Tekillik
Ahmed F. Yüksel
 

Esmada zıt yoktur. Zuhuru “Ruh” adını alır.

Yani Ruh-u Azam.

Ruhta da zıtlar, sevap ve günah gibi kavramlar yer almaz.

Ruh-u Azam, teorik fiziğin tanımıyla Stringler boyutunun özelliğini, batılıların “unique selling position” dedikleri, o yerin tekilliğini vurgulayan bir durumu yansıtır.

Bu boyuta, ‘Hakikati Muhammedi’ ismiyle işaret edilirken, “RUH ADLI MELEK” adı da verilir.

Tasavvuf ilminde, tüm sıfat ve esmanın toplu halde bulunması nedeniyle Vahidiyet mertebesi olarak algılanır. Tek kare resim budur. Her an var olan, ‘An’ içinde yok olan tek kare fotoğraf. Bizler bu tek kare resim içinde bir motifiz. Acaba hangi tek kareye rastlayan bir figür?…

Zatın ilminde, ilmiyle yarattığı bir nokta’dan, hüviyetinin,
-som bilinç- sahip olduğu özelliklerinin tecellisi ile var olmuştur.

Bize nispetle değil, Allah ismiyle işaret edilene göre…

Ekber vasfıyla tanımlananın indinde, acziyeti ve hiçliği algılayabilmek yine onun sayesinde mümkündür.

“Nokta”, ihtiva ettiği sayısız anlamlar itibariyle “RUH-U Â`zam”; kimliği itibariyle “Hakikati Muhammedî”dir.

Allah Rasulü bir hadisinde;

“Allah önce aklımı yarattı,

Allah önce kalemi yarattı,

Ya Cabir, Allah önce benim nurumu yarattı” demektedir.

Burada, Allah’a nispetle yaratılan, bize göre yaratılmaktan münezzeh olan Hakikati Muhammedi ile evreni var eden potansiyel güce, yüksek enerjiye, Nefs-i Küll’ e işaret edilmektedir.

Kullanılan üç ayrı koşul, üç yapının varlığına değil, Hakikati Muhammedi’ye aittir.

Bizler şayet, Hz Muhammed’i (sav) gerçek kimliği ile tanımak, onu bir et-kemik ve birimsel ruh bütünlüğü içinde görmenin dışında bulmak, ufkumuzu genişletmek istiyorsak, "Hakikati Muhammedî kavramını iyiden iyiye analiz etmek” zorundayız. Bu alanda uğraş vermiş birinin, başarılı olabilmesi, Ruhu Azam’ın ölçüleri içinde başarılı olması demektir ki, o da belli düzeyde ihtisas sahibi olabilenlerin hakkıdır.

Oysa, genellikle bütün toplumlarda -İslam alemini kast ediyorum- ulvi gibi görünen şeyler, aslında hiç de öyle olmadığı gibi, babeşeri şartlara dayalı şekilde mukayese edilmek suretiyle değerlendirilebilmektedir.

Tabii ki tüm canlılarda ve cansız gibi gördüğümüz yapılarda, evren içre evrenlerde öncelikle tekillik müşahedesi yapılmalıdır.  

Ancak bu müşahedeyi yapanın, ‘Hakikati Muhammediye’deki’ bütün manaları ortaya koyabilme kapasitesinin bulunması, yani istidat ve mizacın yeterli düzeyde olması beklenir.

Nitekim, bir hadisinde Efendimiz (s.a.v) “Ben ve Ali iki nurduk; ALLAH’ ı tespih ediyorduk. O’na hamd ediyor ve tehlil getiriyorduk. Melekler de onu bizim tespihimizle tespih ediyorlardı. Adem yaratılınca onun alnına intikal ettik. Onun alnından sulbüne, sonra Şit’e intikal ettik. ” derken özellikle ilk bölümü anlatılan noktaya işaret etmektedir.

Yasin suresinde ‘’İmam-ı Mübin’’ şeklinde bahsi geçen kavram yine ona aittir. Allah ehline göre RUH adlı melek veya İnsan-ı Kâmil veya Hakikati Muhammedî olarak bildirilen boyut asgari "fetih" sahibi olanlarda açığa çıkabilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’ de geçen ‘Mim’ harfi onu tarif eder.

Keza, ‘Mü’min müminin aynasıdır’ hadisi şerifi ise O’na aynalık eden yeryüzü İnsan-ı Kamilleri ile alakalıdır.

Rasullüğün hakikatı, ilmiyle ilminde seyrinin tabi sonucuna, yani tekillik haline dayanır.

Bir hususu açıklamakta fayda var!

Neden “İlmiyle ilminde” deniyor?

Sadece ilminde denmiyor?

Görüldüğü gibi bu ibarede iki ayrı ilmin olduğu anlaşılmaktadır. Yani Zati ilim ve Zati ilimden meydana gelen, bir başka ifadeyle varlığı zata dayanan esma ilminden bahsedilmektedir.

Esasen Zat; salt/katıksız/som bir ilimdir. Esmanın ve sıfatın katkısının asla düşünülemeyeceği bu vasıfsız ilim, esma yada sıfat yanlı ilimden düşmek anlamında, Kur’an’da “İnnemel zalumen cahula” ifadesi ile kullanılmaktadır.

Allah’ın Zatında, yani bu ilimde seyrin, esmanın, sıfatın yeri olmaz. Bir noktaya bu vesile ile değinmek istiyorum. Denir ki; Allah; Rahmandır, Rahimdir, Baridir, Şehid’dir.

Allah’ın Zatı, Ahadiyet’i bu vasıflarla anılamaz. O sırf Zattır. Şayet anılırsa, bilinmeli ki o zaman bu, Ahadiyetin tanımlanması değil, isimlerin veya sıfatların açıklanışı olur.

Dolayısıyla, sıfatlar veya isimler ona katkı yapmadıkları gibi, zati sıfatlar şeklinde düşünmek de mümkün değildir.

Kaldı ki, esmalar ve sıfatlar yaratılmıştır. Allah’ın Zatı için yaratılmış tabiri kullanılmaz.

Zat; ancak, “Ahadiyet”, “Hüviyet” ve “Eniyet” le açıklanabilir. Hüviyet ve Eniyet, neticede Ahadiyet’e ilhak olma durumundadır.

Farklı gibi görünen bu üç kavram sıfat değil, Zatın kendi kendini tanımlaması için kullanılan tecellileridir. Bu nedenle Allah zatının -yani zati ilminin- ilminde ortaya koyduğu sıfatlarla sıfat, isimlerle isim sahibidir.

Bu açıdan bakıldığında Zatı için, Bari veya Şehid veya diğer vasıfları yakıştırmak doğru olmaz. Şayet, anlatılan hususu bir paradigmayla gösterirsek; Allah esmalarında Şehid’ dir diyebiliriz, ama Zatında Allah Şehid diyemeyiz.

Nitekim, O’nun Zatında şahadet gibi koşul asla düşünülemez. Hatta Salat-ı daim de düşünülemez.

Yani bu aşamada direkt değil indirekt bir durum vardır. Bu konuyu çözen Besmele’yi yaşar. Çekme durumunda olan ise bu olgunun gölgesinde kıvranıp durur.

Tasavvufu bildiğini kabul eden bazı dostlar, konuları yazıldığı gibi düşündükleri için yaklaşımlarında hata yapmakta ve işi öğrenmede acele etmektedirler.

Umarım, akıl sahibi olarak olaya sarılınır.

 

 

 
 
İstanbul - 30.12.2008
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com