Hayatımızın
tüm evrelerinde, mecazlarla yaşamayı
sürdürüyoruz. Çünkü bu kavramda engin ufukları
okuyabilme, büyük düşünme hasleti yatıyor.
Bir kere,
“evrensel kitap” mecazlarla dolu. Keza Allah
Rasulü’nün (s.a.v) ve velilerin konuları
tarif edişi, tanımlaması da bu şekilde.
Olaylar
arasında bağlantıları kurarken, diyalog kurabilmek,
söylem geliştirebilmek, hep bu sözcükle alakalı.
Nitekim,
böylesine bir iletişim, daha “renkli, daha bir
cafcaflı” oluyor.
İşin önem
arz eden tarafı; mecazın iyi anlaşılması, neye
dayandığının bilinmesi. Kağıt üzerinde kalmaması.
Çünkü sade
olarak yansıtılan bir konu, anlatımını, algılanmasını
yitiriyor.
Kafanızı
karıştıran şeyler karşınıza dikiliveriyor.
Ayrıca,
Mecaz-sembollerle yaklaşımı; “mecazın kirliliği
içinde gerçekler görülemiyor; geniş kitleler
kandırılıyor, olaylar çarpıtılıyor” diye düşünmek
doğru olmaz.
Örneğin,
kişi konuya vakıf olmadan, bir olayı “anlatmayı
üstlense” bir işe yaramaz.
Her şey
birbirine karışır, karanlıkta kalır.
O nedenle,
bu tür “bağlantılar, Kur’an-ı Kerim’de misallerle
tanımlanırken”, özellikle de müteşabihata
dayandırılıyor. Böylece bir konu, değerlendirebilenler
için daha bir oturmuş hale dönüşüyor. Esasen, başka
türlüsü de olmuyor.
Öyle
olmasaydı, başta da söylediğimiz gibi İlahi kitap ve
Hadisler böyle yaklaşımlarla dopdolu olmaz,
Efendimiz (s.a.v) yaklaşımlarında bu tür ifadelere
yer vermezdi.
Bir örnek:
Allah Rasulü der ki; “Ben rabbimi genç bir delikanlı
suretinde gördüm”.
Müteşabihata dayalı ne kadar anlamlı ve
bütünleştirici bir tanımlama!
Sizce de
öyle değil mi?
Burada
insanın özellikle; “genç yaşta kendisinde mevcut olan
manaları kuvveden fiile çıkartabileceği” ifade
edilmiş.
Kutsi
hadiste Cenabı Hak “Kulum bana yürüyerek gelirse, ben
ona koşarak gelirim” diyor.
Bu da
mecazi bir yaklaşım. Kul ile Allah’ın
birbirinden ayrılmadığının işareti var.
İşte
insanın yapması gereken şey; meramını anlatırken lafı
fazla uzatmadan nüktelerle bir meseleye
yaklaşabilmesi, düşünceye davetiye çıkartmasıdır.
Yoksa
hiçbir şeyle baş edilemeyen karmaşık bir noktaya gelinir
ki bu türlü belirtiler, sorun çözmez, uygun olmaz, zaten
denk de düşmez.
Dikkat
ederseniz şu anda bile “mecaz yaparak
anlaşılamayanları anlaşılır” hale getiriyoruz.
Ama
insanoğlu bu eğilimin sonuçlarını bilemediği için “mecaz”
deyip üzerinde durma zahmetine bile katlanmıyor.
Hikmeti
anlaşılamadığı için konu ortada boşta duruyor.
Bakıyorsunuz, bir kişi çıkıyor “hayır öyle değil,
esasen yapılan yaklaşım budur.” diyerek her şeyi
arapsaçına dönüştürüveriyor.
Kiminin
kolaylıkla anlatabileceği bir konu, belirli örnekler
verilmediği için tanımlanamıyor.
Örneğin,
sembolik yaklaşımla biri; AVM merkezinden
bahsederken “bize yürüyüş mesafesinde” dese,
oturduğu yere ne kadar yakın olduğunu ifade etmiş olmaz
mı?
Keza
“dünkü miting o kadar kalabalıktı ki, iğne atsan yere
düşmezdi” şeklinde bir yaklaşımda bulunsa, alanın
beklentilerin üstünde, hınca hınç dolu olduğunu anlatmış
olmuyor mu?
Bu yönde
Muhiddin Arabi Hazretlerinin sözlerinden de bir
örnek alıp bu vesile ile meseleyi noktalayalım: O,
“Kainat o kadar dolu idi ki, secde edilecek bir karış
bile boş yer yoktu.” diyor.
Mecaz
kullanılarak yapılan harika bir tasvir.
Arabi,
keşfi ile kâinatın “canlı ve şuurlu varlıklarla”
dopdolu olduğunu vurguluyor.
“Boşluk
yoktu” derken kast ettiği de bu zaten.
Oysa
“secde bir yana” bizler her anımızda, her
hareketimizde bu ışınsal yapıların üzerinden geçip
gidiyoruz. Işınsal bir varlık bizim içimizden
geçebiliyor.
Söyler
misiniz hangisinin farkına varabiliyoruz?
Şayet bu
algılamaya sahip olabilsek sağımızdan solumuza dahi
dönebilecek bir durumda olamayacağız.
Bu da
işin bir başka yanı... |