Ukad
kökünden
türemiş
bir
kelime
ukde.
Basitçe
bir
şeyin
uçlarını
derleyip
birbirine
sıkıca
tutturmak,
yani
düğümlemek
anlamını
içeriyor.
Ancak,
düğüm
deyince
her
zaman
alelade
bir ip
düğümünün
anlaşılması
gerekmiyor.
Mecazen
kullanıldığı
fark
ediliyor.
Kuran’da
Felak
suresinin
dördüncü
ayetinde
“Ve
o,
ukdelere
üfleyen
nefeslerin
şerrinden.”
şeklinde
geçiyor.
Tabi bu
yaklaşım
sizin de
bildiğiniz
gibi
büyüye
dayanıyor.
Mevcut
dokümanlara
göre
olayın
seyri
şöyle:
Yahudilerden
bir
kişi,
Allah
Rasulüne
(s.a.v)
büyü
yaptı.
Rasulullah
günlerce
hastalandı.
Cebrail
(a.s)
gelip
dedi ki,
Yahudilerden
biri
sana
büyü
yaptı.
Bir
düğüm
bağlayıp
falanca
kuyunun
dibine
attı.
Bunun
üzerine
Rasulullah
(s.a.v)
Hz.
Ali’yi
gönderdi.
Hz
Ali,
o büyüyü
çıkarıp
getirdi.
Rasulullah,
düğümü
çözdü.
Bunun
üzerine
sanki
ipten
kurtulmuşçasına
dinçleşip
ayağa
kalktı.
O
Yahudi’ye
bunu ne
söyledi
ne de
ölünceye
kadar
yüzünü
gördü.
(1)
Yazının
başında
da ifade
ettiğim
gibi
“Ukde”,
sözcüğü
sadece
düğümlemek
anlamına
gelmiyor.
Bu
kelime;
düğüm ve
düğüm
yeri,
sahibine
gelir
getiren
mülk,
ağacı
çok olan
yer, bir
kimsenin
maişetinin
kendisine
bağlı
olması,
bolluk
içinde
olan bir
belde ya
da nikâh
anlamlarına
geldiği
gibi,
kalpteki
itikada
dahi ukte
denilmesi
mümkün.
Ayrıca,
azmi
bozmamak
manasında
da
kullanılıyor.
Bu
kavramı
bir
kişinin
gerçekleştiremediği
düşünceleri
gibi
kabullenmek
de
olası.
Günümüzden
bir
örnek
verelim.
Ben
yazabileceklerimin
içimde
var
olduğunu
biliyorum,
ama
bunları
yazabileceğime
asla
inanmıyorum.
Bu
sebeple
de o
faktör,
yani
ukde,
içimde
kalmaya
devam
ediyor.
Kimi
zaman
hatalardan,
eleştirilerden
ders
almak,
onlardan
yararlanmak
mümkün.
Ama
bütün
bunlar o
ukdeyi
yok
etmeyi
sağlayamıyor.
Evet,
mistik
düzeydeki
her
ilmi,
velilerin
söylediği
her
şeyi,
Kuran
ayetlerini,
Hadisleri
veya
okuduğumuz
her şeyi
anlamamız
mümkün
değil.
Ancak,
bütün
bunlara
rağmen
anlaşılmayan
hususlar
bazen
insanın
içinde
ukde
olarak
kalıyor.
Ve uzun
süreler
geçse
dahi bu
unsur,
sanki
kendisini
fark
ettirmeye
özen
gösteriyor.
Gerçi
insanın
bir
kişiliği,
ruhu,
aklı
var, ama
herhalde
etkileniyor
ki içine
zamk
gibi bir
yapışmışlık
havası
veriyor.
Dolayısıyla
“çözemediği
sorunların
üzerine
yeniden
gitme”
çabasında
bulunuyor.
Ne ki,
önce
anlayamadığını
kabullenmesi
ve buna
göre
değerlendiremediği
şeyleri
basite
almaması
veya
izah
ederken
tüm
bilgiye
sahip
olması
gerekiyor.
Bunu
başaramazsa
“ukde
denen
illet”
kendine
ayna
olup
“ben
buradayım”
der
gibi
yüzünü
gösteriyor.
Kimi
zaman bu
tür
düşünceleri
ciddiye
almanın
şart
olduğu
görünüyor.
Kimi
zaman
ukde,
kurtulunması
gereken,
ama
çeşitli
nedenlerle
bunun
mümkün
olmayacağını
ifade
eden bir
durumu
yansıtır.
Bu tür
ukde
için
yapılacak
bir şey
yoktur.
“Yaşanması
gerekiyordur,
yaşanmıştır”
deyip
üzerinde
çok da
fazla
durulmaması
icap
eder.
Genel
bir
değerlendirme
yaparsak
söz
konusu
kavramın,
“fiziksel,
fizyolojik
maddi
bir olay
gibi
kabul
edilmesinin”
anlamı
yok.
İnsanın
düşünce
yapısıyla
alâkalı
bir
husus
desek
yerinde
olur
kanaatindeyim.
Ama
sorunlara
değer
vermeyip,
dünyaya
sırtını
dönerek
yaşayanlar,
hayatın
tarifsiz
hazlarına
kendisini
bırakmış
görünenler,
kendini
bilmek
bir
yana,
sadece
cenneti
düşünüp
onu
garantilemeye
özen
gösterirlerse,
gerçek
İslâm
anlayışından
ziyade,
pasif
bir
hayatı
tercih
etmiş
olurlar.
Ve
bahsini
ettiğimiz
duyguyu
bir gün
mutlaka
yaşarlar.
Bu husus
“Allah
ismine
ayna
olabilecek
insana”
yakışan
bir
haslet
olamaz.
Şurası
bir
gerçek
ki;
Şayet bu
fırsat
kaçırılırsa,
içinde
var olan
ukde
sonsuza
dek
devam
eder
durur.
Hidayetten
yoksun
bir
insanın
varacağı
yer
cennet
bile
olsa,
kişi
bunu
fark
eder.
Bu husus
günümüz
insanının
anlam
dünyasına
oturmalıdır.
(1)
Hadislerle
Kur’an
Tefsiri
İBN
Kesir. |