Müdahil Olmak

 

Felsefe çevrelerinde epeyce meşhur olan Lucretius tartışmasından köken alan bir tespitle yazıya giriş yapmak istiyorum.

Bu düşüncenin esası, insanın iki yokluğuna dayanmasıdır.

Doğum öncesi yokluk ve ölüm sonrası yokluk!

Buna göre kabullenilen iki yokluk; ölüm korkusunun, doğum sevincini örttüğü anlamına gelebiliyor.

Birey düşüncesini ifade ederken ‘psikolojik olarak’ bu noktaya varıyor.

Bir anlamda izafi benlik, ölüm korkusunu yaşamakta, doğumu arzu etmemekte ve bu konuma pek sevinememektedir.

Sonuç olarak insan, doğarak bu gerçeği kabullenmek durumundadır. Yani ölümle birlikte yok olacağını kabul etmesinden ötürü, doğmadan evvelki halini de yok saymak zorunda kalacaktır.

Tabii bütün bunlara, "varoluş gayesini dikkâte almayan inançtan yoksun" bir benliğin sebep olduğunu söylemek yerinde olur.

Oysa mutlak yaratıcı bir “müdahil” olarak, ölüm öncesi ve sonrası koşullarını, insanların yaşayacakları evreleri Kur’an’da belirtmiştir.

Dolayısıyla bir birim, bütün kabiliyet ve istidadının asıl kaynağının Allah olduğuna inandığı anda sıkıntılarından kurtulmuş, gerçeği bulmuş, izafi benliğinin asla var olmadığını kabul etmiştir.

Bu ikazlar, bizlerin yapacağı tespitlere yardımcı olmaktadır.

İnançsız, şartlı/önyargılı bir felsefeye bağlı kalarak  yürüyenler, dünyevi değerleri temel yapı taşları gibi görür ve algılar.

Oysa sırtını Allah’a dayayan bir tasavvuf ehlinin dahi, "müdahil olarak" “beşeri koşulların” tamamını devre dışı bırakıp felsefecilerin “varlık öncesi yokluk” ve “ölüm sonrası yokluk” gibi görüşlerini kabul etmediği gibi, bu tezi çürütecek koşullara net bir açıklık getirdiği gözden kaçmamaktadır.

Buna göre kimi felsefecilerin “yanlışlığa davetiye çıkartan görüşlerini benimsemek” ne derecede doğru olabilir ki?

Kuşkusuz, kâinat gerçekler üzerine kurulmuş bir düzendir. O nedenle, Allah Rasulü’ne (s.a.v) ilk olarak “İKRA” O’KU emri gelmiştir.

Kaldı ki Efendimiz (s.a.v) kâinatın, algılanan ve algılanamayan hemen her şeyin aslının, Allah’ın güzel isimlerine dayandığı haberini vermiştir.

Bir bakıma, kâinatın ve üzerinde onun gerçeklerini yaşayan sayısız canlılardan biri durumundaki insanoğlunun YOKLUĞU’ ndan haber verirken, bu “güzel isimlerin” ardındaki mutlak yokluğa giden kapıyı da açmasını bilmiştir.

Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir:

Bir tasavvufçunun aksine, değindiğimiz şekilde konuya yaklaşan felsefecinin görüşleri nereden kaynaklanmaktadır?

Bu düşünce tarzı İlahi güç tarafından, acaba algılanmamak üzere mi beyinlerde programlanıyor?

Yoksa insan neden iki yokluğu da kabul etsin ve düşlesin, gerçekleri inkâr etsin?

Her ne kadar ortada karmaşık bir durum olsa da, bu nokta itibariyle “Allah insanlara zulmetmez” ayeti kerimesini hatırlamak  zorundayız.

Şunu anlatmak istiyorum: İnsanın doğumdan önceki yokluğu, gerçekten insanın doğmadan evvel olmadığının kabulüne işarettir.

Evet, suret olarak yoktur, ama ilminde vardır!

Çünkü Allah, nokta ilminde, varlık alemini salt manalarla seyretmektedir.

Dinsel bakış açısı böyledir. Kâinat-İnsanoğlu yoktan var edilmiştir.( Bkz. İnsan Suresi/1. ayet)

Anlaşılacağı üzere değişik isimlerin bileşimi bir birimi veya insanı meydana getiriyor. Ancak, bu doğumdan önce yine de insanın var olduğuna işaret değildir.

Ayrıca bu husus, ruhların ezelde yaratılmadığının da bir ispatıdır.

İşte kimi felsefecilerin bu ‘sistematik düzenden’ haberleri olmadığı halde inançsızca savundukları şey; doğum öncesi insan ve hayatının yok olmasıdır.

Esasen ilk bakışta yukarıda bahsetmeye çalıştığım şeyle “çakışmış gibi görünen böylesi bir yokluk” kesinlikle gerçek dışıdır. Tam bir hayal ürünüdür.

Bu, tasavvuf ilminin belirli bir idrak düzeyi ile belirlediği yokluk değildir.

Yineleyelim: Allah ilminin verilerine göre, “mutlak varlığa dayalı” bir yokluk söz konusu iken, diğeri inkâr üzerine kurulu bir yokluğun kabullenişidir.

Fark edildiği şekilde, arada yerine oturmayan sözcüklerin dışında bir benzerlik bulunmamaktadır.

İşte felsefecilerin (daha doğrusu söz konusu tezi savunanların) en büyük hatası, ölüm sonrasının da aynı şekilde olabileceğini düşünerek, hayatı “iki yoklukla anlatma” konumuna getirmeleri, inanç boyutunu körelterek dinsizliğe davetiye çıkarmalarıdır.

 

 

 
 
İstanbul - 10.06.2009
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com