Soru sorabiliyor muyuz?

     Dostlarla birlikte yemek yerken, kahvemizi içerken, laf ekseriyetle döner dolaşır dedikoduya bulaşır ya da günlük yapılan rutin işlere gelir, gücü nefesi yeten, konuşabildiği ölçüde anlatır da anlatır.

     Mevcut konuları kimin nasıl dinlediği, ne şekilde karşıladığı, gözlerin parlayıp parlamadığı, kısılıp kısılmadığı, kaşların çatılıp çatılmadığı pek fark edilemez.

     Herkes konuşur, ama kendi âleminden dışarı adım atmamıştır.

     Zira ortada fındıkkabuğunu dolduracak, ilgi alanı oluşturacak bir konu-mesele yoktur.

     Günümüz insanının durumu genelde maalesef böyledir.

     Dikkat çekecek olaylar olsa ve müphem kalsa, bu hususta bilgi edinmek gayesi ile “soru sormayı aklına getiren” çok az kişi vardır.

     Belki tuhaf karşılanabilir, ama iyimserliğe ya da karamsarlığa kapılmamak için soru sormak şarttır. Bu özellik devreye girerek, sorunlar giderilir, ilerleme sağlanır.

     Böyle bir tutum, bahsi geçen bir hususta uzlaşabilmeyi temin etmek demektir. “Şimdi sorarsam abes kaçar” diye düşünen, çözümü olmayan bir hali sürdürmekten başka bir şey yapmaz.

     İnsanoğlu sorusunda bir “ipucu” bulup yumağa oradan başlayarak, sözü edilen karmaşık her şeyi açıklığa kavuşturur.

     Şayet bir insanın sözü aktarma değilse, mutlaka bazı yönlenmelerle-sorgulayıcılarla karşılaşır. Açık-net, anlaşılır bir soru ile konuya yaklaşım yapabilen bir zihniyet, toplumda konuşmacı kadar, hatta daha da fazla dikkatleri üzerine çeker.

     O grubun en önemli konuğu bile olur.

     Çünkü bu kişi, “sorgulayıcı olmuş, konuşmacıya değer vermiş, konuşmaya özen göstermiş, bazı detaylara” inebilmiştir.

     Kimileri ise bazı şeyleri anlamak üzereyken, sırf “mahcubiyetlerinden ötürü” sorularından kaçınır. Hiç yerine konacağından korkar. Sıradan biri sayılmak veya küçümsenmek istemez.

     Bu tavırları ile gerçekleri öğrenmekten mahrum olur. “Acaba nasıl bir soru yöneltsem?” diyene kadar, konu akıp gider, bir başka mevzu devreye girer, üzerini örter. Benim sözünü etmek istediğim bir başka grup ise “hiç soru soramayanlar” yani “cahil kişiler” oluyor.

     Onlar bulundukları sıkıntılı hallerden bir türlü kurtulamıyor.

     Kuşkusuz sorgulayıcısı bulunmayan sade konuşmalar, bir aktarımın habercisidir.

     Bir konuşmacı, anlattığı mevzularla ilgili kapalı şeyler olduğunu fark ettiğinde, kendine çekidüzen verir ve daha farklı bir havaya girer, ayrıca vereceği yanıtlara da özen gösterir.

     Toplum, bu tür soruları sormayı men eder.

     Şayet cevap verilmesi söz konusu ise bu çok acıtıcı olduğu kadar gerçekçi olur. Muhatabı söylemeye mecbur bırakmamak için bu tür eyleme girişmek doğru olmaz. Ayrıca, cevaplandıracak olanı da yaralar, üzer.

     Bizlerin, bugünün ve geleceğin kuşaklarının yetişmesi yolunda bir tavsiyesi olacaksa, onları önce kaliteli soru sormaya yönlendirmeli, teşvik etmeliyiz.

     Evet, bugünün gençleri dikkatle okumalı, algılayamadıkları yerde güvendikleri kimselere nazikçe soru sorabilmelidir.      Aydınlık günler ancak böyle yakalanabilir.

     Unutulmamalı ki, bir toplumun kendine duyduğu "güven ve ilerleme çabalarının arkasında yatan etmen", soru sormadaki kararlılığından-becerisinden kaynaklanır.

     İnsan her sıkıştığı devrede sorgulayıcı durumuna gelmiş, ihtiyacı olan bilgiyi alarak güçlenmesini bilmiştir. İyi soru sorabilen; belirttiğimiz üzere uygar ve saygın olan biridir. Bu yeteneği köreltmek akıl kârı olamaz.

     Faydalı sorular soran bir kimse, parmak ısırtan bir tempoyla kısa zamanda yol alır.

     İlmin temelini atar.

     Zira eskisinden çok farklı bir yerdedir.

     İnsan bugünkü sorunlarını da, yine on binlerce yıl önce yaptığı gibi sorularıyla aşacaktır.

     Böyle düşünülmesinde mutlaka kendisi için yarar vardır.

 

Arkadaşına gönder 

 

 

Paylaş