Baştan
söyleyelim,
bu
yazının
muhteviyatı,
dışsallıkla
uğraş
verenlerden
ziyade,
içselliğe
dönük
bir
yaşamı
arzu
edenler
ve
dışsallığı
kendi
kendine
feshedenlere
dönüktür.
İslâmi
anlayışa
ne oldu?
Gerçekten,
klasik
anlayışlar
taban mı
kaybediyor?
Öncelikle
belirtmeliyiz
ki
bilime
dayalı
İslâm,
tercih
sebebi
oluyor.
Eksik,
kusurlu,
noksan
gibi
görünen
şeyler
esasen,
insanı
olgunluğa
ulaştıran
köşe
taşlarıdır.
Bu
mantığa
göre,
işleyen
sistemde
söz
konusu
hususları
göz ardı
etmemek
gerekir.
İlahi
yakınlığa
erenlerde
noksanlık
görme halleri
bulunmaz.
Hayat,
elimize
sihirli
bir
değnek
veriyor.
O
sihirli
değneğin
adı
“İlim”
yani
“pozitif
bilim”.
Bilim,
dokunduğu
her şeyi
geliştiriyor.
İnsanın
daha
ileriye
bakmasını
temin
ediyor.
Ne var
ki, bu
sihirli
değneği
her
yerde
kullanmak
gerekiyor.
“Her
şey, ona
hamd ile
tespih
eder…
Ama
onların
tesbihini
anlayamazsınız.”
(17/44)
Bu ayete
istinaden,
bukalemunun
güneşe,
arının
çiçeklere,
necaset
böceğinin
de kötü
kokuya
ibadet
ettiğini
söyleyebiliriz.
[Bkz.
İnsan-ı
Kâmil
kitabı]
Mahlûkata
yaşam
enerjisi
veren
güneşin
ışığı
renksiz
karakterde
olmasına
karşın,
kırmızı
bir
camın
arkasına
kırmızı,
sarı bir
rengin
arkasına
sarı,
mavi bir
camın
arkasına
mavi
renk
düşürür.
Bukalemun
da
böyledir.
Güneşin
bu
mevcut
özelliğinden
faydalanarak
aynen
onun
gibi
bulunduğu
yerin
rengini
alır. Bu
husus
ona
ibadet
etmesine
ve rabbi
gibi
kabullenmesine
yol
açar.
Necaset
böceğinin
de
istediği,
arzuladığı,
pis bir
kokudur.
Pislik
böceği,
ancak
orda
yaşamını
rahatlıkla
sürdürür.
Benzer
manaların
ortak
noktaları
teşkil
etmesinden
ötürü
pislik
böceğinin,
pis
kokulara
yönlenmesi
tabidir.
Keza,
arının
varoluş
gayesi,
taşıyıcılık
olup bal
yapmaktır.
Bu
bakımdan,
değişik
çiçeklere
muhtaçtır.
Bu
mantık,
onun
ibadet
etmesi
anlamına
gelir.
Bahsi
geçen
hayvanatın
yönlendiği
nesneleri
“rabbi
gibi
kabul
etmesinin”
aslı
budur.
“Rabbena
âtina
fiddünya
haseneten
ve
filâhıreti
haseneten
vekına
azâben
nar.”
[Rabbimiz
dünyanın
(gerçek)
güzelliklerini,
âhıretin
(gerçek)
güzelliklerini
ver,
ateşin
azabından
bizi
koru.]
Dünyanın
gerçek
güzelliği,
bedene
düşkünlük
neticesi
işi
abartarak,
keyfe
göre
takılmak,
çarşı-pazar
dolaşmak
değil, bu ve
benzeri
süfli
şeyleri
terk
edip
hakikate
yönelmek
ve
yaşamaktır.
Bu
istikameti
tayin
etme,
bir
anlamda
imkânların
imkânsıza
dönüşmesi
anlamına
gelir.
Ahiret’in
güzelliklerine
böyle
ulaşılır.
Ateşin
azabından
da böyle
korunulur.
Acıma,
acındırma
ve
tevazu,
sosyal
hayata
uygun,
insani
duygulardır.
İkisi
insanı
beşeriyete,
sonuncusu
hiçliğe
götürür.
Akıl
sahipleri
arınarak
yakine
erer.
Kâbe,
Allah’ın
veçhidir.
Allahın
veçhi,
en güzel
şekilde
bu
mahalde
ortaya
çıkmıştır.
O
yüzden,
insanlar
Kabe’ye
yönlenirler.
Bu bağı
kurarlar.
Kâbe,
çekim
gücünü
fark
ettirmeksizin
bunu
gerçekleştirir.
Ancak,
inançlı,
yakıyn
ehli
insanlar
bunu
fark
edebilir.
Öte
yandan
Kâbe,
Mutlak’a
ayna
olabilecek
bir
şuura
sahiptir.
Bunu
algılayabilen,
onunla
görüşür.
İlmî
paylaşımları
yapabilir.
Bütün bu
hususları
sahiplenmekten
kaçınanlar
ise onun
enerji
yanından
faydalanabilir.
Bilgi,
insana
bütün
olarak
gelir.
Zaman
içinde
yayılır
ve
detaylanır.
Nitekim,
Kur’an
da böyle
tek bir
defada
inzal
olmuş,
bilahare
kısım
kısım,
vahiy
sistemiyle
Allah
Rasulü’ne
ulaşmıştır.
Bugün
var oluş
gayesini
algılayan,
benimseyen,
arınma
evresine
girecek
ve “ol”
emri
onda
açığa
çıkacaktır.
Kul
hakkı
ile
ilgili
konuda
ise
görüş
şöyle:
Aslında
kul
hakkı
yoktur.
Çünkü
Allah
seriül
hisaptır.
Bu hakkı
doğuracak
ters bir
işlev
oluşturulduğunda,
artılar
anında,
hakkı
yenen
kimseye
geçer.
Artı
yoksa
karşı
tarafın
eksileri
alınır.
İnsanlar
bu
koşulları
göremedikleri
için
illaki
“kul
hakkı”
deyip
durur.
Ama
sistem,
otomatik
olarak
işler.
Bu hal
insanda
büyük
bir
yıkıma
neden
olduğu
için
Cenab-ı
Hak
karşıma
"kul
hakkı"
ile
gelmeyin
demektedir.
Sebebi
budur.
Hz.
Muhammed
(s.a.v)
beden
itibariyle
yaratılmış,
mana
yönü
itibariyle
“ceale”
hükmü
ile
yaratılmışlıktan
münezzeh
kılınmıştır.
Allah’ın
elinde
inip
kalkan
terazi,
her
şeyin
şuurlu
bir
şekilde
yaratılışını
anlatır.
Güneş
altında
yapılan
tavaf,
düşünülenin
aksine
çok
değil,
daha az
sevap
kazandırır.
Sistem
sistemdir,
değişmezdir.
İlmel
yakin,
aynel
yakin,
hakkel
yakiyn
ölümler
var.
İlmel
yakin
bilgide
kalır.
Aynel
yakinde
konuya
yakınlık
hissediş
vardır
ve
akabinde
tasarruf
denen
Hakkel
yakiyn
yaşama
ulaşılır.
Dostum!
Bugün
bedenin
için ne
yaptın?
Ruhun
için ne
yaptın?
Allah
için ne
yaptın?
Bedene
dönük
çalışmalar,
maalesef
ilk
sırada
yer
alıyor.
Bir
insanın
ömrü
genellikle
dinmek,
uslanmak
bilmeyen
arzularla
geçer.
Sonuçta
insan
yaşlanıp
tükenir.
Halbuki,
genç
yaşta
yapılan
çalışmalar
çok daha
randımanlıdır.
Yaşlı
olan da
titizlikle
bunları
yapıyor,
ama
gençler
kadar
verimli
olamıyor.
Yani
ruhsal
çalışmalara
pek özen
gösterilmiyor.
Haliyle,
Allah
için
yapılan
çalışmalara
ulaşılamıyor.
Zira bu
türü
tefekkür
ister,
üretim
ister.
Bütün
bunları
hayretle
fark
ediyoruz.
İman
edenler,
algılayamadıkları
şeylere
yönlenerek
onları
çözebilirler.
Kâbe’de,
[Kâbe’nin
yanında
olanlar
haricinde]
Mekke’de,
Medine’de,
ortada
hiçbir
neden
yokken
çıkabilen
tüm
tartışmalar, kırılmalar
geçersizdir.
Birbirleriyle
istemeden
atışanlara
duyurulur.
Malayani
konuşmalarla
insan,
içselliğe
geçemez.
Konuşulması
halinde
tepki
vermemek
gerekir.
Kâbe
ve
Mescit
dahi,
içsellik
boyutunda
şekil
olarak
önemini
kaybeder.
Kaybetmiyorsa
kesin
olan bir
şey var
ki,
dışsallıkta
kalınmış
demektir.
Ezan,
sadece
dışsallıkla
değerlendirildiğinde
telafisi
mümkün
olmayan
sonuçları
doğurur.
Rab
“korku
değil”
Data-bilgi
kaynağıdır.
Olayı bu
şekilde
değerlendirenler,
Allah’tan
haşyet
duyarlar.
Evladından,
eşinden,
işinden
aldığın
sevgi
sinyallerinin
üstünde
Cenab-ı
Hak’tan
da bu
tür
sinyaller
almıyorsan,
bil ki
kayıptasın,
uykulu
haldesin.
Sinyallerin
farkına
varmak,
ancak
arınmak
ile
mümkündür.
Kâbe,
kuşkusuz,
insanı
arındırmaz,
sadece
yardımcı
olur,
arındırmaya
programlar.
Onun
yanında
artılar
eksiler
(sevaplar-
günahlar)
yoğunlaşır,
süratlenir,
yeni
ihtimaller
artar.
Kâbe;
Hakikati
Muhammedi’den,
Hakikati
Kur’an’dan,
Hakikati
Ahmediye’den,
Hakikati
İbrahimiye’den
üstündür.
Yorumsuz
kalabilenler,
zahiri
bağlantı
olmaksızın
konuşabilirler.
Güçlü
enerji,
yüklü
hataları
getirir.
Bu
nedenle
tüccar
anlayışları
bir
tarafa
bırakıp
tavaf
sayılarını
abartmadan
makul
seviyelerde
tutmak
yerinde
olur.
Ferd
olarak
tavaf
edenler,
Kâbe ile
ilim
alışverişi
yaparlar.
Onlar
daima
hediyeleşirler.
Arınmanın
yolu
imandan
geçer.
“...
Allâh
onlardan
razı
olmuştur,
onlar da
O'ndan
razı...
İşte
budur
büyük
kurtuluş!”
(Maide-119)
Razı
olma,
kulun
Allah
tarafından
getirileni
kabul
etmesidir.
Allah da
dilediğini
yapmakla
ondan
razı
olmaktadır.
Fecr
suresinin
son dört
ayeti,
basit
anladığımız
manadan
farklı
ve
derinliklidir.
27-)
"Ey Nefs-i
Mutmainne
(Hakikati
yaşamakta
tatmine
ulaşmış
bilinç)!"28-)
"Radiye
olarak,
Mardiye
olarak
(Seyir
ve
tasarruf
kemâlâtını
yaşayan
olarak)
Rabbine
(Esmâ
hakikatine)
dön
(şuur
olarak)!"
29-)
"Kullarımın
("sanı
varlığı"
"yok"luğa
dönüşmüş
olarak
işlevlerine
devam
edenler)
içine
dâhil
ol!"
30-)
"Cennetim’e
dâhil
ol!"
Algılanacağı
üzere
razı
olan,
şuurlu
bir
yaşama
erişendir.
Bu nokta
itibariyle,
razı
olan
veya
olunan
yoktur.
Razı
olan
tektir.
Kâbe’ye
Hz.
İbrahim
makamına
el
sürmek
kolaydır.
Ama
içselliğe
yönelmek
ve bu
makamları-boyutları
insanın
kendisinde
bulması
daha
önemlidir.
Basiretsiz
olana
müdahale
edilmez.
Çalışana,
yaklaşım
yapana
yardım
edilir.
Başarıya
sığınmayanlar,
Allah’ın
kuluna
sarılır.
Kendine
güvenenler
ise
rabbin
kulluğuna
yapışırlar.
Kuralsız
sistemde
her
zaman
çatlaklar
oluşur.
Hediyeleşmeyi
sadece
maddi
anlamda
düşünenler,
delalet
içinde
olup
içsellikten
nasibi
olmayanlardır.
Esfeli
safiliyn
surete
girmek,
kayıtlı
yaşamaktır.
Hz.
İbrahim
bir
duasında
(“Rabbic'alni
mukimessalati
ve min
zürriyeti.
Rabbena
ve
tekabbel
”)
insanları,
birliğe-tümelliğe-suretsizliğe
davet
eder.
Ama bu
daveti
pek çok
kimse
anlayamaz
İnsan
3,5
atarak
değil,
4/4’
lük
yaşamalı.
4/4’
lük
yaşarken
dikkat
etmeli
ve
kendini
uçuruma
atmamalı.
Cahil
insanlar
fetva
veremez,
verse de
bu
fetvaları
makbul
olmaz.
İstemsiz
bir son,
ölümdür.
Kâbe
melektir,
insandır.
Aynı
zamanda
ikisinin
üstünde
bir
yapıdır.
Zatı ile
zatını
kıldı.
Data ile
farkın
farkına
vardı.
Şanını
yüceltti.
Uluhiyet
görecelidir.
Dolaşım
içindedir.
Bulunduğu
yerin
rengini
alır.
Zikrin
sonu
seyirdir.
Maddenin
bitimi
ile
melekut
âlemi
başlar.
Emanetleri
terk
etmeli,
gerçekleri
ise
sahiplenmeliyiz.
“Ben
buradan
sonra
yokum!”
“Bir
adım
daha
atarsam,
yanarım!”
diyen
Cebrail
(a.s)’ı
ötelerde
aramanın
gereği
yoktur.
O
beyinde
mevcut
bir
frekanstır.
Bu
frekans,
Cebrail-i
kuvve
olarak
anılır.
Madde
yoksa
melekût
âlemi de
yoktur.
Şayet;
Annenizi,
babanızı
seviyor,
mutlu
olmayı
umuyor,
işinizde
mutlaka
zam
almayı
diliyor,
deprem
olmasını
istemiyor,
dedikodu
ve nifak
yapıyor,
gözünüzü
çöpten
esirgiyor,
kilo
almaktan
hem
korkuyor
hem de
patlarcasına
tıka
basa
yiyor,
sahip
olduklarınıza
dokunulmasını
istemiyor,
enayi
yerine
konmayı
asla
arzulamıyor,
böbrek-mide
sancısından
hoşlanmıyor,
hep
başköşelerde
oturmayı,
baş
olmayı
istiyor
aksini
düşünmüyorsanız,
sizin
ilkiniz
Allah
Rasulu
(s.a.v)
olamaz,
onu
algılayamaz
ve
sevemezsiniz.
İnsan
zekâsına
saygısızlık
yapanlar,
Allah’a
karşı
suç
işlemiş
olurlar.
Namazın
dışsallığı
ile
birlikte
içselliği
de bir
gerçektir.
İçselliğe
geçen,
daimi
namazdadır.
Kayıtlılık
ve
kayıtsızlıktan
geçmek
şarttır.
Zira
kayıtsızlık
dahi bir
kayıttır.
Delalet
imanla
yıkanırsa,
arınmayı
getirir.
Orucu
oruç
yapan,
orucun
ardındaki
KARAR
VERİCİDİR.
Tecrübe,
her
zaman
(+)
demek
değildir.
Deneyimli
insanların
yanılgısı,
felaketlere
neden
olur.
İnsan
hiçbir
zaman
Hür
olamaz.
Hür
olan,
esma-nokta
boyutuna
geçendir. |