Manzara Nasıl Olmalı?
Ahmed F. Yüksel
 

Bizim bu makalede savunacağımız esas görüş, İslami inanç sisteminde mana zenginliğinin istisna ve sorumluluk olgusu ile iç içe olduğu, bu istisna ve sorumluluğun zaman içinde unutularak, onun kayıtsızlığını benimseyen bir yaşam tarzının sergilenmesi ile alâkalıdır.


Toplumda inançları doğrultusunda yaşayan iki fert birbirine ters düşerse ne yapmalı?

Nasıl davranmalı?

İlla bir tarafı tutmak zorunda kalmalı mı?

Yoksa seyretmeyi mi tercih etmeli?

Mesela, "her şeyiyle gerçekten, bu hareketi kendine yakıştırabiliyor musun?" diyenlere ne diyebilmeli?

Ya da "Yarın ailen, kardeşin, çocuğun için aynı şeyler söylense, birtakım iddialar ortaya atılsa hepsini göğüsleyebilecek misin?" diye soranlara vereceği yanıt ne olabilir?

“Başın dik dolaşabiliyor musun?”

"Sistem herkes için işler, kimse kimseyi kınamasın şeklinde düşünenler” acaba doğru mu yapıyorlar?

Biz uzakları görebiliyor muyuz?

Nerede duracağımızı biliyor muyuz?

İnsan, bu ve benzeri bütün soruları önce kendine sormalı ve farklı durumlarda kendine nelerin yakışmadığına, yakışmayacağına karar vermeli.

Bu bağlamda açıkça görülüyor ki, Rasulullah’a (s.a.s) ümmet olmayı hedefleyenler, şunları göz önüne almalıdır:

Kişi, kendini kimsenin üzerinde göremez. Mecbur olamaz. Menfaati için başkalarını köşeye sıkıştırmaz. Kavgaya girmez. İnanmaktan, teslim olmaktan başka düşüncesi olamaz. İnsafsızlık etmez.

Dine yapılan saldırılara seyirci kalmaz, bunları sineye çekmez. Biat tazelemeyi düşünemez. Menfaat kovalamaz, "dinde baskı yoktur, herkes hürdür" der ve buna göre yaşamasını bilir. Kendine bir paye vermez. İlmi, namusu bilir. Ayna olmaya çalışır. Dedikodu yapmaz, yapanları da tasvip etmez.

Şahsı gibi düşünmeyenlerle münakaşaya girmez, kavga çıkartmaz. İnsana değer verir. Belirli bir idrak düzeyini tutturamayanlara "elinden geldiğince" yardım eder. Takiyye yapmaz. İslâm dinine mensup olmayan insanlardan rahatsız olmaz. Onları her fırsatta küçümseyerek, hakaret ederek hırpalamaya kalkmaz.

Tahakküm, günümüzün dünyasında varlığını yitirmiştir. Bunu düşünerek hareket eder.

Doğrular yazıldığında, doğru eleştiriler sıralandığında bunlara kızıp öfkelenmez. Mayası, hoşgörü ve tahammüldür. Bunun en fazlasını ortaya koymak zorundadır. Üslubuna son derece dikkât eder.

“Allah nimetini kulunun üstünde görmek ister” hadisi onu teşvik eder.

Gücünü, susturmak için kullanmaz, kimseye de fırsat vermez. Tarafsız, kendisine şaibe bulaştırmayacak bir hassasiyetin içinde olması gerekir.

Zira insan olmak, Hz. Muhammed’e kulluk etme yarışına katılmaktır. Bu bakımdan şahsına yapılan ciddi eleştiriler varsa, onları kabul etmeli, kendine çeki düzen vermelidir.

Bu konudaki itirazları, sonunu hazırlar.

Yerine göre müşfik veya öfkeli, yüce gönüllü veya kırgın, zarif veya taviz vermez bir kimlik o’na yakışır.

Sayın okur, değerli dostum!...

Hiç kuşku yok ki, sonuçta bizi asli değerlerimizden uzaklaştıran sarmallardan bir an önce kurtulmak, istenilen duruma ve evrensel dünyamız-temel değerlerimiz üzerinde “kompleksiz bir düşünselliğe” gelmek için, Hz. Muhammed (a.s) ‘ın dünyayı ve toplumu-sistemi ‘okuma’  öncesindeki, Hira dağında sürdürdüğü o inziva ve derin tefekkürüne ihtiyacımız var. Onu takip ederek bir yerlere ulaşacağımızı düşünüyorum.

Ne dersiniz?

 

 

 
 
İstanbul - 11.11.2008
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com