanlara hoş vakit
geçirten ve toplumların yakınlaşmasını sağlayan veya
bunu kolaylaştıran bir oyun gözüyle baksanız bile, sonuç
olarak bu oyuna kendinizi kaptırmanız mümkündür.
Bu yolda bıkkınlık derecesine varan olumsuz durumlarla
karşılaşmak olasıdır. Ancak yine de mücahede asla
elden bırakılmamalı, seyri süluk yolcusu gevşememelidir.
Mücahede müşahedeyi getirir. Ve Allah, inayetiyle
kişinin perdesi kalkar, vuslat gerçekleşir.
Perdesiz kalan,
yani şirkten kurtulan ile perdeli/mahcup yaşayan
arasında dağlar kadar fark vardır.
Kimse perdesizin halini anlayamaz, algılayamaz.
Bu bağlamda Hz. Meryem’e yapılan uyarılar,
anlatılanları teyit etmektedir:
"Eğer insanlardan birini görürsen"
zahiri sebeplerden dolayı hakikatlerden, sanat ve
hikmetten (onların ötesine nüfuz edememekten) eşsiz
yaratılıştan ve ilahi kudretten perdelenen, adetlerin
ötesine geçemedikleri, vehimle karışık Hakk'ın nurunu
göremeyen akılla perdelendikleri için senin sözünü
anlamayan, seni ve senin halini tasdik etmeyen zahir
ehlinden birini görürsen,
De ki: “Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadım."
Kendi halinle ilgili
onlara herhangi bir şey söyleme.
Kabul etmeleri mümkün olmayan bir hususta sözü fazla
uzatma. Ta ki o (İsa) kendi haliyle onlarla konuşuncaya
kadar.
(M. İbn Arabî - Tefsir-i Kebir Te’vilat – Cilt:1 /
Sayfa:728)
Konuyla ilgili
bir de şu ayrıntı var:
Yaşama ayak basmanın işareti, konuştuğun, tespit
ettiğin, algılayabildiğin veya algılayamadığın her
noktada Hakk’ı müşahede etmen gerekir. Sadece senin
duygularına hoş gelen yanları değil, zıtları da.
Tabii bu söylediklerim, hakiki imana yönelenin halidir.
İmanın son zirvesi, tahkiki olanı, hayırlara vesile
olsun! |