Ölümle ilgili…

 

Hicretin kırkıncı yılı, Ramazan ayının 21. gecesi, yani 4 Kasım 661 tarihi, mistik alanda kara bir gün olarak anılır. İlim şehrinin kapısı Şahı velâyet Hz. Ali, bundan 1343 yıl önce, İbn-i Mülcem isimli bir Harici’nin kılıç darbesiyle şehit edilmiştir. İslam âlemi bu olaydan sonra büyük sarsıntılar geçirmiştir.

Rivayete göre, Mülcemoğlu, daha önce Hz. Ali’ye biat etmek istemiş; Hz. Ali, sanki ölümünün “onun elinden olacağını” bilmişçesine bunu iki kere reddetmiştir.

Üçüncüsünde başını ve sakalını göstererek: “Buradan akacak kanla, şunu şunu boyayacak kişiyle ne işim var benim!” demiş ve şu beyti okumuştur:

“Ölüm gelip çatınca kuşan kemerini sen; seninle buluşunca telaşa düşme, dayan,

Ölüm mahallene kondu mu acılanma, sızlanma, dayan”.

Diğer yandan, Hz. Ömer de ölümle ilgili şunları söyler:

‘Ölüm yarın, belki yarından da yakındır.’

İnsanoğlunun kulağına küpe olacak bu harika sözler sayesinde bizler, yaşamla-ölüm arasındaki çizginin ne kadar iç içe olduğuna tanık oluyoruz.

Bir bakıyorsunuz dünya tatlısı bir insan, birkaç gün içinde herkesi şaşırtacak şekilde ahirete göçüp gidiveriyor.

Evet, gerçekten de öyle.

İnsanoğlu bazen "hiç anlamadan geçiriveriyor" zamanı. Daha kat edilecek çok yolu var diye düşünüyor, hayal ediyor.

Ne ki, birden ölüm haberi geliyor.

Hüküm zahir olmuş,

Allah’ın biçtiği ömür sona ermiştir.

Ve mekân değiştirenler, tatlı bir tebessüm olarak yerleşiyor zihinlere.

Oysa ölüm bir son değil, tadımlık bir şeydir.

Öyle de olsa bazı ölümler vardır ki, sizden bir parça alıp götürür. Sevdiğiniz “bir dostunuz, yakınınız öteye intikal ettiğinde bunu hisseder ve her şeyin ne kadar boş, ne kadar anlamsız ” olduğuna karar verir ve bir müddet bu acıyla yaşamak zorunda kalırsınız.

Ölüm haberini paylaşım, insanlığın en güzel örneklerinden biridir. Acı çekenle acı çekmek, gözyaşı dökenle gözyaşı dökmek insani dayanışmanın, inanç dünyasının bir enginliğidir. Yas tutanın yasını hafifletmek yine insana mahsustur.

Sevgiler paylaşarak çoğalırken enteresandır, acılar da paylaşımla azalır.

Bu sayede dostluklar sağlamlaşır.

Hayatta her şeyin bir istisnası vardır, ama ölümün yoktur. Hiç kimse bu olguyu zapt u rapt altına almaya, özellikle ömür uzatıcı çalışmalara girmemelidir. Değişmeyen değerleri, değişebilir hale getirmek insanın harcı değildir. Bu tür oluşlar muhkem kazalar arasında yer alır.

Çünkü ‘ana rahminde sabitlenen ecel süresi, ne bir dakika uzar ne de bir dakika kısalabilir.

Zamanı geldiğinde, makul olan ya da olmayan sebeplerle insan bu dünyayı terk etmek zorunda kalacaktır.

Oysa, toplumda her zaman olduğu gibi, isyankâr bir ruh hali içinde ölümlerdeki “makûs talihi-kaderi değiştirmek amacıyla” yapılan girişimler de olmuyor değil.

Malum, ölümü zamansız bulmak, ‘tanrı’ ile işbirliği içinde olmak anlamına gelir. Oysa ilâhi seviyedeki adaletin, Allah’ın dilediğini yapması anlamına geldiğini, zaman ve mekân üstü boyutlarda tasarlandığını aklımızdan çıkarmayalım.

Böyle bir yaklaşım sadece doğruyu göstermekle kalmaz, saçma sapan düşüncelerin önüne de geçmiş olur. Örneğin bir vefat olayı suskunlukla yaşanır hale gelir.

Aykırı hareket edenler ise bunalıma girip "psikolojik tedaviye ihtiyaç" duyabilirler.

Ölüm, ortaklaşa paylaşılan bir olgunun işaretidir. Bir cenaze töreni, “hoşgörü topluluğunun” bulunduğu alandır. Burada hırçınlıkla, insanlara hakaret ederek onları aşağılayan kimseler bulabilmeniz imkânsızdır.

İlginçtir, alışılagelmiş “takıntılı tavırlar, ideolojik tartışmalar” orada yerini sessizliğe bırakır.

Genelde her yerde olması gereken bu tabloya ne yazık ki cenaze merasimlerinde rastlamak mümkündür.

Bu bağlamda, Hiddeger’in ünlü sözünü anmadan geçemeyeceğim: “Kendi ölümüm bir trajedi, başkasının ölümü ise bir istatistiktir.”

Hiddeger sanırım, kendine ve yakınlarına gereken değerleri veren, ama yakın plânda olmayanları pek dikkate almayan bir bakışı dile getiriyor.

Konuyu, çarpıcı bir analizi yansıtarak bitirme arzusundayım.

1907 yılında Massachusetts’li bir doktor, kafayı ruhun ağırlığına takmış. Bu nedenle özel bir ölüm döşeği tasarlamış. Sonra da insan vücudunun ölüm anında 21 gram kaybettiğini rapor etmiş. Buna göre ruhun ağırlığının 21 gram tuttuğu varsayılıyormuş.

Hemen belirtelim:

Ruhun (ışınsal yapının) erkeği-dişisi ve ağırlığı yoktur. Buna dayanarak, bedendeki söz konusu hafiflemenin su kaybından ötürü ve ciğerlerdeki havanın boşalmasıyla alâkalı olabileceğini düşünmekteyim.

 

 

 
 
İstanbul - 25.05.2009
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com