Toplum
‘vahdeti
vücut’
felsefesini
yaşarken,
birden
sisteme
dönüş
yapabilir.
Çünkü hiperaktif
bir
hayat
geçiriyoruz.
Bu
durumlarda
ortamın
ateşi
bir
hayli
yükselir.
Bu
tatsız,
kötü,
ayıp bir
hal
değildir.
Kimileri
‘hak
etmedikleri
halde’
korunur,
bazıları
ise
işlemedikleri
suçlarla
itham
edilebilir,
sürekli
zan
altında
bırakılabilir.
Elle
tutulur
deliller
olmadan,
bir
imaj
kampanyasıyla
bu
dediklerim
hayat
bulur.
Baskı
esas
alınır.
Varlık
tek bir
bütün
iken,
ideolojik
olarak
bireyler
birbirlerini
tercih
ederler.
Sözde
güç
sahipleri,
demir
yumrukla
toplumu
yönetmeyi
denerler,
“kraldan
çok
kralcı”
olurlar.
Ölümcül
hırslar
azar.
Korkutma
ile
insanların
canını
yakarak,
hizaya
getirilebileceğini
düşünürler.
Maksatları
nefret
uyandırmaktır.
Kapı
kapı
dolaşarak
kötüleri,
(daha
doğrusu
‘Kötü’
olanı)
anlatırlar.
Bireysel
gücü
sonsuza
kadar
ellerinde
tutacaklarını
hayal
ederler.
Ama
tahminleri
tutmaz.
Sonuçta,
yaptıklarının
karşılığını
görürler.
Çünkü bu
dünya
kimseye
kalmaz.
Akla
gelen
soru şu:
İnsanların
töhmet
altında
tutulduğu
devir,
artık
bitti
denebilir
mi?
Biraz
zor bir
soru
gibi
geliyor
bana.
Toplum
ömrünü
bugün de
baş
belası
uğraşlarla
geçiriyor,
yarın da
geçirecek.
Evet,
çok
yoruluyoruz.
Ancak
böyle.
Ne
yapıldığı
tam
olarak
belli
olmayan
durumlarda,
insanın
töhmet
altında
bırakılması
ne
derece
de
doğru?
Gerçi
değişimin
süregeldiğine
tanık
oluyoruz.
Hoşgörünün
ağır
bastığı
zamanlar
da
olmuyor
değil.
Ama “töhmet
altında
bırakma”
düşüncesi
çok
yanlış.
İnsanların
derdi,
başkaları
ile
uğraşmak,
hayatlarını
didiklemekle
geçirmek
olmamalı
ve
kişiler
böyle
şeyler
üretmemeli,
kendine
yandaş
da
aramaya
çalışmamalı.
Ne yazık
ki
istenilenler
olmuyor.
İnsanlar,
kazanç
gibi
kabul
ettikleri,
ipe sapa
gelmez
şeyleri
bilgi
dağarcıklarına
yerleştiriyorlar.
Bütün
bunları
anlamak
için,
çevrenizi
gözlemlemeniz
yeterli
sanırım.
Yani
anlayacağınız,
öyleleri
var ki,
değişim
içinde
görünür
iken
“eski
tas eski
hamam”
hayatlarına
devam
ediyorlar.
Büyüklük,
“kendini
ispatlama
çabaları”
gırla
gidiyor.
Belli ki
bundan
zevk
alıyorlar.
Bunlar
öyle
kolayından
mazur
gösterilecek
şeyler
değil.
Demek ki
bu
tavırlar
onlara
kolaylaştırılmış.
Haliyle,
uygulamak
istiyorlar.
Bu ve
benzeri
kimselerin
“ister
sosyal,
isterse
dini
içerikli”
olsun,
genel
hükümlere
uymayan
hınzır
gözlemleri,
deccalin
cennetine,
yaşam
tarzına
benzemiyor
mu?
Hayata,
bütünlüğe,
doğallığa
dönmenin
yolu
elbette
bu
değil.
Empatiyle
yaklaşmak
varken,
insanların
hayatını
yargılamadan,
topyekûn
bir
okuma
yapılmamalı.
Çok
enteresandır,
bazıları
artık
bugün
bahsini
ettiğim
‘vahdet’
felsefesine
dönüş
yaptı.
Onu
anlamaya
çalışıyorlar,
çünkü
kurtuluşu
bu
yaşamda
buluyorlar.
Bir
yandan
kendini
arındırmaya
çalışırken,
diğer
yandan
kapasitesi
nispetinde
teklik
yaşamını
benimsemeye
ve
kendilerine
‘altın
tasta’
sunulan
ilmi
almaya
ve
yaşamaya
gayret
ediyorlar.
Büyük
bir
tarafsızlık
içindeler
yahut
öyle
olmaya
özen
gösteriyorlar.
Dinin
kendine
içkin
anlamları
üzerinde
duranlar
da
gündelik
beşeri
beslenmelerle
ilgilenmiyor,
olumsuzlukları
bir
simge
olarak
kabul
etmiyor.
Çünkü
çok iyi
biliyorlar
ki
DİN
sistem
olmakla
birlikte,
yaratıcıya
uzanan
yoldur.
İşte
benim
tarihsel
olarak
kabul
ettiğim
bu olay,
değişimin
bir
sonucudur.
İnanın,
bu
insanlara
gıpta
ile
bakılması
gerekiyor.
Çünkü bu
gibi
insanların;
“Kimseye
ziyanları
olmamış,
kimseyi
kırmamış,
istenildiği
takdirde
yardıma
hazır
olmuş,
ezilmiş,
dışlanmış
hakarete
uğramış,
ancak
aldırmamış
ve Allah
yolundan
asla
geri
adım
atmamışlardır.”
Çıkan
sonuç
şu:
Başkalarına
gölge
düşürmek,
aslında
kendimize
bu vasfı
yakıştırmak,
paniklemekten
başka
bir şey
değildir.
Bize
düşen,
teklik
anlayışı
ile bir seyir
olmalı. |