Esmada zıt yoktur. Zuhuru “Ruh” adını alır.
Yani Ruh-u Azam.
Ruhta da zıtlar, sevap ve günah gibi kavramlar yer
almaz.
Ruh-u Azam, teorik fiziğin tanımıyla Stringler
boyutunun özelliğini, batılıların “unique selling
position” dedikleri, o yerin tekilliğini vurgulayan
bir durumu yansıtır.
Bu boyuta, ‘Hakikati Muhammedi’ ismiyle işaret
edilirken, “RUH ADLI MELEK” adı da verilir.
Tasavvuf ilminde, tüm sıfat ve esmanın toplu halde
bulunması nedeniyle Vahidiyet mertebesi olarak
algılanır. Tek kare resim budur. Her an var olan,
‘An’ içinde yok olan tek kare fotoğraf. Bizler bu
tek kare resim içinde bir motifiz. Acaba hangi tek
kareye rastlayan bir figür?…
Zatın ilminde, ilmiyle yarattığı bir nokta’dan,
hüviyetinin,
-som bilinç- sahip olduğu özelliklerinin tecellisi ile
var olmuştur.
Bize nispetle değil, Allah ismiyle işaret edilene göre…
Ekber vasfıyla
tanımlananın indinde, acziyeti ve hiçliği
algılayabilmek yine onun sayesinde mümkündür.
“Nokta”,
ihtiva ettiği sayısız anlamlar itibariyle “RUH-U
Â`zam”; kimliği itibariyle “Hakikati Muhammedî”dir.
Allah Rasulü bir hadisinde;
“Allah önce aklımı yarattı,
Allah önce kalemi yarattı,
Ya Cabir, Allah önce benim nurumu yarattı”
demektedir.
Burada, Allah’a nispetle yaratılan, bize göre
yaratılmaktan münezzeh olan Hakikati Muhammedi
ile evreni var eden potansiyel güce, yüksek enerjiye,
Nefs-i Küll’ e işaret edilmektedir.
Kullanılan üç ayrı koşul, üç yapının varlığına değil,
Hakikati Muhammedi’ye aittir.
Bizler şayet, Hz Muhammed’i (sav) gerçek kimliği
ile tanımak, onu bir et-kemik ve birimsel ruh
bütünlüğü içinde görmenin dışında bulmak, ufkumuzu
genişletmek istiyorsak, "Hakikati Muhammedî kavramını
iyiden iyiye analiz etmek” zorundayız. Bu alanda
uğraş vermiş birinin, başarılı olabilmesi, Ruhu
Azam’ın ölçüleri içinde başarılı olması demektir ki,
o da belli düzeyde ihtisas sahibi olabilenlerin
hakkıdır.
Oysa, genellikle bütün toplumlarda -İslam alemini
kast ediyorum- ulvi gibi görünen şeyler, aslında hiç de
öyle olmadığı gibi, bazı beşeri şartlara dayalı
şekilde mukayese edilmek suretiyle
değerlendirilebilmektedir.
Tabii ki tüm canlılarda ve cansız gibi gördüğümüz
yapılarda, evren içre evrenlerde öncelikle tekillik
müşahedesi yapılmalıdır.
Ancak bu müşahedeyi yapanın, ‘Hakikati
Muhammediye’deki’ bütün manaları ortaya koyabilme
kapasitesinin bulunması, yani istidat ve
mizacın yeterli düzeyde olması beklenir.
Nitekim, bir hadisinde Efendimiz (s.a.v) “Ben
ve Ali iki nurduk; ALLAH’ ı tespih
ediyorduk. O’na hamd ediyor ve tehlil getiriyorduk.
Melekler de onu bizim tespihimizle tespih ediyorlardı.
Adem yaratılınca onun alnına intikal ettik. Onun
alnından sulbüne, sonra Şit’e intikal ettik. ”
derken özellikle ilk bölümü anlatılan noktaya işaret
etmektedir.
Yasin
suresinde ‘’İmam-ı Mübin’’ şeklinde bahsi geçen
kavram yine ona aittir. Allah ehline göre RUH adlı
melek veya İnsan-ı Kâmil veya
Hakikati Muhammedî
olarak bildirilen boyut asgari
"fetih" sahibi olanlarda açığa çıkabilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’
de geçen ‘Mim’ harfi onu tarif eder.
Keza,
‘Mü’min müminin aynasıdır’
hadisi şerifi ise O’na aynalık eden yeryüzü İnsan-ı
Kamilleri ile alakalıdır.
Rasullüğün hakikatı,
ilmiyle ilminde seyrinin tabi sonucuna, yani tekillik
haline dayanır.
Bir hususu açıklamakta fayda var!
Neden “İlmiyle ilminde” deniyor?
Sadece ilminde denmiyor?
Görüldüğü gibi bu ibarede iki ayrı ilmin olduğu
anlaşılmaktadır. Yani Zati ilim ve Zati ilimden
meydana gelen, bir başka ifadeyle varlığı zata dayanan
esma ilminden bahsedilmektedir.
Esasen Zat; salt/katıksız/som bir ilimdir.
Esmanın ve sıfatın katkısının asla düşünülemeyeceği
bu vasıfsız ilim, esma yada sıfat yanlı ilimden düşmek
anlamında, Kur’an’da “İnnemel zalumen cahula”
ifadesi ile kullanılmaktadır.
Allah’ın Zatında,
yani bu ilimde seyrin, esmanın, sıfatın yeri olmaz. Bir
noktaya bu vesile ile değinmek istiyorum. Denir ki;
Allah; Rahmandır, Rahimdir, Baridir, Şehid’dir.
Allah’ın Zatı, Ahadiyet’i bu vasıflarla anılamaz.
O sırf Zattır. Şayet anılırsa, bilinmeli ki o
zaman bu, Ahadiyetin tanımlanması değil,
isimlerin veya sıfatların açıklanışı olur.
Dolayısıyla, sıfatlar veya isimler ona katkı
yapmadıkları gibi, zati sıfatlar şeklinde düşünmek de
mümkün değildir.
Kaldı ki, esmalar ve sıfatlar yaratılmıştır. Allah’ın
Zatı için yaratılmış tabiri kullanılmaz.
Zat; ancak, “Ahadiyet”, “Hüviyet” ve “Eniyet”
le açıklanabilir. Hüviyet ve Eniyet,
neticede Ahadiyet’e ilhak olma durumundadır.
Farklı gibi görünen bu üç kavram sıfat değil, Zatın
kendi kendini tanımlaması için kullanılan
tecellileridir. Bu nedenle Allah zatının -yani zati
ilminin- ilminde ortaya koyduğu sıfatlarla sıfat,
isimlerle isim sahibidir.
Bu açıdan bakıldığında Zatı için, Bari veya
Şehid veya diğer vasıfları yakıştırmak doğru olmaz.
Şayet, anlatılan hususu bir paradigmayla gösterirsek;
Allah esmalarında Şehid’ dir diyebiliriz, ama
Zatında Allah Şehid diyemeyiz.
Nitekim, O’nun Zatında şahadet gibi koşul asla
düşünülemez. Hatta Salat-ı daim de düşünülemez.
Yani bu aşamada direkt değil indirekt bir durum vardır.
Bu konuyu çözen Besmele’yi yaşar. Çekme durumunda olan
ise bu olgunun gölgesinde kıvranıp durur.
Tasavvufu bildiğini kabul eden bazı dostlar, konuları
yazıldığı gibi düşündükleri için yaklaşımlarında hata
yapmakta ve işi öğrenmede acele etmektedirler.
Umarım, akıl sahibi olarak olaya sarılınır. |