Şu sıralarda çok tartışılan bir sorunun cevabının
verilebilmesi için bu makaleyi kaleme almak gerektiğini
düşündüm.
Acaba"Türkiye muhafazakârlaşıyor mu yoksa
inançsızlaşıyor mu?”
Şimdi ne olup bittiğine bakmadan, ana hatları ile
"Toplumun muhafazakârlaştığı” tezini ortaya koyalım:
Bilinmeli ki, inanç-inançsızlık birbirine karşıt
kavramlar. İnanç alanı geliştikçe inançsızlık alanı
daralıyor. İnsanoğlu, tarih boyunca maddeye dönük kafa
yapısı ile anlayamadığı, çözemediği şeyleri maneviyata
dönerek değerlendirmesini biliyor.
Çünkü, inanç faktörü insanoğlunun girdiği çaprazlamada
konuları anlaşılabilir hale getiriyor. Hayatın karmaşası
içinde bunları görmenin, kavramanın iyice zorlaştığı
günlerde, nereden gelinip nereye gidildiğini anlamak
için inanç dünyasına mutlak surette adım atılması icap
ediyor.
Bir toplumun muhafazakâr düzeylerde söz konusu tutumlar
içinde olup olmadığını söyleyebilmek için
bahsedilenlerin yanı sıra biraz da etrafı kolaçan etmek
yeterli olur.
Daha açık ve net şekilde ifade etmek istiyorum:
Camilerin doluluk oranı, Ramazan ayında oruç
tutma yoğunluğu ve ilk etapta göze çarpan
türbanlı-başörtülü hanımların dikkâti çekecek
şekilde artması, Hac ve Umre ziyaretlerine
talebin patlaması, muhafazakârlığın ölçütleri ve
derecesi hakkında bize fikir verebilir.
Tabi bu
kaba bir yaklaşım ama gerçek.
İnanç dünyamızın, geçtiğimiz yıllara göre ciddi şekilde
farklı olması muhafazakârlığın artması anlamına
gelmektedir. Aksini düşünmek abesle iştigal olur. Zira,
mevcut dokümanlar söylediklerimizi teyid ediyor.
Muhafazakâr zümre, dini anlayışla yapılanmış halde,
inancın esaslarını, ahlaki değerleri ve ilahi hükümleri
muhafaza etmek suretiyle, diğer alanlardaki
farklılığa/değişime de açık pozisyonlar alır.
Çünkü inancın hamuru bunları gerektirmektedir.
Biraz garip karşılanabilir, ama "değişimcilik veya
reform" gibi kavramlara yatkınlık bu zümrede,
inançsız ya da dini teoride kabul eden sınıflara
nispetle bir hayli fazladır. Çünkü inanç dünyası yanlış
yolla hedefe varmanın söz konusu olamayacağı bilinciyle
hareket ediyor. Buna karşın sözde batıcılar, batıda ilgi
alanı bulamamaktan şikâyetçiler.
Özetle şöyle söyleyebilirim: Bugünün ılımlı İslam’ı,
belirgin bir şekilde “Batı’ya” daha yakın
görünmektedir.
İnançsız gruba gelince, bunlar ani, hızlı değişime
karşılar. Dar alanda kısa paslaşmalar, maalesef onların
hünerleri olamıyor. Aynı zamanda önem verdikleri maddi
yaşamın, ani değişimlerle ellerinin altından kaybolup
gitmesinden korktukları için hırçınlaşabiliyorlar.
Kontrolü kaybettikleri anda gözleri bir şey görmüyor,
kulakları duymaz oluyor. "Toplumun merkezi" olma
vasfını sadece kendilerine lâyık bulduklarından kimseyi
pek umursamıyorlar. Daha da kötüsü İslâm’ın
marjinalleşmesini gördükleri için olmadık iftiralara
başvurmak zorunda kalıyorlar. Özellikle, bu hava içinde
güç ve gövde gösterileriyle inanç alanını hedef olarak
seçiyorlar.
Bu arada, arzularına ulaşabilmek için, bazen
muhafazakâr kimliğe büründüklerini dahi
söyleyebiliriz.
Ne var ki gayeleri “Din” değil, dileklerinin,
daha doğrusu tutkularının geçerliliğe kavuşmasıdır.
Onlara göre, ideal olan madde âlemidir. Ölüm ötesi
yaşamla uğraşı söz konusu dahi olamaz. Şayet varsa bile
önem taşımaz. Bu yanlı düşüncelerini açıkça itiraf
etmekte de bir sakınca görmüyorlar.
Bu hususlara dikkâtle baktığımızda toplumun maddi
değerlerden ziyade, uhrevi değerlere daha yatkın
olduğunu gözlemlemekteyiz.
Bu kanıya,
Türkiye nüfusunun yüzde doksan dokuzunun
Müslüman oluşu ile bağlantı kurarak değil, ortadaki
mevcut gerçekler doğrultusunda ulaşıldığını söylemek
isterim.
Ama
ne çare kimi kesimler, dinin-inancın boyutlarını ve
hemen her tarafa büyük bir hızla yayıldığını hala
anlamış, kavramış değiller.
Kuşkusuz
çarpık bir bilincin değil, kazanılacak yeni hakların,
doğruların bir sentezidir bu sonuç. |