Lügat
manasıyla
“fesih,
kaldırma,
hükümsüz
bırakma,
Kur’an-ı
Kerîm’in
sonradan
gelen
bir
ayetin,
önceden
gelmiş
bir
ayetteki
hükmü
değiştirmesi”
anlamına
gelir
Nesh
kavramı.
Toplumsal
yaşamda
da
göreceli
şekilde
Nesh
eylemi
gerçekleştirilir.
Bizler
bazen
beğenmediğimiz
şeyleri
hükümsüz
kılar,
değiştirme
yoluna
gideriz.
Bıkkınlık
getirdiğini
düşündüğü
ev
eşyalarının
yerlerini
mütemadiyen
değiştiren
ev
hanımları
çoğunluktadır.
Bütçeye
uygun
koşullarda
bu
eşyaların
“bir
kısmını
ya da
tamamını”
değiştirmeyi
plânlar,
en kısa
zamanda
bunu
hayata
geçirmeye
özen
gösterirler.
Çok
sevdiğimizi
söylediğimiz
arabamız
eskidiğinde
kıymetten
düşer.
Artık
onu
elden
çıkarma
fikri
bizde
yoğunluk
kazanır.
Bazen
“sebepsiz
yere
değişikliklere”
gidilir.
Daha
sonra bu
işin
niçin
yapıldığı
anlaşıldığında
hayretler
içinde
kalınabilir.
Tüm
günlerini
kahvehanelerde
geçirip
zaman
öldüren
işsizler,
bu
değerli
vakitlerini
değişimle
farklılaştırabilir,
dinamikliğini
kaybetmek
üzere
olan
bedenlerini
yeni
imgelerle
güncelleyebilirler.
Sağlıklı
bir
beyin,
bir
şeyleri
değiştirebileceğini
hissettiği
an,
kendini
garip
bir ruh
hali
içinde
bulur.
Her şeyi
“İlmiyle
ilminde
seyreden
varlık
dahi”,
bir
hükmünü
sonradan
değiştirebildiğine
göre,
kulların
da kendi
fiillerinde
bunu
uygulaması
normal
karşılanmalıdır.
Mesela
Mutlak
yaratıcı,
önceleri
Müslümanlara
“ibadetinizi
yaparken
Kudüs’e
dönün”
demiş,
ama
sonra bu
hükmünü
Nesh
ederek,
“kıbleniz
bundan
sonra
Mekke-Kâbe”
demiştir.
İslâmiyet’in
kabul
edilmesi
sırasında
içki
haram
değilken,
on sekiz
yıl
sonra bu
hüküm
iptal
edilmiş
ve
yasaklanmıştır.
Örtünme
konusu
da
dediklerimize
bir
örnektir.
ÖRTÜNME,
göreceli
şekilde
değişikliğe
uğrar.
Önceleri
böyle
bir
kural
bulunmazken
tesettür
emri
gelmiş,
ancak
kadın
hallerinin
bitimi
akabinde
“saçların
açıkta
bırakılmasında
bir
mahzur
yoktur”
denilmiştir.
Bir
başka
paradigma
ise
Allah
Rasulünden.
Efendimiz
diyor
ki:
“Oruçlu
iken kan
alınabilir,
ama
hacamat
orucu
bozar.
Ayrıca
yapan ve
yaptırtanın
da
orucunu
bozar.”
Hadisin
yorumuna
girmeden,
oruçlu
iken
hacamat
yapılamayacağını,
ancak
normalleşme
süreci
içinde
bu
sünnete
uyulabileceğini
ifade
edebiliriz.
Bir
anlamda
yasaklama
varken,
diğer
süreçlerde
bu
uygulama
serbest
bırakılmıştır.
Buna
eş/benzer
uygulama
ise
şöyledir.
Bayramın
ilk günü
“oruç
tutmak”
haramdır
ama
diğer
günler
serbesttir.
Keza
zamanın
başında
ışık
vardı.
Işık,
bütünlük
içindeyken
titreşime
girerek
maddeyi
oluşturmuş,
parçalara,
suretlere
ayrılır
bir
görünüm
vermiştir.
Allah
insanı
yaratıp
bütün
“meleklere
ve
cinlere”
önünde
diz
çökmesini
söylerken,
şeytan
birimselliğinden
kaynaklanan
biçimde
bu hükme
uymamış, bir
anlamda
hükmü
Nesh
etmiş ve
“secde
etmeyerek”
asi
konumuna
düşmüştür.
Çünkü
şeytana
göre bu
âlemde
diz
çökülecek,
tek
varlık
Allah’
tır.
Ancak bu
idraki
nedeniyle,
ikileme
düşmüş,
Allah-İnsan
arasındaki
temel
noktayı
algılayamamış
ve tard
edilmeye
maruz
kalmıştır.
Kutsal
kitaplar,
Hz.
Âdem’in
cennette
yaşadığını
söylerler.
Acaba
nasıl
bir
cennet! |
|
Âdem-Havva
türlü
nimetlerle
keyif
sürerken,
yine de
sınırlı
olarak
düşündükleri
bu
durumdan
kurtulmak
isterler,
uyarılara
rağmen
hükmü
hiçe
sayarlar,
cinselliği
yaşayınca,
kendilerini
cennetten
çıkarılmış
bulurlar.
Bu
takdirde
şu
soruları
sormak
mantıklı
olur:
Âdem ile
Havva
kaderlerini
kendileri
mi
seçmişlerdi?
O
nedenle
cennetten
çıkmayı
mı arzu
ettiler?
Sonsuz
güzellikler
mekânında
bulunurlarken
ve
“burada
huriler,
gılmanlar”
söz
konusu
iken
yasak
meyve-cinsellik
neden
yasaklansın
ki?
Şu husus
akıldan
çıkarılmamalıdır:
Cennet
bir
sınav
yeri
değildir!
O
halde?...
Şayet
böyle
bir
anlayışa
sahipsek
bunun
Nesh
edilmesi
gerekir.
Olay,
sıradan
inanç
sahiplerince
bal gibi
cennetten
kovulmadır.
Ancak,
Âdem
Nebi
cennetten
kovulmamış,
nefsin
kendini
tanıma
meratiplerinden
birinde,
“mülhime
basamağından”,
‘nefsi
emmare’
batağına
düşürülmüştür.
Burada
yasağa
uyulması
emredildiğinde
“hikmetlerinin
düşünülmesi”
isteniliyor
anlamı
çıkar.
Nitekim,
o ağacın
(yani
cinsellik)
yanında
sonsuza
kadar
yaşanabileceğini
kabul
edersek
bu
husus;
meselenin
başka
boyutlarının
da
olduğu
anlamına
gelir
ki,
başta
bahsi
geçen
cennet
ortamının
dünya
üzerinde
yaşandığını,
tard
edilme
olayının
ise
“evrende
bir
sistemin
varlığından
haberdar”
edilmesi
için
tezgâhlanmış-programlanmış
olabileceğini
anlatır.
İlâhiyatçılar,
insanın
dünyada
bir
sınavdan
geçtiğini
düşünürler,
insana
iyiyi ve
kötüyü
ayırma
yetkisi
verildiğini,
cüzi
irade
sahibi
olmasından
ötürü,
bu
değerlendirmeyi
yapabileceklerini
söylerler.
Oysa
bilimsel
araştırmalar
şimdilerde
dinsel
açıklamaları
desteklerken
aynı
zamanda
değişime
zorlamış,
varlığın
bölünmez
ve
parçalanmaz
bir
bütün
olduğu
tezine
yaklaştırmış,
“heva
edinilen”
fikirler
eskilerde
kalmış,
kendini
yenileyenler,
gerçeği
bilme
imkânına
kavuşmuştur.
Allah
Rasulü,
“İnsanlar
uykudadır.
Ölünce
uyanırlar”
der.
Ama bu
hakikate,
bildiğimiz
fiziki
manadaki
ölümden
sonra
ulaşılacağı
anlamına
gelmez.
Demek
oluyor
ki,
basmakalıp
yaklaşımlarla
uyarıların,
gerçek
yanları
tespit
edilemediği
için
bireyler,
değişime
geçemiyorlar.
Neticede,
bunlar
da
gerçekçi
olmuyor.
Eski
çağlarda,
varoluşun
özünün
yukarıdaki
“yedi
kat
göklerde”
olduğu,
ancak bu
maddi
dünyaya
düşmesinden
ötürü,
karanlığa
gömüldüğümüz
söylenir.
İdraki
genişleyen
bir
kimse,
yedi
kat
semayı
özünde
bulursa
sonuç
değişir.
Buna
göre, ‘Rahman’ın
arşı
istiva
etmesi’
hükmü de
daha
kolay
değerlendirilir.
Özetlemek
gerekirse
mesele,
var
olanla
yetinmek,
gerginlikler
icat
etmek
değildir.
Bilinmesi
gereken
bir şey
var.
Gerçeğe
uzanan
yol
Nesh
ile
oluşur.
|