“Mental”
kelimesi,
“zihinsel”
anla-mına
geliyor
ve
düşüncelerimizde,
konuşmalarımızda
yeni
yeni yer
alıyor.
Mistik
perspektiften
söylü-yorum;
Mental
hayvan,
Noktanın-Esmanın-kuantum
boyutunun
bir
‘print out’
u dur.
Bir
anlamda,
kafa
olarak
insanın
kendini
bir
birey,
“beden-ruh
bilinci
ile
kabul
etmesinin”
işaretidir.
Mental
hayvanın
en alt
derecesi
münafıklıktır.
Yani içi
başka
dışı
başka
olma
durumlarının
yaşanması.
Riyakârlık,
bu
zeminde
gırla
gider.
Buna
karşın
yanlışta
israr
edilir
du-rulur.
Hafızası
zayıf
olanlar
için
tekrar
edelim.
Küfrün
simgesi
gibi bir
kon-um;
öyle
anlamak
gerekiyor.
Münafıklık,
bir
hastalıktır.
Yüzleşerek
giderilir.
Hatalardan
ders
çıkarabil-mek,
yanlışlardan
vazgeçmek
bir
erdemdir.
Ayrıca
akılcı
bir davranıştır.
Ancak
tüm bu
uyarılara
rağmen
bu zümre
tarafından
ciddiye
alınmadığı
da bir
gerçektir
ve
oldukça
manidardır.
Oysa
bu
anlatılanların
aksine,
yaşamını
güzel
işlere
hasretmiş
bir
zümre
var
ki burada
onlardan
bir
nebze olsun
bahsetmek
iyi
olur.
İslâmda
salih
insanlar
diye
anılırlar. Muttakiler-Ebrar
diye
bilinenleri başta
gelenleridir
ve cennet
ehlidirler.
Efendimiz
(s.av)
onlara düşkündür. Din
bu
güzide
sınıf
tarafından
yayılmıştır
dersek
doğruyu
söylemiş
oluruz.
Kim
“mental
hayvan”
özellikleri-nden
sıyrılabilir,
bu
bilinci
terk
edip
“şuurlu
bir
konuma”
sıçrama
yaparsa
ki –bu bir
anlamda
miraçtır-
otomatikman
kendini
esma-nokta-kuant
boyutunda
bulur.
İşte
burası
Velayet
kemalatının
başladığı
yer
olarak
belirir.
İslâm
dünyasının
kabul
etmesi
gereken
bir
gerçek
şudur;
veliler
her
zaman
referans
alınacak
kimseler
olarak
tezahür
eder, iç
dinamikleri-yle.
Bir veli
damdan
düşer
gibi,
şıp diye
bu
noktaya
gelmemiştir.
Veliler köklü
bir
değişimden
geçmek
zorundadır.
Velide
“sıradan
bir
insanın
ve
insanlığın
aklı,
devre
dışı”
kalmıştır.
Mevcut
varlığını
bir
beşer
gibi
devam
ettiremez.
Başlıca
özelliği,
sisteme
ve
Kuran
bilgisine,
Kuran’ı
anlamaya
çalışan
toplumun
semantik
(Anlam
bilim)
bilgisine
müdahalede
bulunmasıdır.
Nebi-Rasuller,
ilâhi
şeriatı
yürütmek
için
zuhur
etmek
mecburiyetinde
kalmışlardır.
Evliyalarda
ise bu
mec-buriyet
yoktur.
İnsanlarla
ve
kalabalıkla
ünsiyeti
azdır,
onlarla
düşmez
kalkmaz,
ancak
komşularıyla
sık
görüşürler
ki,
onlar
kendisinin
ne işle
meşgul
olduğunu
bilmesinler.
[Bkz.
Fütuhat-ı
Mekkiye
Muhittin
Arabi
Hazretleri
s 72-73]
Onlar,
kelimelerin
formel
(şekli)
yapısını
değiştirmeye
özen
gösterir-ken,
mecazları-sembolleri
ortaya
çıkarırlar.
Bir veli
bunları
yapmasaydı,
Kuran
asla
anlaşılamazdı.
Velilik
değişken
bir
kemalâta
sahiptir.
Birimsel
aklı ve
kişiliği
yoktur.
Aklı ve
kişiliği
bulunanların
kullanımına,
tasa-rrufuna
ve
yorumlayıp
geliştirdiği
fikirlere
de
ihtiyacı
olmaz.
Velileri
“akıllı
bir
robot
gibi
düşünemez-siniz.”
Sonra
sizin
aklınızı
da
ruhu-nuzu
da alır,
bir
yerlere
götürür.
“Benim
rezilleşmeye
ihtiyacım
var”
diyenler,
onlarla
uğraşmayı
denesinler.
Velayet
iki
gruba
ayrılır:
“Velayeti
amme
ve
Velayeti
hassa.”
Velayeti
amme,
velayeti
hassanın
kapsamındadır.
Bunun en
tipik
örne-ğini
‘Hızır
as.
ile
Hz.
Musa’
arasında
görmek
mümkündür.
Hızır
as.
Allah’ın
seçkin
bir
kulu,
Nebi-Rasulü
olan
Hz.
Musa’
ya
bayağı
yüklemelerde-yüklenmelerde
bulunmuştur.
Kuran’da
bu
hususun
işlendiğini
açık ve
net
görüyoruz.
İkisi
arasındaki
fark
esasen “Muhammedi
velayetin,
velayeti
amme
düzeyinden
ne kadar
üstün
olduğunu”
gözler
önüne
seriyor.
Anlayacağınız,
“velayeti
amme”,
‘hassanın’
yanında
biraz
hafif
kalır,
Amme,
hassanın
yolunu
takip
eder.
Sebebi,
derinliğe
inememesidir.
Bu husus
tekâmülle
alakalı
olup
‘hikmeti’
tam
anlamıyla
kavraya-mamalarıyla
ilintilidir.
Ancak bu
konum
onları
“velayet
kapsamı”
dışında
bırakmaz.
Bir-iki
nebi
ve rasul,
Muhammedi
velayetine
dâhil
iken,
diğerleri
bu
durumdadır.
Velayeti
ammenin
başlangıcını
ve
sonunu
belirten
ayet
şöyledir:
“Muhakkak
ki Allah
indinde
İsa’nın
oluşumu,
Âdem’in
oluşumu
gibidir.”
(Ali
İmran-59)
Burada
her ne
kadar
Âdem’in
babasız
olduğuna
dair bir
işaret
var gibi
algılansa
da bahsi
geçen
benzetme,
mecazîdir.
Esasen
Kuran,
evrensel
dönüşümlerden
bahseder,
bedenlerle
uğraşmaz,
bu
şekilde
yaklaşımlar
yapmaz.
Ben
şahsen
yaşam
felsefemi
“Vahdeti
vücud”a
yakın
bulurum.
İstisnaları
dışında
böyle
kabul
edilir.
Vahdeti
Şuhud’u
benimseyenler
ise
maddeyi
kabul
etmeyenlerdir.
Çünkü
madde
diye bir
şey
yoktur.
Bu daha
derin
bir
bakış
açısıdır.
[Ne var
ki
kuantum
boyut,
esma
âlemi
olarak |
|
kabul
gördüğünden,
esasen
her
ikisinin
de iptal edilmesi,
onun
yerine
"TEK" in
"kendi
kendine
seyri"
veya
sadece
"Vahdeti
Şuhud"
kavramının
kullanılması
daha
makul
olacaktır.]
Açıklamak
gerekirse,
gerek
vahdeti
vücut
gerekse
vahdeti
şuhud
amme
velayetidir.
“Velayeti
hassa”
ise özel
bir
velayettir.
Bu
boyutun
en
önemli
tecellileri,
“ilmi
ledün,
Rasulullah
vasfında
olma ve
Allah’ın
kulluğu
olabilme”
yetisidir.
Rasullük,
Allah’ın
Kuluna
bağlıdır.
Kul
ve Rasul,
velayet
kemalatının
zirvesinde
yer
alır.
Buna
göre
velilik kemalatının,
bu iki
kavramın
uhdesinde
(ilahi
hüviyetin
tavsifi)
olduğunu
düşünmek
zoru-ndayız.
Çokluk
perspektifinden
olaya
bak-arsak
söz
konusu
niteliğin
biri
kuş-kusuz,
Hz.
Muhammed’in,
diğeri
“Hz…” dir.
Bir veli
anıldığı
zaman
onun ne
ka-dar
meşakkatli
bir
hayattan
geç-tiğini
düşünmek
ve bu
koşullarda
asla
inancını-imanını
kaybetme-diğini
bilmek
herhalde
yerinde
ola-caktır.
Çünkü
onlar
“ceale”
hük-müyle
vardır.
Veliler
hayranlık
ve
semboller
düzeyinde
değil,
akılcılık-yenilik
düzeyi
ile
kendinden
bahsettirir.
Yeri
gelmişken
söylemek
istiyo-rum,
edebiyat
derslerinden
hatırlarım;
Tecahül-i
ârif
diye bir
tür söz
sa-natı
vardı.
Anlamı
şuydu:
“bildiğini
veya
bili-neni
bilmezlikten
gelerek
nükte
yapmak.”
Bu
olguyu
anlatmak
için
Fuzuli’
den
verilen
örnek,
herhalde
ne demek
istediğimi
somut
hale
getirir:
“Bilmiyorum,
devreden
kubbe mi
su
rengindedir,
yoksa
gözyaşlarım
mı
kubbeyi
kapla-mıştır.”
Anlayacağınız,
Fuzuli
burada
“Tecahül-i
arif”
yapmaktadır.
Gök
kubbenin
“mavi”
olduğunu
bildiği
halde,
“bilmezlikten”
gelmektedir.
Halk
arasında
bunun
tarifi
aptala
yatmadır.
Bildiği
halde
bilmezliği
oynamak,
saf rolü
yapıp
millete
“bilmiyor
bu”
dedirtmektir.
Böylesi
bir
uygulama
“evliyanın
baş
stratejisidir”
ve
örtüsüdür.
Evliyanın
bu
oyunu,
Allah’ın
hük-münü
uygulamasından
başka
bir şey
değildir.
Anımsayalım,
Cenab-ı
Hak;
“Onlar
benim
örtüm
altındadır”
demiyor
muydu?
Şayet
Allah ve
kul
kavramını
bir şirk
anlayışı
içinde
değerlendirmi-yorsak,
biraz
yüksek
perdeden
söylenildiği
gibi
ifade
edeyim,
esmaya
şirk
koşmuyorsak;
Evliya
adı
altında
Allah’ın
varlığını
müşahede
etmemiz
doğru
bir
yak-laşım
olacaktır.
Demek
oluyor
ki, bazı
şeyleri
bil-mezlik,
cahillik
değil,
şuurlu
bir
yaşamın
göstergesidir.
Bir
şeyin
cevabını
bildiği
halde
“bilmiyor-um”
diyebilmek
her
insana
nasip
olmaz.
Oysa
ötedekiyle
bağlantı
kuran
hemen
herkes,
bilme
noktasında
ileri
atılır,
kendini
gösterme
gayreti
içinde
bulunur.
Bazen
öyle
acayip
şeyler
söyler
ki,
sonradan
pişman
olduğu
görülür.
Kimi
zaman da
galip
gelme
hırsı
ile
yanıp
tutuşur.
Kartaca’nın
efsânevi
lideri
Anibal’e
maiyetindeki
generallerden
biri
şöyle
demiş
bir gün:
“Rakiplerini
yeniyorsun,
ama
kazanmayı
bilmiyorsun.”
İşte
mental
hayvanın
yaptığı
iş
bu-dur.
Çünkü
çapını
aşamıyor,
muh-atabını
yendiğini
zannediyor,
ama
kazanmayı
bilmiyor.
Kimse
kusura
bakmasın,
insanlık
kültürü
mental
hayvan
yapısı
ge-reği
“kazanmanın
sevinci,
kay-betmenin
üzüntüsü”
üzerine
kurulu.
Olumluluk-olumsuzluk
on-un
hayatı.
Çarpıcı
bir
durumda
şu;
kendisini
beden-ruh
yani bir
bilinç-
mental
(hayvan)
yapı
olarak
kabul
ettiği
halde
ona
“Hayvan”
denildiğinde
müthiş
kızması.
Acaba
nasıl
bir
anlayış
içinde
men-talliği
kabul
ediyor,
ya da
edemi-yor?
Merak
edilen
hususlardan
biri de
budur.
Ama
anlaşılan
“şartlanmaların-dan
kurtulamamış,
değer
yar-gıları
içinde
boğulmuş
değerlen-dirmede”
olduğu
kesin.
Bu
halde,
mental
hayvanın
en alt
basama-klarında
yer
alması
ise
muhtemel-dir.
Oysa
‘velayet
kemalatı’
bunları
kabul
etmez.
Mutlak
bir
bilgi
kaynağından
aldığı
ilmi hissediş-lerle
şuurlu
dengeli,
saçma
sapan
işler
yapmayan
kendini
göster-mekten
kaçınan
biri
olarak
tema-yüz
eder.
Bize
düşen,
böyle
birini
bulup,
“ahlâkıyla
ahlâklanmak”,
izinde
yürümek
olmalı
derim.
|