Bugün çevremizde
tutumları,
tutarsızlıkları
ile sıradan
insanları bile
şaşkınlık içinde
bırakan bir
yığın insan var.
Bunları
tanıyorum.
Ayrıca neler
konuştuklarını
da duyuyorum.
Güya gerçeği
anlatıyorlar.
Yaklaşımları
asla hakikâtle
ilgili değil!
Sahiplik
duygusunu
arttırmaktan da
öteye gitmiyor.
Hatta bununla da
kalmıyor,
gerçeğin
sözcülüğünü
yaptıklarını ve
bunu
kendilerinin
temsil
ettiklerini de
çevrelerine
inandırıyorlar.
Oysa kesin
olarak bilinmeli
ki, temsilcilik
görevini
sadece
kendilerinin
temsil ettiğine
inanmayanlar
yapabilir.
İki lafı
duyduğunda
haberci kesilip
“sağa sola”
yayanlar, Hz.
Rasulûllah’ın
varisi olma
işlevini
üstlenemezler.
Beş duyu
kaydıyla
yaşayan,
şartlanma ve ön
yargılarını
"iteklemeyen"
bir insan nasıl
olur da,
kendisini yeterli
görür ve
“hakikâti bilmek
istiyorsanız, ön
yargılardan
kendinizi
kurtarın”
diyebilir.
Mevcut bir olaya
tepki
göstermekte
gecikmeyenin,
bazı şeyleri
izah etmek
isterken komik
durumlara
düşmesi,
sohbetlerindeki
müstehzi
ifadelerinden
anlaşılıyor.
Aslında bunun
farkında olan,
diğer taraftan
da “neyin neden
yapıldığını
keşfetmek için
bir yığın
düşünceye dalmak
mecburiyetinde”
kalıyor.
Çünkü tavır
değişikliği, bu
durumu
yaratıyor.
Bilinmeli ki
gerçek, ‘teoriler
arasında sıkışıp
kalan bir olgu’
değildir.
Kişilerin
menfaatleri
doğrultusunda
çalışmaz.
Bireysellik
kabul etmez.
Geçmişine alkış
tutacak sözlerle
elde edilemez.
Ne ki takdire
uygun yaşayan,
neyi ne zaman
yapacağını iyi
bilendir.
İşte onlar ancak
‘Hakk'ı
tavsiye’
edebilir. Sabrın
teknik yanlarını
anlatabilir.
İlginç olanı,
içsel yaşamda
sabra yer
olmadığını
düşünür. Bunun
yanı sıra, çok
daha derin
çalışmaların
gerekli
olduğunu,
kulluk adı
altında
yapılanların ise
derin manalar
için yeterli
olamayacağını, o
nedenle
Efendimizin
(sav) Hz.
Ali’ye,
“Ya Ali sen
Allah’a aklınla
yaklaş”
dediğini
hatırlar,
muhakeme eder.
Kulluk adı
altındaki
çalışmaların
‘mental yapı’
ile alakalı
olduğunun
bilincine varır.
Gerçekten
nasibini
alanlar, böylesi
mahallerdir.
Kırılgan bir
toplumsal dokusu
olmayan, herkesi
seven
“yaratandan
ötürü” ve
benzeri sözleri
laf kalabalığı
için sarf
etmeyen,
altın bir
tepside
kendilerine
ikram edilen
ilmi elinin
tersiyle itmeyip
hayal âlemine
dalmayanların,
müşahede içinde
olanların işidir
bu.
İç dünyada ses
getiren eylemler
yapmak, amacına
ulaşana kadar
devam etmek,
azimle
‘kocaman taşları
yerinden’
oynatmak hiçde
kolay değildir.
İzafi olmayan
konular üretmek,
devamlılığını
sağlamak, sessiz
ve sedasız,
ancak yoğun bir
şekilde yaşamına
devam etmek,
etrafla meşgul
olmamak, onların yapageleceği
şeylerdir.
Ne hikmetse,
kimilerinin bu
yanlı
gelişmelerin
hiçbiri hakkında
fikir beyan
edemeyecek halde
bulunmaları,
gerçeği bir
anlamda inkâr
etmeleri
anlamına
gelmiyor mu. Ne
dersiniz?
Gördüğünüz gibi,
tutuculuk- ön
yargı-bağnazlık
bir kere egemen
olmaya görsün.
Burada şöyle
hatalar, sistem
dışı şeyler var,
denir. Ama
önünde tapu gibi
duran
Mesnevi'de
yazılanlara hiç
bakılmaz.
Bunun nedeni,
hakikât
arayışında
bulmamakla
ilgilidir.
Taklitçilikle
hayatını
sürdüren,
Kur’an'da
göz boyutunun
önemli
olmadığını
anlatan sembol
olayları,
örneğin,
Hızır as.
İle Hz. Musa
arasındaki
bağlantı
noktalarını hiç
dikkate almaz,
daha doğrusu
alamaz, ayrıca
soramaz,
sormaktan
da korkar,
ama inanç ve
teslimiyeti olan
biri gibi
etrafına hava
atarak yaşam
boyutunda olduğu
düşünür.
Ancak “toplum
dışı bir tablo”
görünce, nevri
döner, birden
asabileşir.
Her şeyi
birbirine
karıştırır.
Şimdi
kendilerine
şunları sormak
gerekir:
Hani sen hakikât
ehliydin,
ölmüştün,
nefsini biliyor,
rabbini
tanıyordun?
Bütün bunlar
tamamen fasa
fisodur.
Evet, gerçeğe
ulaşıp, müşahede
ehli olmadan, bu
kafayla bu
boyutları
yaşamanın mümkün
olmadığını
söylemek
herhalde yerinde
olacaktır. |