Saygının kıtlığı
Ahmet F. Yüksel
 

Eşitsizliğin, kayıtsızlığın, böbürlenmenin, büyüklenmenin avami hayatı tercih etmenin oluşturduğu değişik renklerin etkisiyle, bilincimizde yoğunlaşan “saygı kavramının” gittikçe silikleşen ve adeta dumura uğrayan halinden bahsetmek istiyorum.

Ayrıca, bu kavramın yerli yersiz kullanılmasına tanık oluyoruz.

Bizden olmayanlarla, farklı dünyaları yaşayanlar veya yok sayılanlarla nasıl bir insani ilişkiye gireceğimiz hususunu ciddiye alan hemen herkesin etraflıca düşünmesi gereken bir konu bu.

Olması gereken bir entelektüel davranış biçimi, aynı zamanda insana bir değer verme inceliğidir diyebiliriz.

Mistik boyutun da meseleye aynı şekilde baktığından hiç şüphem yok.

Amacım, insanlardaki bir “görme bozukluğu” veya “duyma özürlülüğü” durumuna, saygı üslubunu genişletecek ve bireyler arasında fark gözetmeksizin oluşturulacak saygı boyutuna işaret etmek.

Akıllardan çıkarılmaması gereken taraf şu: Toplumun “eşit hak ve özgürlüklere” sahip bireylerden var olduğunu kabul eden bir sistemde yaşamak, bir nebze olsun bireylerin birbiriyle olan ilişkileri ile mümkün.

Oysa saygıda kusur etmek, bir “hakareti içermese dahi, insani yanlarımızı sınırlayan, daraltan ve başkalarına hayat hakkı vermeyen, başkalarının varlığının tanınmamasına yol açan, adeta baskıcı bir unsur gibi karşımıza dikilen, aynı zamanda yaralayıcı, onur kırıcı bir davranış”.

Herhalde en hayati meselelerimizden biri, başkalarını fikirlerimize ters düşse dahi tanıma sorunu.

Tasavvuf ehli, saygı anlayışını, ‘kemalat ehlinin hali’ diye tarif etmekte ve bu niteliğe erişenlerin yüksek mertebelere ulaştığını belirtmektedir.

Saygı, sadece belirli kişilere gösterilmekle kalmayıp “sokağa” ve “gündelik hayata” taşınmalıdır. 

Saygıda kusur etmeyecek birimin, toplumsal ilişkileri konu alan bir çalışma içine girmesi ve kendi algılayış biçimi ile muhatabı arasındaki her türlü farkı hazmedebilmesi beklenir. Bütün bu hususları göz ardı eden birey, sosyal yaşamdan beklentisi olmayan ve aynı zamanda manevi alanda da nasibi bulunmayan bir kişi olarak temayüz eder.

Toplumsal yabancılaşmada ve aşırı öfkede saygı hemen hemen kaybolur. Toplumun isteklerinin yanında bireysel hak ve isteklerdeki devamlılık hali yine bu niteliğin kaybolmasına yüz tutar. Demek ki saygı, fark edilmese bile beşeri yaşamda bir denge unsurudur.

Tabii bu söylediklerim, sadece gündelik hayatın kesitlerini kapsamıyor. Saygı düzeni esas manevi âlemde kendini gösteriyor.

Örneğin, belirli bir noktaya gelmiş bir bireyin birden ‘ben oldum’ havalarına girmesi, kendini diğerlerinden üstün görmesi, belirli ortamlarda istediği gibi konuşması, bir hınç patlaması gösterircesine hareket etmesi ne kadar doğrudur?

Aidiyet duygusunu yitirerek yönsüzleşen, adeta bir saldırgan durumuna düşen kişi, daha iyi bir yaşam, saygınlık ve gerek kişisel, gerekse evrensel tatmin getirebilecek bilgileri sırf bu yönlerinden dolayı kaybeder duruma gelir.

Devamı halinde beklentilerinin ilelebet yok olmasına neden olur.

Saygılı bir insanın eskiden olduğu gibi, bugün de daha çok ‘saygı’ göstermesinden başkaca bir amaç yoktur. Bu yönüyle insanlardan her an değişime hazır olmaları ve risk almaları, sistemde olagelecek düzenlemelere daha çok bağlı kalmaları istenir.

İnsanın kendi üzerindeki kontrolünü yitirdiğini, ruhsal bir çöküntü içinde bulunduğunu, yaptığı işin onu daha da çok pasifleştirdiğini görürseniz ondan saygı beklemeyin. İnsanın, karakterinin bütün derinliğini kaybettiren bu tehlikeden bir an önce kurtulması gerektiğini hatırımızdan uzak tutmayalım.

 

 

 
 
Medine - 24.09.2008
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com