Senin ‘Ben’ dediğin şey!
Ahmet F. Yüksel
 

Bu yazıda ‘Benlikle’ ilgili noktalara dilimiz döndüğünce, aklımız yettiğince değineceğiz.

Ünlü düşünür Bachmann’ın bir yerde dediği gibi hep ‘Ben’ diyebilmenin keyfini çıkarır, bazen de olur olmaz durumlarda bu kavramı kullanmanın güçlülüğünü yaşarız.

Gerginlik zamanları, acı ve sevinç süreleri, zor günlerin göstergesidir. Bu süreler içinde Ben kavramının tartılarak kullanılması doğru olur. Çünkü, halife olarak var olmuş insanın çok duyarlı olması gerekir. Kendinden uzak, normal düzeyde yaşayan, genelde yapısı itibariyle tepkili, öfkeli olur. Yaşananlara sokakta, çevremizde şahit oluyoruz. Bu gibi durumlarda duyguyla aklı birleştirmek epeyce zor olur. İnsan sinirlendikçe sinirlenir. Kolay kolay da bu çaresizlikten kurtulamaz. Tabi sonuçlarını-enerji kaybını-günler/haftalar boyu hisseder.

Bu tarz davranışlar kızgınlığın, protestonun hatta bir hesap sormanın belirtisidir. Ama, sonuç olarak bir insana yakışmaz.

Aslına bakarsanız, bu düzeyde yaşayanın BEN kavramından hiçbir haberi yoktur.

Nitekim, Ahmed Hulûsi son yazdığı ‘Yenilen’ adlı kitabında bu konu ile ilgili şu cümlelere yer vermektedir:

Kişi, varlığın ve kendisinin hakikâtini, orijinini  sorgulamaya başladığı ilk aşamada, “Ben-Ego-Ene” merkezli bir düşünce sistemine sahiptir.

“Nefsi emmare” yani “Emreden bilinç” diye tanımlanan bu kişilik, kendini yalnızca beden yapı olarak kabul ederek, bildiği her şeyin bu ’ben’ e ait olmasını ister.

“Ben” en iyisini yiyeyim, içeyim, her şey benim olsun!...

Maneviyat mı var, benim olsun! “Allah” mı var, ben O’na en yakın olayım türünden, hep benliğine yönelik istekler düşüncesindedir.

İnsanın kendisi ile ilişki kurması ve gerçek ‘ben’ i kullanması, geçmişi ile yollarını ayırması, var olduğu andan bugüne kadar yaşanan tüm safhaları, tüm kimlikleri silmesi suretiyle filizlenir. Burası, belki de işin en önemli ve püf noktasıdır. Çünkü gerçek yaşantı, kendini et kemik sanıp onu koruyana, sahip çıkana veya aksine bedenini çarşıya pazara çıkaracak kadar sahip olmayana ait değildir. Şayet ‘yaşıyorum’ diyenlerin kimliklerinde, ortaya koydukları gerekçelerinde, özürlerinde, bu ‘gerçek ben’i aramaya koyuluyor isek yanılsamalar dünyasında kendimizi buluyoruz demektir. Hem de ilk sıralarda…

İster olumlu isterse olumsuz görünsün, yaşadıklarımızın gerçek benle ilgisi yoktur. Zira biz, her ‘ben‘ diyenin başka adreslere yansıma yaptığına tanık oluyoruz.

Oysa “Ben” bir kavram bütünü, soyut yaşamın tarifidir. Bu boyutu yansıtan Mevlana Hazretleri: “Bugün Ahmed benim, ama dünkü Ahmed değil” derken, kişilikten, kimlikten-vehimden kurtulmuşluğun,  noktayı-vechi tam olarak seyretmişliğin işaretini vermekteydi. Haliyle dünkü Ahmed’in bunlardan asla haberi yoktu.

“Ben” diyebilme konusundaki kararsızlığı sürekli vurgulamış bir kişi olarak, bir-iki noktayı daha açıklığa kavuşturmak istiyorum: Hiç kimse iyice düşünmeden, neredeyse otomatiğe bağlamış bir şekilde ‘Ben’ deme çabası içinde olmamalı. Önemli olan, insanın gerçek Ben’ i söyleyebilme durumuna gelmesi, buna hem kendini hem de karşısındakileri inandırabilmesidir.

Bunun yolu ise kelimenin tam anlamıyla yok olmaktan geçer. İçinde bulunduğumuz çıkmazın nedeni yokluğun farkına varamamış olmak ve yaşam içinde kıvranıp dururken gerçek ‘Ben’in’, oldukça gerisinde kalmaktır diyebilirim.

 

 
 
İstanbul - 28.12.2007
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com