Bizim bu makalede
savunacağımız esas görüş, İslami inanç sisteminde mana
zenginliğinin istisna ve sorumluluk olgusu ile iç içe
olduğu, bu istisna ve sorumluluğun zaman içinde
unutularak, onun kayıtsızlığını benimseyen bir yaşam
tarzının sergilenmesi ile alâkalıdır.
Toplumda inançları doğrultusunda yaşayan iki fert
birbirine ters düşerse ne yapmalı?
Nasıl davranmalı?
İlla bir tarafı tutmak zorunda kalmalı mı?
Yoksa seyretmeyi mi tercih etmeli?
Mesela, "her şeyiyle gerçekten, bu hareketi kendine
yakıştırabiliyor musun?" diyenlere ne diyebilmeli?
Ya da "Yarın ailen, kardeşin, çocuğun için aynı
şeyler söylense, birtakım iddialar ortaya atılsa hepsini
göğüsleyebilecek misin?" diye soranlara vereceği
yanıt ne olabilir?
“Başın dik dolaşabiliyor musun?”
"Sistem herkes için işler, kimse kimseyi kınamasın
şeklinde düşünenler”
acaba doğru mu yapıyorlar?
Biz uzakları görebiliyor muyuz?
Nerede duracağımızı biliyor muyuz?
İnsan, bu ve benzeri bütün soruları önce kendine sormalı
ve farklı durumlarda kendine nelerin yakışmadığına,
yakışmayacağına karar vermeli.
Bu bağlamda açıkça görülüyor ki, Rasulullah’a
(s.a.s) ümmet olmayı hedefleyenler, şunları göz önüne
almalıdır:
Kişi, kendini kimsenin üzerinde göremez. Mecbur olamaz.
Menfaati için başkalarını köşeye sıkıştırmaz. Kavgaya
girmez. İnanmaktan, teslim olmaktan başka düşüncesi
olamaz. İnsafsızlık etmez.
Dine yapılan saldırılara seyirci kalmaz, bunları sineye
çekmez. Biat tazelemeyi düşünemez. Menfaat kovalamaz,
"dinde baskı yoktur, herkes hürdür" der ve buna göre
yaşamasını bilir. Kendine bir paye vermez. İlmi,
namusu bilir. Ayna olmaya çalışır. Dedikodu yapmaz,
yapanları da tasvip etmez.
Şahsı gibi düşünmeyenlerle münakaşaya girmez, kavga
çıkartmaz. İnsana değer verir. Belirli bir idrak
düzeyini tutturamayanlara "elinden geldiğince"
yardım eder. Takiyye yapmaz. İslâm dinine mensup
olmayan insanlardan rahatsız olmaz. Onları her
fırsatta küçümseyerek, hakaret ederek hırpalamaya
kalkmaz.
Tahakküm, günümüzün dünyasında varlığını yitirmiştir.
Bunu düşünerek hareket eder.
Doğrular yazıldığında, doğru eleştiriler
sıralandığında bunlara kızıp öfkelenmez. Mayası,
hoşgörü ve tahammüldür. Bunun en fazlasını ortaya
koymak zorundadır. Üslubuna son derece dikkât eder.
“Allah nimetini kulunun üstünde görmek ister”
hadisi onu teşvik eder.
Gücünü, susturmak için kullanmaz, kimseye de fırsat
vermez. Tarafsız, kendisine şaibe bulaştırmayacak bir
hassasiyetin içinde olması gerekir.
Zira insan olmak, Hz. Muhammed’e kulluk etme
yarışına katılmaktır. Bu bakımdan şahsına yapılan
ciddi eleştiriler varsa, onları kabul etmeli, kendine
çeki düzen vermelidir.
Bu konudaki itirazları, sonunu hazırlar.
Yerine göre müşfik veya öfkeli, yüce gönüllü
veya kırgın, zarif veya taviz vermez bir kimlik o’na
yakışır.
Sayın okur, değerli dostum!...
Hiç kuşku yok ki, sonuçta bizi asli değerlerimizden
uzaklaştıran sarmallardan bir an önce kurtulmak,
istenilen duruma ve evrensel dünyamız-temel değerlerimiz
üzerinde “kompleksiz bir düşünselliğe” gelmek
için, Hz. Muhammed (a.s) ‘ın dünyayı ve
toplumu-sistemi ‘okuma’ öncesindeki, Hira
dağında sürdürdüğü o inziva ve derin tefekkürüne
ihtiyacımız var. Onu takip ederek bir yerlere
ulaşacağımızı düşünüyorum.
Ne dersiniz? |