Eşitsizliğin, kayıtsızlığın, böbürlenmenin,
büyüklenmenin avami hayatı tercih etmenin oluşturduğu
değişik renklerin etkisiyle, bilincimizde yoğunlaşan “saygı
kavramının” gittikçe silikleşen ve adeta dumura
uğrayan halinden bahsetmek istiyorum.
Ayrıca, bu
kavramın yerli yersiz kullanılmasına tanık oluyoruz.
Bizden
olmayanlarla, farklı dünyaları yaşayanlar veya yok
sayılanlarla nasıl bir insani ilişkiye gireceğimiz
hususunu ciddiye alan hemen herkesin etraflıca düşünmesi
gereken bir konu bu.
Olması
gereken bir entelektüel davranış biçimi, aynı
zamanda insana bir değer verme inceliğidir diyebiliriz.
Mistik
boyutun da meseleye aynı şekilde baktığından hiç şüphem
yok.
Amacım,
insanlardaki bir “görme bozukluğu” veya “duyma
özürlülüğü” durumuna, saygı üslubunu genişletecek ve
bireyler arasında fark gözetmeksizin oluşturulacak saygı
boyutuna işaret etmek.
Akıllardan
çıkarılmaması gereken taraf şu: Toplumun “eşit hak ve
özgürlüklere” sahip bireylerden var olduğunu kabul
eden bir sistemde yaşamak, bir nebze olsun bireylerin
birbiriyle olan ilişkileri ile mümkün.
Oysa
saygıda kusur etmek, bir “hakareti içermese dahi,
insani yanlarımızı sınırlayan, daraltan ve
başkalarına hayat hakkı vermeyen, başkalarının
varlığının tanınmamasına yol açan, adeta baskıcı bir
unsur gibi karşımıza dikilen, aynı zamanda yaralayıcı,
onur kırıcı bir davranış”.
Herhalde en
hayati meselelerimizden biri, başkalarını fikirlerimize
ters düşse dahi tanıma sorunu.
Tasavvuf
ehli, saygı anlayışını, ‘kemalat ehlinin hali’
diye tarif etmekte ve bu niteliğe erişenlerin yüksek
mertebelere ulaştığını belirtmektedir.
Saygı,
sadece belirli kişilere gösterilmekle kalmayıp
“sokağa” ve “gündelik hayata” taşınmalıdır.
Saygıda
kusur etmeyecek birimin, toplumsal ilişkileri konu alan
bir çalışma içine girmesi ve kendi algılayış biçimi ile
muhatabı arasındaki her türlü farkı hazmedebilmesi
beklenir. Bütün bu hususları göz ardı eden birey, sosyal
yaşamdan beklentisi olmayan ve aynı zamanda manevi
alanda da nasibi bulunmayan bir kişi olarak temayüz
eder.
Toplumsal
yabancılaşmada ve aşırı öfkede saygı hemen hemen
kaybolur. Toplumun isteklerinin yanında bireysel hak ve
isteklerdeki devamlılık hali yine bu niteliğin
kaybolmasına yüz tutar. Demek ki saygı, fark edilmese
bile beşeri yaşamda bir denge unsurudur.
Tabii bu
söylediklerim, sadece gündelik hayatın kesitlerini
kapsamıyor. Saygı düzeni esas manevi âlemde kendini
gösteriyor.
Örneğin,
belirli bir noktaya gelmiş bir bireyin birden ‘ben
oldum’ havalarına girmesi, kendini diğerlerinden
üstün görmesi, belirli ortamlarda istediği gibi
konuşması, bir hınç patlaması gösterircesine hareket
etmesi ne kadar doğrudur?
Aidiyet
duygusunu yitirerek yönsüzleşen, adeta bir saldırgan
durumuna düşen kişi, daha iyi bir yaşam, saygınlık ve
gerek kişisel, gerekse evrensel tatmin getirebilecek
bilgileri sırf bu yönlerinden dolayı kaybeder duruma
gelir.
Devamı
halinde beklentilerinin ilelebet yok olmasına neden
olur.
Saygılı bir
insanın eskiden olduğu gibi, bugün de daha çok
‘saygı’ göstermesinden başkaca bir amaç yoktur. Bu
yönüyle insanlardan her an değişime hazır olmaları ve
risk almaları, sistemde olagelecek düzenlemelere
daha çok bağlı kalmaları istenir.
İnsanın kendi üzerindeki kontrolünü yitirdiğini, ruhsal
bir çöküntü içinde bulunduğunu, yaptığı işin onu daha da
çok pasifleştirdiğini görürseniz ondan saygı beklemeyin.
İnsanın, karakterinin bütün derinliğini kaybettiren bu
tehlikeden bir an önce kurtulması gerektiğini
hatırımızdan uzak tutmayalım. |