Varoluş Felsefesi

 

Dünyanın hemen her yerinde, bilimin dinle buluşması maalesef kabul görmez bir düşünce olmakta devam ediyor. Böylesine bir kaynaşma, her ne hikmetse bilim dışı olarak kabul görüyor.

Nitekim, bilimle uğraş veren çevrelerin bu konudaki hazır yanıtı şöyle:

“Ders kitaplarına yaratılışla ilgili efsaneler, masallar, sanki bilimmiş gibi sokulmaya çalışılıyor. Bunlar aslında Galileo'yu engizisyonun karşısına çıkartıp fikirlerini reddetmeye zorlayanların yaptığı iş gibi. Arada hiçbir fark yok. ”

Bilen biliyor. Galileo, sonunda dayanamamış, kendi işkencecilerine: “Hayır! Dünya güneşin etrafında dönmüyor.” demişti.

Bu sayede Roma kenti de yakılmaktan kurtuldu, ama mahkemeden çıkarken onun 'yine de dönüyor' dediğini duyanlar oldu.
Bilim adamları iddialarını şöyle sürdürüyorlar: “Galileo mahkemede ne söylemiş olursa olsun, dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneşin etrafında döndüğü gerçeğini kimse değiştiremez.

Kısacası, bilimsellik kapsamında kalanlar, ortaya koydukları tezle dini 'sadece inanmaktır’ havasına getiriyorlar.

Amaç belli, bilimsellik ile “bilim dışı olanın” yan yana durması imkânsız.

Bu yüzden konuyu, “inananlar ne kendi inançlarından, ne de onlara o inancı vazeden tanrılarından kuşku duyarlar. Kuşku, en büyük günahlardan biridir.” Ve “esas irticai tehlike, bilim dışının gelip olaya hâkim olması ve giderek bilimi dışlaması oluyor” demeye vardırıyorlar.

Ancak, iş bu kadarla kalmıyor.

Dini sadece bir inanç dairesinde tutabilmek için son zamanlarda el attıkları “yaratılış felsefesini” de bir 'teori' olarak niteleyebiliyorlar.

Bilindiği gibi “bilimsel düşüncenin ve teorinin özelliği, yanlışlanabilir” olmasıdır. Oysa inançla ilgili konularda kuşkuya yani yanlışlama çabasına yer yoktur.

Zaten, “işin içine kuşku girdiği anda inanç ortadan kalkmıştır.” diyorlar.

Bu kurnazca ve tuzak düşünce, takdir edersiniz ki gizliden gizliye sadece bilimin varlığını kabul etmek ve ettirmek anlamına geliyor.

Her halükârda burada, 'kuşku' konusuna da bir nebze olsun değinmek zorundayız.

Kuşkunun inanç noktasında geçerliliğinin olmadığından bahsediliyor. Ama bu kesinlikle doğru bir sav değil.

Çünkü, bir insanda 'vehim' varsa -ki normal bir beşerde mutlaka bulunur- imanlı dahi olsa kuşkuya/zanna düşmesi doğaldır.

Kur’an, bırakın günahkâr kulları, salih olanlara dahi “imanlarını yenileme hususunda öğütler” vermiyor mu?

Bu itibarla; şüphe olmasa, inanç sahipleri, bir neden söz konusu olmaksızın cennete gitme şansına sahip olabileceklerdi.

Ama olmuyor işte. Berzah boyutu o kadar kolay aşılmıyor. Ve işin ilginç yanı, 'cennete insan değil, melek' giriyor. Çünkü insan meleki özelliklere varana dek arınma durumunda kalacaktır.

Bu anlatılanların, kuşku duyma konusuna bir delil olması gerekir diye düşünüyorum.

Anlaşılan, bilim adamlarının “herkes enayi, bir tek biz akıllıyız” anlayışı, bir aldatmadan, tezgâhtan öteye geçmiyor.

Ayrıca  Allah Râsulü: “İlim Çin’de dahi olsa gidin onu bulun” diyerek bu noktaya bir açıklık getirmiyor mu? Yani Efendimiz (s.a.v), uyarılarında bilimin vazgeçilemez bir unsur olduğunu söylüyor.

Buna göre dinden anlamamız gereken şey, bilimle bir bütün teşkil ettiğidir.

Başka türlü olabilmesi de mümkün değildir.

Bunu hazmedebilmek/paylaşabilmek, bilim adamları için bir hayli zor olsa gerek. Şayet bilimsel takılanlar, “düşüncelerinden biraz taviz vermiş olsalardı, gelebildikleri noktaya bakıp ne kadar haksızlık ettiklerini, uğraş verdikleri, yıllarca çaba gösterdikleri şeyin, din ile bölünmez bir bütün” olduğunu fark edeceklerdi.

Anlaşılacağı gibi sorun, bilimin din ile birleşme noktasında yatıyor.

İş işten geçmeden “yanlışları düzeltmek” büyük bir erdemdir. Ama böylesine bir bilim yanlısı da hemen hemen yok gibi.

Benim izlenimim bu şekilde.

 

 

 
 
İstanbul - 17.06.2009
sufizmveinsan@gmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com