Kimsenin
ruhunun
acımasını,
kırılmasını
istememiştim,
ta ki
sistemi
tanıyıp
okuyuncaya
kadar.
Kimsenin
vicdanı
ağır bir
yük
altında
kalıp
ezilmesin
istedim;
‘Allah
her
insana
vüsatinin
üstünde
yük
yüklemez’
ayetinin
anlamı
bende
açılıncaya
kadar.
Kimse
kayba
uğramasın
istedim,
kayıpların
aslında
bir
kazanç
oluşturacağı
fikrine
uzandığım
kadar,
meselelerin
kolayca
çözümünü
istedim,
astroloji
bilimini
kabul
edinceye,
öğreninceye
kadar.
Kimsenin
kalbinde
cam
kırıkları
olsun
istemedim,
‘Evrende
duygulara
yer yok’
anlayışı
bende
iyicene
oturana
kadar.
Adama
laf
anlatamıyordum,
tek tek
üstelik
tüm
ayrıntıları
ile
açıklıyordum
ta ki
‘kapasitesi
bu’
demeyi
kendime
sindirebildiğim
kadar.
Adam
gerçekleri
inkâr
ediyor,
yok
sayıyor;
onu
kınayabiliyordum,
bir
yere,
seyre
varana
kadar.
Şimdi
herhalde
değişime
uğradım,
yenilendim.
Birilerinin
ruhu
acırsa,
çok
fazla
ilgi
olmasa
da,
“bunda
bir
hikmet
vardır”
deyip
geçiveriyorum.
Toplumsal
bir
olayda,
yaşananlar
“sistemin
gereği”
deyip
kalbimdeki
cam
kırıklarının
çıkarttığı
feryadı
artık
duymuyorum.
Ayrıca
duygusuzluğumun/
umursamazlığımın
beni
hiçbir
zaman
rahatsız
edici
olduğunu
da
düşünmüyorum.
Hatta
bunların
bütünüyle
‘Takdir’
adı
altında
boy
gösterdiğini
düşündükçe
daha bir
ferahlıyor,
daha bir
canlı
oluyorum.
Kimseyi,
hatta en
yakınlarımı
dahi
artık
çukurlardan
çıkarma
gibi bir
zahmete
girmiyorum.
Etrafımı
aynen
bir
nebat-ölü
gibi
seyretmenin
keyfini
yaşıyorum.
Bunların
bende
veya
benim dışımdaki
birinde
olması
çok mümkün,
yenilendiğim
takdirde.
Ruhumun
acısı,
“anlamakta
zorluk
çektiğim
vicdanımın
sesi”
birden
renk
değiştirdi
sanki.
Artık
hürdüm,
özgürdüm!
Çok
kimsenin
istediği,
ama bir
türlü
yanaşamadığı,
içsellik
denizine
adım
atabilir,
kulaçlarımı
sıklaştırabilirdim.
Daha
önceleri
kendime
şu
soruyu
soruyordum
hep: |
|
Nasıl
olur da
bana bu
kadar
yakın
mesafede
olduğu
halde
beni bir
yabancı
gibi
gören
velilerin
farkına
varamamış,
onlara
bu kadar
yakın
olmuşken,
‘ben
nasıl
olup da
onları
hiç’
tanıyamamıştım?
İlginçtir
hangi
akla
hizmet
sıradan
insanlar
bir
“düşmanlık
içine
girebilirlerdi.
” Bu
hususu
algılayamamış,
üstesinden
gelememiştim.
Ve dost
gibi
görünenler,
birbirleri
hakkında
böylesi
fikirlere
gelebilirler,
düşmanlık
besleyebilirlerdi?
Bu
soruları
bir gün
en
yakınlarım
için de
sorabileceğim
hususu
hiç
aklıma
gelmemişti.
Demek ki
bizler
meseleyi
duygusallık
çatısı
altında
değerlendiriyor,
tartışıyor,
buna
göre
birilerini
suçluyor,
‘Allah
gibi
düşünebilmeyi’
bir
tarafa
bırakıp,
insan
gibi
bakmanın
sonuçlarını
yaşıyorduk.
Bütün
bunları
oluştururken,
beşeri
düşüncelerden
asla
taviz
vermiyor,
gereği
ne ise
onun
yapılmasını
istemiyorduk.
Anlattıklarıma
benzer
ya da
daha
farklı,
ama
otokritiğin
mutlaka
yapılmasını
zorunlu
kılan
bir
tablo
ile
karşılaştığınız
zaman,
siz
olsanız
nasıl
yaparsınız,
çözümü
nerede
bulursunuz?
Karşılaştıklarınızı
müşahede
altına
alarak
mı
tavırlarınızı
sürdürür,
yoksa
rastgele
atışlarla
‘aman
canım
sen de’
kabilinden
değerlendirmelerde
mi
bulunursunuz?
Bunların
belirli
bir
düzeyin
eşiğini
atlatacak
gelişimin
eşitlikle,
hatta
zorunlulukla
mümkün
olduğu
sonucuna
varabiliyor
muyuz?
Dolayısıyla
bütün
bunların
cevabını
verecek
olan ben
değilim,
sizlersiniz.
Unutmayın!
Sizlerin
davranışları
bir
toplumun
yapısını
oluşturuyor.
Çünkü
insani-beşeri
olan her
şey, bu
önceliğe
tabi
teferruatlar,
bitip
tükenmek
bilmeyen
nedenlerdir.
Kendi
içinde
bir
yığın
sorunla boğuşarak
hayat
geçmez.
Teyakkuz
halinde
olmak,
değerlendirilmesi
gereken
hususları
saptamak,
“eşrefi
mahlûkun”
yapageleceği
bir
iştir.
Bu
hususu
aklınızdan
çıkarmamanızı
tavsiye
ediyorum. |