Velilerin
şahsına
odaklanmaktan
ziyade,
düşüncelerini
ve
fikirlerini,
kimilerinin
başlı
başına
getirdiği
sis-temi,
pratiği
incelemek,
kabul
etmek
gerekir
diye
düşünenler
çoğunluğu
teşkil
ediyor.
Buna
katılmakla
birlikte
“Onların
insanlara
tesir
eden bir
şahsiyeti,
mana
yanının
da
bulunduğunu”
söylemekte
yarar
var.
Aynı
şeyleri
onlar
yazınca
veya
söyleyince
tesiri
başka,
sıradan
insanlar
anlatınca
farklı
oluyor.
Hele
cami
imamınınki,
doğru
dürüst
dinlenmiyor
bile.
Bir
“Cuma
hutbe-si”
genellikle
cemaatin
bir
kulağından
girip
diğerinden
çıkıyor.
Çoğu
arka-daşa
Cuma
da
imamın
ne
anlattığını
sorduğumda,
kem küm
cevaplar
alıyorum.
Bu
paradigma
ne
anlatıl-mak
istendiğini açık
seçik
ortaya
koyabiliyor.
Bir
velinin
şahsi
kemalatı
kolay-lıkla
değerlendirilemeyeceği
için, bu
niteliğini
ayrı
tutma
zorunluluğu
vardır.
Çok
belli
olmamasına
karşın,
insan bu
hissi
algılıyor.
Gerçekten
mana
zenginliğine
sahipler,
insanlık
âleminde
zirvede
yer
alıyorlar.
Onların
zahir
anlamda
söylediklerine
takılıp
falanca
“böyle
söylüyor”
diyerek
kestirip
atmak,
cahilane
bir
davranış
olur.
Nitekim
Said-i
Nursi
Hazretleri-nin
“Acz,
gururun
madeni,
aşağılık
kompleksi,
kibrin
kaynağıdır”
der.
Bir
velinin
batini
yansıtmalarla
birlikte,
sözlerini
zahir
anlamıyla
ele alma
gereği
de
vardır.
Burada
Nursi
Haz-retleri,
mental
hayvanın
yaşadığı
konumu
açıkça
beyan
ederken,
aczi
cehaletle
ilişkilendirmekte,
söz
konu-su
vasfın,
insanda
gururu-kibiri
kö-rüklemekte
olduğuna
işaretle,
olum-suz
duyguların
dahi
devreye
sokul-duğunu
beyan
etmektedir.
Bu sözün
orijin
manası
ise
tama-men
farklıdır.
Böylesine
bir
algılama-da
ve
yaşamda
olan
insanın,
“Abd-ı
acz”
mertebesindeki
değerlendir-mesi,
yukarıda
bahsedilen
şekilde
değildir.
Çünkü
Acz
ile
malul
olan
insan,
önce
kulluğu,
ardından
Rasül-lüğü
ve emaneti
teslim
almıştır.
Emanet
ise,
Hakk’a
ait
vasıf ve
manaları
kendinde
bulması
ve
bunları
kullanılır
duruma
getirmesidir.
İşte
aczin
orijin
anlamı
budur,
hatta
bir
anlamda
Zatın
tecellisinin
hüküm
ile dışa
vurumudur
denebilir.
Makalenin
başında
kimileri
dini
anlamada
yepyeni
bir
sistem
geti-riyor;
şartlarını
kolaylaştırıp
geniş-letiyor,
demiştik.
Bu
mahaller, ulu
orta
konuşan din
adamları
gibi
kendi-ni
gösterme
gayreti
içinde
bulunmu-yorlar.
Ancak
kimsenin
de bu
konuda
pek sesi
çıkmıyor.
Bu tür
insanların
varlığından
habersiz
halk,
hissettiği-arzu
ettiği
şeyleri
bir
türlü
duyma
fırsatını
bulamıyor.
TV
kanallarında
ulu
orta
konuşulan
dini
sohbetler
fındıkkabuğunu
bile
dolduramazken,
halkı
rahatlatmak
bir
yana,
adeta
“bunalıma”
itiyor.
Gerçi şu
anda
internet
denilen
bir
iletişim
meka-nizması
var.
İlgilenenler,
araştırabilir.
Kimsenin
bilmediği,
duyamayacağı
şeyleri
İNTERNET
vasıtasıyla
değer-lendirebilmek,
dinin
kıyısında
dahi
olmayan
insanları
yeterli,
tatmin
edici
açıklamalar
ile cezp
edebilmek
müm-kün.
Yeter ki
doğru
bilgilere
ulaşılsın.
Diğer
yandan
sistem,
eksiksiz
vazi-yette
beklemedeyken
bir
türlü
değer-lendirilir
hale
gelemiyor.
Toplumun
bunu en
kısa
sürede
kavrayabilece-ğinden
eminim.
Yayılması
için
herhal-de
bir
vakti
vardır.
Öyle
düşünüyo-rum.
Anımsayalım,
Hz.
Musa
da
ümmetini
Mısır’da
Firavun’un
|
|
takibinden
kurtarmak
için
Kızıl
Deniz’in
yarılmasını
beklememiş
miydi?
Yenilenme
moduna
geçiş,
bir gün
mutlaka
gerçekleşecektir.
Böyle
bir
düşünce
hâsıl
oluyor.
Bunun
tipik
örneği
“Astroloji”
bilimidir.
Önceleri
“basit
bir fal
gibi
kabul
edilirken”,
bugün ne
kadar
değişik
safhada,
öyle
değil
mi?
Artık
benimsenmiş,
insanlar
burçlarının
özelliklerine
vakıf
olmuşlardır.
Herhalde
astrolojiye
verilen
önem,
“Din”
konusunda
da esirgenmeyecek,
insanoğlu
temel
felsefe
olarak
kabul
edilen
“varo-luş
gerekçesini”,
öğrenmemezlik
edemeyecektir.
Şu
ayrıntıyı
da
dillendirmekte
yarar
var:
Aslında
mesele;
bilimin
maddenin
üzerinde
yaptığı
çok uzun
ve
meşakkatli
yolculuğunu
tamamlaması,
varlığın
bölünmez,
kopmaz
bir
bütün
olduğunu
saptamasıdır.
Örneğin,
“Kuantum
teorisi”,
Newton’un
yaklaşımlarından
bir
hayli
farklı,
adeta
devrim
etkisi
yapacak
türdendir.
Bu
farklılık
varlık
üzerinde
algılama
getiren
bir
değişimdir.
Bir
diğer
bilim
adamı,
Heisenberg,
belirsizlik
prensibinde
gözlemcinin,
gözlem
süreçleri
(process)
içinde
sisteme müdaha-lede
bulunduğunu
bildirirken,
Neils
Bohr,
Kuantum
teorisi,
maddenin
olmadığı
cihetiyle
varlığın
bölün-mezliği
gerçeğini
ortaya
çıkarmıştır.
Bu
husus,
İslâm’ın
tevhit
kuralı
ile
örtüşmektedir.
Bu
ayrıntılar
dikkate
alındığında
pek
tabidir
ki,
Pozitif
Bilim
ile Din
hiçbir
zaman
çelişki
yaratmaz.
Unutulmamalı
ki biz,
20.
yüz-yılın
başına
kadar
maddenin
en küçük
parçası
olarak
atomu
bili-yorduk.
Atomun
içinde
bir
çekir-dek,
çekirdeğin
içinde
proton
ve
nötronlar,bu
çekirdeğin
çevre-sinde
de
“güneşin
etrafında
dö-nen
gezegenler
gibi”
elektronlar
olduğunu
öğrenmiştik.
Sonra
pro-tonları
meydana
getiren
kuarklar
denilen
yapı
taşları
keşfedildi.
Daha alt
boyutlara
ulaşıldı.
İşte
tekillik,
kuantsal
boyut
denen
katman,
esas
burası.
Kuantsal
katman,
tek bir
şuur
halinde
olup
burada
varlık,
kendi
kendini
seyreder.
Esasen,
madde
kaydından
kur-tulmak
için bu
aşama
çok
önem-lidir.
Zira
eskilerin
“esma
boyutu”
dedikleri
yere
varılmıştır.
Algılayan
ve
yaşayan,
otomatikman
velâyete
ulaşır.
Ancak
şunu
İYİCE
BİLMEK
gerekir:
Biz
her ne
kadar
“madde
diye bir
şey yok”
diyorsak
da
dışavurum
da bir
sistemdir
ve bir
“hüküm”
dür.
Hüküm
kuralları,
birtakım
yasakları
getirir.
Böyle
olmasa
“ibadet
türü”
hareketlere
hiç
rastlanmayacak,
cennet
ve
cehennem
boyutlarını
kaale
alan
olmayacaktı.
Bu geniş
yelpazedeki
yeni
algılama,
Mistisizm‘de
baştan
aşağı
bütün
idrakleri
değiştirirken,
Kur’anı
Kerim’e
bakış
açısına
da
farklılıkları
getiriyor.
Tahminim,
bu
çerçevede
“bilim
çok
etkin
bir rol
alarak”
yepyeni
bir
dönem
başlatacak,
bütün
tartışmalar
anlaşılır
hale
dönüşürken,
insanlar
artık
bir
şeyler
yapmanın
– değişmenin-
zamanı
geldiğini
idrak
edeceklerdir. |