Zenginliğine rağmen aradığı huzuru bir türlü bulamayan adam üstada yakarmış:
"Lütfen bana yardım edin! Aydınlanmak için neler yapmalıyım?"
"Maalesef,"demiş bilge, "Çok geç... Keza, ölümün hızla yaklaştığını görüyorum. On günlük ömrün kalmış. Eğer yanılmışsam, bana yine gel."
Duyduklarına inanmakta güçlük çeken adamcağız, perperişan evine dönmüş. Karısı: "Ne oldu, niye böyle mutsuzsun?" diye sorunca, adam büyük bir pişmanlık içinde cevap vermiş:
"On gün içinde öleceğimi öğrendim bugün. Yaptığım hataları, işlediğim günahları nasıl telafi edeceğimi bilemiyorum..."
O sırada, mali müşaviri kapıda belirmiş: "Efendim, parayı tahsil edemedim. Adam borcunu ödememekte direniyor. Galiba mahkemeye gitmek en doğru çözüm." Adam biraz düşündükten sonra: "Boş ver" demiş. "Bende para fazlasıyla var. Yoksa ona borç nasıl verebilirdim ki... Ona borcunu iptal ettiğimi söyle. Paranın keyfini çıkarsın." Patronunun bu konulardaki tavizsiz yaklaşımına alışkın olan müşavir ne diyeceğini, ne düşüneceğini bilmez bir halde evden ayrılmış.
Derken adam, yıllardır küskün olduğu bütün dostlarını ziyaret ederek hepsinin gönlünü almış. Düşmanlarıyla bile el sıkışarak uzlaşmayı başarmış. Sonra da, servetinin büyük bir bölümünü hayır kurumlarına bağışlamış. Ve ölümüne birkaç gün kala, tüm dinlerin temsilcilerini çağırarak kendisine kutsal kitaplardan pasajlar okumalarını rica etmiş. Son gün gelip çattığında, meditasyon yaparak tevekkülle ölümü beklemeye başlamış.
Bu arada halk, onun ne denli sevecen ve cömert biri olduğunu konuşuyor, adı tüm gazetelerde sitayişle anılıyormuş. On birinci günün sabahında hâlâ yaşadığını gören adam, üstada giderek neden ölmediğini sormuş.
"Sana aydınlanmanın sırrını öğretmemi istemiştin..."
"Anlamadım... Bana hiçbir şey öğretmediniz ki!"
"Söyle bakalım," demiş üstat gülerek,
"Son on gündür neler yaptın? Kime ne yalanlar söyledin? Kaç tane düşman kazanıp, dost kaybettin?"
"Artık harcanacak vaktim kalmadığını düşünüp herkesle barıştım, servetimi de ihtiyacı olanlara dağıttım."
"Bundan önce insanlar senin hakkında ne düşünüyorlardı?"
"Bencil ve kaba biri olduğumu..."
"Ya şimdi?"
"Herkes beni övüyor ve ermiş bir adam olduğumu söylüyor."
"Bundan memnun musun?"
"Elbette!"
"Öyleyse evine dön oğlum. Bil ki, her an bu dünyayı terk edebilirsin. Hayatının her gününü şu son on gün gibi yaşa. Huzuru hep böyle bulacaksın. İşte irfan budur."
İnsan hayatının büyük bir kısmı sadece balık avlamak, yürümek, şarkı söylemek, âşık olmak, çocuğunu sevmek, tiyatro izlemek, şiir okumak, borsayı takip etmek üzerine kurulu ise bu tür zevkleri kendisine bir şeyler veremez, haliyle huzur dolu bir yaşama da sahip olamaz diyebiliriz.
Bu bakımdan yukarıda hikâye, tezat dolu bir yaşam düzenine yapılan müdahalenin ne kadar yerinde olduğunu vurgulamak açısından çok önemlidir.
Zira Üstadın yanıtı, adamın huy ve tabiatı istikametinde olsaydı, ona hiçbir fayda sağlamayacak ve doğru olan elde edilemeyecekti.
İlginçtir, ölümün hangi yaşta olursa olsun hissedilmesi bakın fertleri ne hale getiriyor, baştan aşağı nasıl değiştirebiliyor. Ayrıca insan dünya malına önem vermenin yanlışlığına varıyor. Bırakıp gideceği şeylere yapışıp kalmaya pek de gerek olmadığı bilincine ulaşıyor.
En önemlisi, bu boyutlarda gerçek değerlerin varlığını algılayabiliyor.
Ve genelde karşılaşılan şu ya da bu sorunun tartışılmasının şart olmadığı, aynı zamanda izafi olduğu ortaya çıkıyor.
Anlaşılan, hayata değişik pencerelerden bakmanın yararı olmalı.
Sevgili okurlar!
Zamanın akışı içinde kendimizi kaptırdığımız böylesi duygular, mücadelelere/tutkulara dönüşmeden yani pişman olmadan rafa kaldırılmalı, yerlerini sevgi, beraberlik bütünlük, edep adap, karşılıksız iyilik gibi değerlere, özetlemek gerekirse aklın özelliklerine terk edilmelidir.
Zira olumsuzluklar, insanların kendilerini belirsizlik ve emniyetsizlik içinde hissetmesine yol açabilir. Bizler sorunları dert etmeden yaşamın yollarını bulmalıyız. Bu duyguları ve ilişkilerin bileşenlerini tespit edersek onlardan kurtulmamız da o nispette kolay olacaktır.
|