Bu yazıda ‘Benlikle’ ilgili noktalara dilimiz
döndüğünce, aklımız yettiğince değineceğiz.
Ünlü düşünür Bachmann’ın bir yerde dediği gibi
hep ‘Ben’ diyebilmenin keyfini çıkarır, bazen de
olur olmaz durumlarda bu kavramı kullanmanın güçlülüğünü
yaşarız.
Gerginlik zamanları, acı ve sevinç süreleri, zor
günlerin göstergesidir. Bu süreler içinde Ben
kavramının tartılarak kullanılması doğru olur. Çünkü,
halife olarak var olmuş insanın çok duyarlı olması
gerekir. Kendinden uzak, normal düzeyde yaşayan, genelde
yapısı itibariyle tepkili, öfkeli olur.
Yaşananlara sokakta, çevremizde şahit oluyoruz. Bu gibi
durumlarda duyguyla aklı birleştirmek epeyce zor olur.
İnsan sinirlendikçe sinirlenir. Kolay kolay da bu
çaresizlikten kurtulamaz. Tabi sonuçlarını-enerji
kaybını-günler/haftalar boyu hisseder.
Bu tarz davranışlar kızgınlığın, protestonun hatta bir
hesap sormanın belirtisidir. Ama, sonuç olarak bir
insana yakışmaz.
Aslına bakarsanız, bu düzeyde yaşayanın BEN
kavramından hiçbir haberi yoktur.
Nitekim, Ahmed Hulûsi son yazdığı ‘Yenilen’
adlı kitabında bu konu ile ilgili şu cümlelere
yer vermektedir:
Kişi, varlığın ve kendisinin hakikâtini, orijinini
sorgulamaya başladığı ilk aşamada, “Ben-Ego-Ene”
merkezli bir düşünce sistemine sahiptir.
“Nefsi emmare”
yani “Emreden bilinç” diye tanımlanan bu kişilik,
kendini yalnızca beden yapı olarak kabul ederek, bildiği
her şeyin bu ’ben’ e ait olmasını ister.
“Ben”
en iyisini yiyeyim, içeyim, her şey benim olsun!...
Maneviyat mı var, benim olsun! “Allah”
mı var, ben O’na en yakın olayım türünden, hep
benliğine yönelik istekler düşüncesindedir.
İnsanın kendisi ile ilişki kurması ve gerçek ‘ben’
i kullanması, geçmişi ile yollarını ayırması, var olduğu
andan bugüne kadar yaşanan tüm safhaları, tüm kimlikleri
silmesi suretiyle filizlenir. Burası, belki de işin en
önemli ve püf noktasıdır. Çünkü gerçek yaşantı,
kendini et kemik sanıp onu koruyana, sahip çıkana veya
aksine bedenini çarşıya pazara çıkaracak kadar sahip
olmayana ait değildir. Şayet ‘yaşıyorum’
diyenlerin kimliklerinde, ortaya koydukları
gerekçelerinde, özürlerinde, bu ‘gerçek ben’i
aramaya koyuluyor isek yanılsamalar dünyasında kendimizi
buluyoruz demektir. Hem de ilk sıralarda…
İster olumlu isterse olumsuz görünsün, yaşadıklarımızın
gerçek benle ilgisi yoktur. Zira biz, her ‘ben‘
diyenin başka adreslere yansıma yaptığına tanık
oluyoruz.
Oysa “Ben” bir kavram bütünü, soyut yaşamın
tarifidir. Bu boyutu yansıtan Mevlana Hazretleri:
“Bugün Ahmed benim, ama dünkü Ahmed değil” derken,
kişilikten, kimlikten-vehimden kurtulmuşluğun, noktayı-vechi
tam olarak seyretmişliğin işaretini vermekteydi. Haliyle
dünkü Ahmed’in bunlardan asla haberi yoktu.
“Ben”
diyebilme konusundaki kararsızlığı sürekli vurgulamış
bir kişi olarak, bir-iki noktayı daha açıklığa
kavuşturmak istiyorum: Hiç kimse iyice düşünmeden,
neredeyse otomatiğe bağlamış bir şekilde ‘Ben’
deme çabası içinde olmamalı. Önemli olan, insanın gerçek
Ben’ i söyleyebilme durumuna gelmesi, buna hem kendini
hem de karşısındakileri inandırabilmesidir.
Bunun yolu ise kelimenin tam anlamıyla yok olmaktan
geçer. İçinde bulunduğumuz çıkmazın nedeni yokluğun
farkına varamamış olmak ve yaşam içinde kıvranıp
dururken gerçek ‘Ben’in’, oldukça gerisinde
kalmaktır diyebilirim. |