Nasıl yazıyorum!

     Yaklaşık on beş yıldan bu yana, bunca makale…

     Sayısını hatırlamıyorum.

     Çoğu basında, bir kısmı da dost sitelerde yer aldı.

     Yazdıklarımın yanında yazamadıklarım var. Artık stokları eritmeye çalışıyorum.

     Bir gün “devamlı yazacağımı” hiç düşünememiştim.

     Çünkü önceki dönemlerde ele aldığım birkaç yazı, başlamadan bitmişti.

     Anlayacağınız, tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştı.

     Şimdilerde durum pek öyle görünmüyor.

     Biraz daha farklı.

     Örneğin, zihnimde apansız oluşan bir fırsatı doğrusu, kaçırmak istemiyorum.

     Mutlaka değerlendirme yoluna gidiyorum.

     Tecrübeme istinaden şunu söyleyebilirim: Ismarlama yazı olmuyor, üstelik sırıtıyor. Okurda hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çünkü meramlar hep aynı oluyor.

     İnsanı manevi bir yoksula dönüştürüyor. Dolayısı ile hakkını vermek gerekiyor.

     Her yazı da birbirine benzemiyor. Konsantrasyonu sağlayamıyor.

     Okurken insan bir cendereye girmemeli, memnun kalmalı.

     Makalelerde hakkaniyet olmalı. Aşırı eleştiri bulunmamalı.

     Okuyucu, bir yazının zorbalıkla yazılmadığına inanmalı. Yazı akışı temin edilmeli.

     Önce bir açıklama, sonra başa dönüş ve replaylar varsa bilinmeli ki yazı geçerliliğini yitirmiştir.

     Satır aralarında hoşgörü yakalanmalı, okuru bir yerlere götürebilme fonksiyonları olmalı.

     Bildiğimiz kadarı ile yazar ile okur arasında birbirini karşılıklı olarak besleyen bir ilişki mevcut.

     Ve bence bir okur, bir yazarın içine düştüğü çıkmazları, kendisi ile çeliştiği noktaları yakalarsa artık onu takip etmeyebilir.

     Hele bir fikrin kaybolması, ana noktanın muallâkta kalması veya monotonluğun varlığı fark edilirse, o yazının ciddiye alınması imkânsızlaşır.

     Demek ki temel prensiplere riayet edilmesi gerekiyor. Yoksa insan yazıyorum derken maskara olur.

     Sonuç olarak bir okur, “bu ne biçim yazı” deyip dudak bükmemeli.

     Açıkça söylemek gerekirse, yazar bu şansını kaybederse, tipiye yakalanan sersemlere döner.

     Gerilime neden olur.

     Yazan, yazıda kendini bulmalı.

     Daha doğrusu, bulmaya gayret etmeli.

     Bir konu ile baş başa kaldığında, bu süreçte hiçbir şeyle ilgilenmemeli.

     Etrafındaki konuşmalara takılmamalı, tabiri caizse “bir kulağından girmeli, bir kulağımdan çıkmalı.”

     Zira benliğini veremezse, arzuladığı neticeye ulaşamaz.

     Bu hissiyat olmalı, belli edilmeli.

     Düşünceler birbirini kovalar dururken, kaç kez istediklerimi yazamadığım için başa dönmüşlüğüm olmuştur.

     Sık olmasa da gece kalkıp bir yazının omurgasını oluşturduğumu bilirim.

     Sabahleyin, “ben bu kadar şeyi nasıl yazmışım”, “bu bağlantıları nasıl kurmuşum” derim kendime.

     Şurası muhakkak ki artık eski tarzdan, yıllanmış kavramlardan kurtulmak şart.

     Yoksa işin tekniğine inemez, sembollerde boğulup, örneğin, nasıl olur da,  “Allah âlemleri altı günde yaratmış!” der durursunuz.

     Böylelikle hiçbir konunun kaynağına ulaşamaz, bir çözüm bulamazsınız.

     Değişimi fark edemeyen bir yazarın o çok övündüğü yanlarının gitgide gerilediğini görüyoruz.

     Düşünüyorum da, bugün genç nesil tarafından fazla bilinmeyen, ama çok enteresan detayları içeren ve insanı canlandıran öyle güzel, harika mistik deyişler var ki, onlar her zaman güncelliğini koruyor.

     Mesela Hz. Ali; “Ben ‘B’ nin altında bir noktayım.” diyor.

     Gel, çık işin içinden. ‘B’ nedir,  “nokta” nedir bilmen gerekir ki anlayabilesin.

     Yapmacık değil, çok samimi olarak dillendiriyorum. Ben bu zatın hayranıyım.

     Her bir kelâmı, insana yol gösterir mahiyette.

     Ya Ebubekir Hazretlerinin deyişine ne demeli: “Zatını idrak edemeyeceğimi idrak ettim.

     Buyurun, ne demek istediğini sizden dinleyelim!

     Bu düşünce içinde hürmetle ellerimizi bağlamak ve karşılarında eğilmek zorundayız.

     Böylesi yaklaşımlar, öngöremeyeceğimiz değişimlere, birlikteliklere ve yeni biçimlenmelere yol açacaktır.

     Bellek temizlemek, yeni şeyler üretmek için gerekli. Değişik yazılar yazabilmek için bu yükten kurtulmak gerekiyor.

     O nedenle dizüstünde bazı dosyaları sildim.

     Farklı dosyalar açtım. Yenilik kimyasını içine katmaya gayret ettim.

     Kimi zaman, aşırı çalışmadan ötürü, oturduğum yerden kalkacak gücü kendimde bulamıyorum. Bazen bir makaleye başlıyorum, ama arkasını getiremiyorum.

     Bir yerde, oltasına balık vurmayan balıkçılara dönüyorum.

     Anladım ki bu iş takliden olmuyor.

     Alt yapı gerekiyor.

     Önceleri yazılarımın "6000 karakter" (hem de boşluklar dâhil) sınırında olması beni zorlardı.

     Çünkü çalıştığım dergi, yazarlarından iki sayfayı doldurmalarını istiyordu.

     Sonradan alıştım.

     Kimi zaman da coştum, dur durak bilmedim, 1 ve 2’ li yazıları boca ettim.

     Allah ehlinin yansıttığı incelikleri, algıladığım kadarı ile sizlere yansıtmaya çaba gösteriyorum.

     Siz, “ilmin daha fazlası olsa da, olmasa da fark etmez” demeyin.

     İlim o kadar güzel ki, Rüyet’i silip atar gönlünüzden.

     “Görecek bir şey kalmadı” dedirtir size.

     Meselenin siyasi boyutuna gelince!...

     Siyaset bizim yolumuz değil. Çünkü biz taraf olamayız.

     Yazarken satırlara hükmedebilmek mümkün. Ama önemli olan, okurun kalbine girmektir.

     Bu düşünce ile yazmak bana mantıklı geliyor.

     Doğrusunu söylemek gerekirse bir yazar, kendinden pek bahsetmemeli, kendi yaşamını hiçe saymalı, zatından, üçüncü tekil şahıstan bahseder gibi bahsetmeli, ayrıca kırıcı olmamaya özen göstermeli.

     Okur da, metindeki farklılıkları yakalayabilmeli ve en önemlisi içselliğe geçebilmeli.

     Satırlara iyi bir başlangıç yapmak, sonunu esaslı şekilde bitirmek anlamına gelir. Sağdan soldan fikirler toplayanlar ise hemen sırıtır.

     Çünkü canlılığı yoktur, mana yanı kaybolmuştur.

     "Puzzle" ı tamamlamak üzere hazırlanan bir yazı, bütünlüğünü kaybeder.

     Bir oturuşta yazılan bir yazı daha farklı, daha akıcıdır.

     Haliyle değerlendirilmesi daha kolay olur.

     Hazırladığınız makalenin bıktırıcı yanı, anlaşılmayan taraflarının olmasıdır.

     Bu hususlara dikkat eden, hem yazma yeteneğini, hem de okur’un gönlünü kazanır.

     Şayet yazı, okuyabilen kişilerce anlaşılamıyorsa, bilmeyenlerin eline düşmüştür.

     Ben böyle bir topluma yazmak istemem.

     Ayrıca okunmayan yazarlar listesine dâhil olmak niyetinde de değilim.

 
 
 

 

 
 
İstanbul - 19.06.2010
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com