Bu soruyu, yalnız kaldığım zamanlarda kendime
sorarım. Çünkü insan, etrafla çok meşgul olmadığı, bir bakıma
kendini fuzuli işlere vermediği için düşüncelerini
bölmeden, yönlendiği bir konuya yoğunlaştırıp
şekillendirebiliyor.
Ve ister istemez, felsefesi ile yaşantısı arasında
bağlantı kurup gözlemler yapabiliyor.
Tabi olayları canlı canlı seyretmesine karşın kılını
kıpırdatmayan, yani hiçbir şeyi düşünmeden yaşamına
devam eden, göstere göstere baskın yiyen ve bir de
balık hafızası olanları konu dışında kabullenmek
gerekiyor.
Uyku halinde olmanın en güzel tasviri:
“İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar”
buyruğudur.
Allah Rasulü’nün
sözleri arasında başlık seçimine önderlik yapanı budur.
İnsanoğlu acaba bu anlamlı sözün farkına varabilecek mi?
Görünen köy kılavuz istemez!
Fakat, bu gidişle zor gibi görünüyor.
Çünkü bu hadisi algılayamayan, mecazi ifadeleri
değerlendirememiş, varoluş felsefesinden-ulûhiyet
kemalatından bir nebze olsun nasibini alamamıştır.
O nedenle tanrısı ile ilişkisini kopartamamıştır.
Oysa tanrısı ile yaşayanın kafasında örümcek ağı gibi
dolanmış bir ‘bağnazlık bulunduğundan’,
gerçeklerden habersiz, uykulu bir halde göçer gider bu
dünyadan.
Evet, dünya yaşamının büyük bir balon olduğuna işaretle,
bu noktaya paralellik getiren bu ve benzeri hadisler
bizi uyanmaya zorluyor, kafamızdaki düşünceler alt üst
oluyor.
“Ezici çoğunluk ‘A’ diyebilir ama, gerçeği ‘Z’
dir. Bu inanılmaz boyutu yaşayın” demeğe
getiriliyor.
Bu perspektiften bakıldığında aracı amaç olarak kabul
eden insan, peşin söyleyelim, uykudakiler sınıfında
yerini alır.
Meselenin özüne vakıf olamaz.
Kendini bir “et kemik yığını-beden” olarak bulur,
yaşar.
Bedenini istediği gibi kullanamaz. Arzu ettiğinde bu “bedenden
dışarı” çıkıp -astral seyahat- yapamaz, dolaşamaz,
onun tutsağı olarak kalır.
İdrak etmesi, algılaması gereken boyutlardan hiç haberi
olmaz.
İstemediği, arzulamadığı bir şey olursa isyan çıkarır.
Haykırışları/tepkisi
bireysel dışa vurum düzeyinde olabileceği gibi, toplumu
etkisi altına alabilecek şekilde de gelişebilir.
Bu, en tehlikelisidir.
Gelene paşam, gidene ağam anlayışına sahip, ayak
oyunlarıyla bir şeyler kapmaya alışık ‘tüccar
zihniyetli’ yaklaşımlar bu sınıfa dahil olur.
Bu türler durdukları yeri hiçbir zaman beğenmezler.
“İlkellik, kafasızlık, bencillik, çıkarcılık, bağnazlık”
gibi nitelikleri diriltmede üzerlerine yoktur.
Her zaman daha iyi bir yerde olduklarına inanırlar.
Hemen herkesin yaşam tarzını eleştirirler.
Gidişi kendileri belirlemek isterler.
En basitinden, “her işe sürekli müdahale ederek”
onu kendilerinin daha iyi yapacaklarından söz ederler.
Hiç tanımadıkları insanlarla ilişkiye girip ‘kısa
süre sonra dost olduklarını’ açıklarlar.
İnsanların işini zorlaştırmak için ellerinden geleni
yaparlar.
Kendi taraflarını tutmayanları ise pek sevmezler.
Oturdukları koltuklara zarar verirler, orada tamir
edilemeyecek yaralar açarlar.
Koltuğun hakkını veremezler.
Bir başka kişinin “o yere layık olduğu gerçeğini
duymak, bilmek dahi” istemezler. Yaptıkları her işin
karşılığını ister ve verdiklerinden fazlasını almaya
uğraşırlar. Beğenmezlerse o insanlarla yakınlık
kurmazlar.
Gelelim, uyanmış olanlara:
“İlim, güç, hâkimiyet, tasarruf”
onların elindedir.
Fark ettirmeden, insanların tüm sorumluluğunu üzerlerine
alırlar.
Onları gidecekleri yere kadar sağ salim ulaştırma
ihtiyacını hissederler. Emanete özen gösterirler.
Akıcı bir anlatıma sahiptirler.
Az yer, kolay kolay acıkmaz, fazla uyumaz, her zaman
hastalanmaz ve yorulmazlar.
Gün doğmadan işe başlarlar.
Daima verici olmak mecburiyetindedirler.
Maddi beklentiler bir yana, “manevi kazanç elde
etmeyi” dahi düşünmezler.
Yerine göre güler yüzlü, zamanla ‘sert’ olmaları
beklenir.
Kişilerle sağlıklı bir ilişki kurulmaz ise, bu yolda
rahat bir şekilde ilerlemenin mümkün olamayacağını
bilirler…
Ne yazık ki kıskaçlardan kurtulmanın yolu ‘uyanmak’
ile mümkün.
Şimdi siz karar verin. Bu şartlar altında;
Uykulu bir halde olmak mı, yoksa “arslanlar gibi
uyanık” olmak mı isterdiniz? |