Sorun nerede?

Click to read english...

     Bu yıl, aşağı yukarı bütün gazetelerin Ramazan köşesi bölümlerini okuma fırsatım oldu.

     Birçok profesörün kaleme aldığı basmakalıp, üretimden yoksun sıra savma cinsinden makalelerini takip ederken inanın, içim burkuldu. Bu kadar basit, hiçbir İslâmi soruna değinmeyen “sade suya çorba” cinsinden sıradan yazıları gördükçe üzüldüm.

     Bu mübarek ayı kendilerine göre güzel şeylerle doldurdular.

     Ne ki ileriye doğru bir hedef seçemediler.

     Güncel konular mistisizm yanıyla bağdaştırılamamış ya da cılız bir şekilde ele alınmıştı.

     Doğrusu, bunların hiçbiri beni etkilemedi.

     Hayır, merak ediyorum, içleri nasıl rahat ediyor acaba? Niye hiçbiri çıkıp amacın ne olduğuna değinmiyor, insanın yaratılış gayesini anlatmıyor, sadece beşeri güzel ahlâktan bahsetmekle yetiniyor?

     O nedenle dışa dönüklerin, içe dönüklere pek de faydalı olmadığı görülüyor.

     Bir şey söyleyeceğim, ama bana kırılmayın lütfen. Aslında çok ciddi yazılar da olsa, muhtemelen toplum bunları anlayacak seviyede değil. Zira kişiler alt yapıdan yoksunlar. Zihinlerinde bir konuyu kolay kolay yan yana getirebildikleri söylenemez. Haliyle akıllarını veremiyor, gününü gün etmeye bakıyorlar. Biraz kurcalayanlara ise hazmedemeyenlerce “tarikatçı veya kafayı üşütmüş” etiketi yapıştırılıyor.

     Kimsenin mistik bir arzusu, geleceğe dönük bir heyecanı bulunmuyor. Bu faktörler, diyalogun-yakınlaşmanın hızını kesiyor ve önü alınamaz olumsuzlukların tohumlarını ekiyor. Böylece ilme-bilgiye yol açacak kapılar da baştan kapanıyor.

     Bahsini ettiğim hususlar tahammül edilmesi zor olan şeyler, ama hepsi bir gerçek. Gerçi yepyeni farklı boyutlarla karşılaşıldığında ufuklar birden açılacak. Ama insanoğlu, bir türlü hantallıktan kendini kurtarıp bu boyuta adımını atamıyor.

     Hemen “kader, kısmet” işi deyip geçiştirmeyin.

     Bu bir hastalık. Delalet içinde yaşamaktan başka bir şey değil.

     Sıradan hayatımızı bir gözlemleyin!

     Cinayetlere kurban gidenlerin kederli ailelerini veya köşeyi dönmek isteyen akıl fukaralarının acıklı hikâyelerini görebilirsiniz. Bütün mesele, fiziksel mutlulukta başlayıp yine orada sona eriyor. Sosyal bir güvence –geçici dahi olsa- bir anda bireyi mutluluktan çıldırtabiliyor. Burada sistem, farklı şeylerin algılanmasına izin vermiyor.

     Abartmadan söylemek isterim.

     Çoğumuz ‘ölü’ bir halde yaşıyoruz. Ama canlı gibi görünüyoruz.

     Kim öldürdü bu insanları?

     Bunun altında ne var?

     Niye yapılmış bunlar?

     Bu sorular akla gelmiyor değil.

     Büyük bir ihtimalle “madde boyutunun” hiç bitmeyen gizemine-havasına kapılanlar, mistik eğitim düzenini hiçe sayanlar, hatta yok edilmesini sağlamak için uğraşanlarca yoğunlaştırılıyor ve bu akım dalga-dalga yayılıyor.

     Onları bu hale teşvik eden “görünmez varlıkları” da unutmayalım tabi ki.

     Ayrıca sorunlara hiç değinmeyenler, frenleyici tedbirleri almayanlar da suçlu.

     Büyük yaşam biçimlerinde değişiklik yapmak için erkenden zengin olmak isteyen ve “onda var bende niye olmasın” anlayışı ile yola çıkıp, çalarak çırparak hayatlarını karartan insanlar...

     Her gün TV ekranlarında tek sıra halinde adliyeye sevk edilirken gördüğümüzde, çok mu mutlu oluyoruz, hiç üzülmüyor muyuz sanki!

     Onlar içimizden birileri, bizden bir parça!

     Mistisizm, bu ve benzeri olayları açıkça, inançsız bir yaşama bağlıyor. Ve bizleri kurtaracak “amentüye sıkı sıkıya sarılmamızı” öğütlüyor.

     Belli ki onlara hiç yardım edilmemiş. Müslümanlıkları kâğıt üstünde kalmış. Hiç duymamış ya da duymuş ama düşünmemiş; düşünmüş fakat yaşamına geçirmemişler.

     Dahası, bu işleri yapma ihtimali varken, “onlara” bu yol açılmış.

     Yapanlar da pervasızca meyilli oldukları işe girişmişler.

     Bütün bunlar gerçekleşirken kimileri, insanı hayrette bırakacak şekilde, “benim bir bilgim yok” deyip sorumluluktan kaçmaya uğraşıyor.

     Bunlar savunulacak şeyler değil.

     Bir anlamda, baştan aşağı acılarla, ölümlerle, rezaletlerle, skandallarla dolu bir toplumun oluşmasına yardımcı oluyor, ama üzerlerine gidip gereken önlemleri almayı bir türlü akıl edemiyoruz.

     Bütün bu sorunların altındaki neden ise hep aynı.

     Sistemi bilmemek, muhasebeden kaçınmak, yapılan bir şeyin karşılığının bir gün er geç yapana döneceğini düşünmemekten kaynaklanıyor.

     İnsanları en basit, eften püften bir olayda kurban eden, komşusu açken, daha rahat yaşayabilmek için onları zavallılığa terk eden, çalan, çırpan, üzüm üzüme baka baka kararır” deyişine uygun şekilde, hemen herkesi kendine benzeten bir toplumdan başka ne beklenir ki?

     Bizler, “teorik” olarak bu sorunları çözmek için varız.

     Ama bizim toplumda “sorunları” yaratmak ve sürdürmek için uğraş verenler var.

     Ne yazık ki bugün; acılar çeken, insanları öldürürken pişmanlık duymayan, çalmaktan çırpmaktan rahatsızlık duymayan,- iman yoksunu bir toplum-ülke haline geldik.

     Hapishanelerde yer kalmadı.

     Bu durumu kışkırtmaya çalışan varlıklar(!) da hiç boş durmuyor.

     Bana sorarsanız, Türkiye’de sorunu çözmenin kaynağı belli.

     Bu toplum, her şeyden önce kendini düzeltme, yeni bir anlayış ile hazırlanıp hayata atılma gereğini duymalı.

     İnsanların fikirlerini, meşreplerini, “taraflarını” belirleyecek olan kendi tercihleridir, ama bu eğilim zorba, baskıcı, sınır tanımaz yapıları ile hayatı sürdürmek anlamına gelmez.

     Sorun bu kadar basit.

     Söylediklerime katılmak isteyenler, bana açık, net ve kısa bir cevap verebilirler.

     Değişimi istemeyenlerin ise birçok nedeni, uzun açıklamaları vardır.

     Onların bu yapılanmadan nemalandıkları açık ve kesindir.

 
 
 

 

 
 
İstanbul - 21.10.2010
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com