Sünnet

     Sünnet kavramını sıkça duyarız. Ancak, içeriğini pek düşünmeyiz.

     Hatırlatayım, bu sözcük “yol, usul, metot, tarz, gelenek-adet” manalarına geliyor.

     Efendimiz’in (s.a.v) sünneti, O'nun hayat tarzı-felsefesi, yolu âdetidir.

     Dolayısı ile yaşamı boyunca yapageldiği hareketler bizler için büyük önem taşır.

     Sünnet, “Allah Rasûlü ve O'nun ashabının yaşadığı çağdan günümüze kadar, Kur’an'ın yanında, korunup kollanan ve her asırda bütün müminlerin kabullenip benimsediği hemen her meselede başvurduğu, sınırsız ve rakipsiz ilâhî bir bilgi” kaynağıdır.

     Bu ders mahiyetindeki sunumları biz “hadis-i şerif”lerden öğreniyoruz.

     Allah ismi ile işaret edilen, evrensel bilgi kitabı Kur’anı Kerim’ deki dokümanların açılımını yapmak için Rasulullah Efendimizi (s.a.v) rehber olarak irsal etmiş, O da nebilik görevini yaparak, bizlere ışık tutmuştur.

     Bu sebeple Kur'an ve sünnetin, birbirinden ayrı düşünülemeyecek kadar iç içe olduğunu kabullenmek gerekir. Anlaşılacağı üzere “sünnet”, Kur'an kadar önemli bir misyona sahiptir.

     Nasıl olmasın ki?

     Bir kere, Kur’an ve açılımı mahiyetindeki hadisler, O’nun ağzından çıkmıştır. Şu halde, hükümlere inanıp, hadislerine inanmama gibi bir şey düşünülebilir mi? “…O güzel sözü ben söyledim” demesine rağmen.

     Nedense bazıları bunu anlamamakta direniyor.

     Sünnete muhalif olup “Kur’an esastır” diyen nasipsizlerin, bırakın Allah Rasul’ünün indinde yer aldığını, alelâde insanların arasında bile kabul gördüğünü söyleyemeyiz.

     Doğrusu, olacak bir iş değil bu!

     Üzerine deli gömleği giymiş bu bahtsızlara Hz. Âişe:Kur'an okumuyor musunuz; O'nun ahlakı Kur'an'dı” diyerek sitemde bulunmuş, fahiş hataya sürüklenenleri gerçeğe davet etmiştir.

     Muhakkak ki, O’na inananlar ayakta kalacak, aksi tavır içinde olanlar ise sürünüp yok olacaktır.

     Bugün inanç yanımızı şekillendiren bütün çalışmaların açıklanışı, tümüyle sünnete dayalıdır.

     Eğer bunlar bize öğretilmeseydi namazı ne şekilde kılacağımızı bilemez, orucun başlama ve bitim sürelerini tayin edemez, zekâtın şeklini, miktarını, iftarı, sahuru ayarlayamaz, haccımızı ne tür yapacağımızı kestiremezdik.

     En önemlisi, Risalet yanlı uyarılar ile hakikatimizi bilme imkânından mahrum kalırdık.

     Bir an için her şeyin Kur’an’da görüleceği şekliyle düzenlenebileceğini düşünelim. Böyle bir fikir, ham hayalden öteye geçemez. Sonuçta ne kadar anlamsız işler yaptığımızı fark edip geriye çekilme ihtiyacını hissederiz.

     Bunun tipik örneklerini her zaman görmekteyiz.

     Bu arada, değinmek istediğim bir husus daha var. Şöyle ki;

     Hz. Muhammed’in ve diğer Nebi ve Rasullerin isminin, olağan birisi gibi veya sokaktan geçen bir yurttaşımız gibi telaffuz edilmesi bir nezaketsizlik sayılmakla birlikte korkutucu da olur. Hele Efendimizin ismi ağza alındığında mutlaka salâvat getirilmesi zorunluluğu vardır.

     Aksi tavrı ortaya koyanları, kendisi bizzat “en cimri” kimseler olarak tanımlamıştır. O halde iman sahiplerinin bu kurala titizlikle uyması gerekir.

     Oysa sahabe, Efendimizi (s.a.v) büyük bir hayranlıkla gözlemlemiş, O’nun harika bir öğretici, mürebbi, mürşit ve rehber olduğunu saptayıp değerlendirme yoluna gitmiş ve edebi elden bırakmamıştır.

     Tabii bütün bu açıklamanın ardından, insanın aklına şu soru da geliyor:

     Acaba biz, ona layık mıyız?

     Asıl, bu husus üzerinde durup düşünmemiz gerekiyor.

     Zira hep birlikte, tümden ahmak olamayız.

     Peki, neden biz hiçbir şey üretemiyoruz?

     Neden hayatı değiştirecek hamleler yapamıyoruz?

     Bu soruların yanıtlarını maalesef veremiyoruz.

     Çünkü imanımız zayıf.

     Bu nedenle onu layıkıyla takdir etmekten de aciziz.

     Elimizden bir şey gelmiyorsa, hiç olmazsa kaba olmayalım, zalimlik yapmayalım.

     İnsan olmaya gayret ederek, gücümüz yettiğince yolunda ilerlemeye gayret edelim.

     O’nun tek dileği, bizden istediği de budur.

 
 
 

 

 
 
İstanbul - 12.12.2010
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com