Yüzleşmeye cesaret edebilmek

      İnsanın en az yaptığı, tahammül edemediği, hatta başaramadığı şey nedir bilir misiniz?

Bu sorunun yanıtı, “kendisiyle yüzleşmek”tir.

Ama insanın kendisiyle geniş ölçüde yüzleşebilmesi; yaşadıklarını ağırlıklı olarak tüm çıplaklığıyla, objektif, tarafsız bir şekilde ele alabilmesi, hatalarını görmesi ve en önemlisi bunları kabul edebilmesi, “hataya sebebiyet vermesinin, ihmalkârlığından ya da korkaklığından ötürü ” olduğunu tüm samimiyetiyle itiraf edebilmesidir.

Bu yüzleşme o kadar samimi ve içtenlikle olmalıdır ki, karşısındaki insan tatmin olsun.

      Kendisiyle veya kusurda bulunduğu ile yüzleşen, rahatlasın.

Böylesi bir davranış içinde olan, uzun süre “belleğinde yer tutan parazitlerden” kurtulur, hayatı birden durulaşır.

Ancak bu eylem hiç beklemediği, şaşırtıcı, acı verici bazı sarsıntıları da getirebilir.

Sonuç ne olursa olsun bu değişim süreci, hayatının güven içinde akıp gitmesini sağlar.

Yine de bu badireyi atlatabilmek şarttır. İnsan, sebep olduğu olaylarda, “başarısızlığını ve yetersizliğini” görmek istemez. Hep kendisi haklıdır. Kendisini haklı çıkaracak yüzlerce gerekçe bulabilir.

       Kusurlarını bir objeye yansıtarak, yeteneksizliğini orda seyreder. Allah’ın verdiği nimeti kulunun üstünde görmek seyretmek misali, beşeriyetinin kalıntılarını bir başkasında bulmak nefsinin mahsulüdür.

Bu husus tasavvufta “Varlığı oluşturan boyutun gereğidir” şeklinde açıklanır.

Çünkü varlığı, rububiyet nurundan yaratılmıştır. O ise hacr [Birine bir şeyi yasak etme] altında kalmaz.

İnsan, hatalı olduğunu sezgisel olarak fark eder. Ama bunu açıkça dillendiremez. Aklı daimi olarak dünyevî değerlere takılı olduğu için bunu beceremez. Kabul edememesi, özgüven noksanlığından kaynaklanır.

         Bu aşamada Mental-sosyal hayvan konumundaki bilinç sahibini, esma bileşimi sonucu yaşamına devam eden birinin doğal halini tarif ediyoruz.

Metamorfik olmayan [değişmeyen] yapıdakilerde bu husus daha sık görülür. “Emmare nefs” düzeyinde bulunanlar bu düzeyden haberdar dahi olamazlar.

         Yenilenmeyenler, teknik olarak da gelişemezler. Çünkü her farklılaşım, bahsini ettiğimiz bu hususu içerir. Yenilenmenin temelinde, bir enformasyon değişimi vardır.

Eğer sabit düşüncelerle yaşamak durumunda iseniz, bu hiç farklılaşamazsınız demeğe gelir. Çünkü beşer aklı, maneviyata çalışmaz. Böyle bir kişinin “imanın inceliklerine” pek vakıf olduğu söylenemez.

         Sadece akılla giden, yolunu şaşırabilir. O nedenle İslâm, inanca ve imanı yenilemeye davetiye çıkartmaktadır.

Bir insanı analiz edin, inanç-teslimiyet noktalarındaki durumuna bakın, kararı ondan sonra verin. Ancak bu karar, iyi niyetlerle beklenenden ziyade, objektif bir algı olmalıdır.

Sayısız insan, suçluluğunu başkası ile değil, kendisi ile dahi paylaşamaz dedik.

          Bunun birçok nedeni var. Önce “benliği” buna izin vermemektedir.

Şayet yüzleşirse, “hatada bulunduğu kişiye karşı mahcup çıkacak”, hatta ona yenik düşecektir. Bu da onurunun zedelenmesi anlamına gelir ki, şahsiyetini baltalayacağı için böyle bir işe kalkışması mucize sayılır.

        Şayet birey, “anormal düzeyde yanlışlar yapmışsa” bunu gizler. Ne var ki sistem öylesine düzenli çalışmaktadır ki, belleği bunları mütemadiyen ona hatırlatır.

Ayrıca nerden olduğunu hissetmediği afakî (dıştan) gelen bir enerji onu mütemadiyen “sürklase” eder.

Çünkü sistem içe ve dışa dönük olmak üzere iki yönlü çalışır.

İnsanın kendisiyle yüzleşmesinde yakınlarının çok yardımı olur.

Ayrıca bunalımlı zamanlarında, sevgi faktörünü de hatırlaması gerekir. Goethe’nin sözü insanlara ışık tutacak niteliktedir: “Sevgi, insanoğlunun içinde gelişebileceği tek iklimdir…”

Bu sözün çağrışımlarını yaşamaya başlamak kaçınılmaz olacaktır.

         Esasen “davranışlarımızdaki eksikliklerin, hataların en çok yansıdığı kişiler eşimiz, çocuklarımız, anne-babamız ya da yakın bir dostumuz, arkadaşlarımızdır.”

Zaten onların bize uzak durması, sitemkâr sözleri, anî çıkışları nerde olduğumuzun belirtisidir. Gerek “kan bağı”, gerekse çok yakın plânda olma, yüzleşmeyi çabuklaştıran hallerdir.

Ancak en önemli yüzleşme; “bize zıt, düşman gibi görünen kimselere karşı” olur. Böyle bir yüzleşmede, hatalı olduğumuzu tüm açıklığı ile itiraf etmemiz gerekecektir.

       Aksi takdirde insan kendini aldatır.

       Sonrasında, pişkin bir şekilde Evliya sözleri ile kendini yaşam ehli gibi kabul ettirerek, etrafına hava atmaya çaba gösterir. İşte bu husus, onun bitmesine, âdeta çökmesine nedendir.

       Yüzleşme durumunda kalan insan, varlık müşahedesiyle bu eylemini gerçekleştirmez ise, bu yüzleşme “taklidi” olur.

Amaca varamaz. Bir süre sonra yapısı galip gelir, eskiye döner bu kez “yüzleştiği insan hakkında atıp tutmaya” başlar.

        Makul olan, “bilincini arıtmayanın” bu işe girişmemesidir.

Aksi takdirde onu daha bunalımlı günler beklemektedir.

        Açık söylemek gerekirse bu tarz, hüsrana uğratır.

İnsanın “yapısına bağlı olarak, yüzleşme ilişkilerinde sorunlar çıktığını söylemek, herhâlde” doğru bir tespit olacaktır. Bu da muhatabını önemsemesi veya önemsememesi ile netlik kazanır.

        Ama yüzleşen insanların genelde aynı havayı paylaşıp aynı havayı soluduklarını söylemek zorundayız.

 

Arkadaşına gönder 

 

 

Paylaş