Bilimde her kuramın coşkulu destekleyicileri var. Hiçbir
kuram, evreni tümüyle çözemediği halde, neden tabu gibi
kabul ediliyor ve onlarınkine karşı olan diğer
modellerin bulguları görmezden geliniyor?
Bunlar aslında, bilim adamlarının psikolojisi ile
alakalı. Benlik duygusunun yoğun olarak yaşandığı bir
dünya bilim dünyası. Moda şeyler de oluyor bilimde.
Bilimin siyasetle de ilişkisi var. Belki David Bohm da
politik nedenlerle görmezden gelindi.
Olabilir. Bohm’un anlattığı şeyler, ders kitaplarında
daha fazla yer alabilirdi. Bilim felsefesinin çok ciddi
şekilde gözden geçirilmesi lazım. Maalesef, şu anda tüm
anlayışlarımız ve kavrayışlarımız Newton mekaniğine göre
hâlâ. Ben bazen öğrencileri sarsmaya çalışırım. Bütün
lise müfredatı boyunca yerçekimi öyle bir şekilde
anlatılır ki, bu kanundur. İşte nedir, Dünya size bir
çekim kuvveti uygular. Bu aslında yanlış. Böyle bir
kuvvet yok. Einstein’ın genel görecelik kuramı bunu,
tamamen, uzay zamanın bükülmesi ile açıklıyor.
Yani atılan taş düşmeyebilir mi?
Hayır, düşer. Ama Dünya buna çekim kuvveti uyguladığı
için düşmez. Dünya, uzay–zamanı büker. Taş da bükülmüş
uzay zamanda kendi doğal yolunda gittiği için düşüyormuş
gibi görünür. Çekim kuvveti kavramı, bazı olayları
anlamak için kullandığımız bir model. Lise, üniversite
kitaplarında çok temel bildiğimiz fiziksel anlayışların
bile ileride değişebileceklerini ima eden bir
terminoloji lazım.
Metafizik olguların, eninde sonunda, fiziğin çalışma
alanına gireceğine ve bütün yolların bitişeceğine
inanıyor musunuz?
Hayır. Bilimin o kadar ciddiye alınmaması gerektiğini
düşünüyorum. Bilim kesinlikle bir yol gösterici. Ama
bilimin dışında, tasavvuf, din gibi öğeler de var.
İşte bunlar ister istemez bulgularını paylaşacaklar
diyorum.
Kabul, yalnız bu kitapta okuyunca, sanki bilimin bütün
bunları da yutacağı şeklinde bir izlenim doğuyor.
Evren bir hologramdan ibaretse, biz aslında bir
frekanslar ülkesindeysek, mistikler zaten binlerce
yıldan beri bunu söylediğine göre, artık birbirlerine
kucak açmaları gerekiyor diye düşündüm kitabı okuyunca.
Gerekiyor evet. Teksas’ta doktoramı yaparken, Nobel
ödüllü bir fizikçi, “Bilimsel ve Dini Düşüncenin
Birbirine Yaklaşması” isimli bir seminer vermişti. Ben
de buna inanıyorum aslında. Fakat bütün bilim adamlarını
ikna edebilecek bilimsellik düzeyinde bir fizik–din
yakınlaşması olmayacağını düşünüyorum.
Az daha unutuyordum. Ali Bey, nur topu gibi bir
düalitemiz daha var! Tüm atom altı parçacıklar, bazen
parçacık bazen dalga olarak görünüyorlar. Aynı şekilde,
ışık, gama ışınları, radyo dalgaları, röntgen ışınları
da, dalga biçiminden parçacık biçimlerine dönüp, tekrar
eski hallerine dönebiliyorlar değil mi?
Dönme demeyelim de öyle davranıyorlar diyelim. Elektron
bazen bizim dalga bildiğimiz şeyler gibi, bazen de
parçacık bildiğimiz şeyler gibi davranır. Bir şeyin hem
parçacık, hem dalga olması bir paradoks aslında.
Bu paradoks, bana “zıtların birliğini” ilham ediyor. Ya
size?
Belki bu yalnızca bizim açımızdan bir paradoks. Biz
algılarımıza dayanarak eşyayı dalga ve parçacık olarak
ayırmaya eğilimliyiz. Fakat gerçekte bunlar belki aynı
gerçekliğin yansımaları. Bu tip paradokslar bana
algılarıma çok da fazla güvenmemem gerektiğini
anlatıyor. Bunun yanında bilimsel anlayışımız
geliştikçe, bu tip paradoksların çözülebileceğini de
düşünmek mümkün.
Bohm, evrende oluşmuş tüm biçimlerin “görünen” ve
“görünmeyen” düzenler arasında sayısız bir “gizlenme” ve
“ortaya çıkmaların” sonuçları olduğunu, her şeyin
birbirinin dikişsiz uzantısı olduğunu düşünüyor ya,
bunun Lavoisier’in “Hiçbir şey yoktan var olmaz, var
olunca da yok olamaz.” fikriyle yakınlığı var mı?
Lavoisier’nin söylediği biraz derin bir konu. Fakat
fizik bize elle tutulur gerçeğin altında daha derin bir
şeylerin olduğunu işaret ediyor. Diyelim klasik
mekanikle açıklayamadınız bir konuyu, kuantum mekaniğine
götürdünüz. Onunla da açıklayamadınız, kuantum alanlar
teorisine gittiniz. O da açıklayamıyorsa, sicim
teorisine gidersiniz. Sicim teorisini şu anda
biçimlendirmeye çalışıyoruz. Böyle bir dizi gerçeklik
var. Elektron önceden bir bilye gibi düşünülüyordu.
Kuantum fiziği onun dalga özelliklerini de ortaya koydu.
Fakat bugün elektronu, “Dirac alanının bir kuantasıdır.”
diye tarif ediyoruz.
Buyrun!?
Evet aynen bu şekilde. Bu, “Dirac alanı” dediğimiz şey,
ne elle tutulur, ne gözle görülür. Buna dilerseniz saklı
düzenin bir parçası diyebilirsiniz.
O zaman doğru söylüyor Bohm. Elektron, kendini bir
gösteriyor, bir göstermiyor, bir saklanıyor.
Bu manada katılıyorum.
Eğer Bohm haklıysa, ben ve masa, ben ve ağaç, ben ve
sen, benle düşmanım aynı şeydir. Ama dünyayı klasik
algılama modelinde oluşturulan sahte çıkarlarımızı
tatmin için, düşmanlara ihtiyacımız var. Bu yüzden mi
acaba, bilimin sonuçları artık, “Tek gerçek, sevgidir.”
diyen mistiklerin, erenlerin, peygamberlerin dünyasına
yaklaşsa bile, görmezden geliniyor?
Belki de. Fakat şu anda gördüğümüz evrenin kalıpları
içinde düşünüyoruz. Ve belki de böyle düşünmemiz
sağlığımız açısından daha iyi. İnsan düşünürse ki “Ben
ve masa birim”, birazcık garip bir duruma girebilir. Ben
o yüzden bunu, “Ben ve masa biriz” diye tanımlamamayı
tercih ederim. Ama biraz daha derine inersek, masa da
yaratılmış, ben de yaratılmışım. Yani o yönüyle Vahdet–i
Vücud’a biraz yakın. Hallac–ı Mansur, “Enel Hak”
deyince, günlük hayatta, saçma bir şey. Zaten Tanrı
olmadığını biliyorsun. Ama artık öyle alemlere girmiş
ki...
Saklı düzenlerin bir sırrına diyelim.
Evet ama, belki o saklı düzende masa bir nokta, ben de
bir noktayım. Orada da belki farklı şeyleriz,
bilemiyorum. Ama onlar artık birbiri içine öyle geçmiş
ki, onu ayırt edemeyebiliriz.
Her taraftan düalite ile kuşatılmışız. “Enel Hak” da bir
masal belki.
Böyle düşünmek çok doğru değil. Bütün bu düalitelerin
yanında iyi anlayabildiğimiz şeyler de var. Herhangi bir
düaliteye tabi olmayan gerçekler de var. Kendimizin var
olduğunu bilmemiz gibi.
Tabii, “gözlemci” ile “gözlenenin” aynı olduğu gerçeği
çok ürkütücü. Cansız şeylerin canlılığının bir parçası
olduğunu hissetmeye insanın kalbi dayanmaz. O yüzden mi
onları ayrı ayrı düşünme yanlısısınız?
Bilmiyorum. Benim bu ayrı düşünme felsefem de bir
korunma içgüdüsü olabilir. Eğer maddeten bakarsanız,
bunlar da atomdan yapılmış, sizin vücudunuz da. Belki
bir basamak altta, bütün atomlar da bir olabilirler.
Fakat “ben” dediğiniz şeyin fiziksel teorilerle, madde
ile anlaşılamayacağını düşünüyorum. Yani, bu kitap o
yönüyle maddeci de göründü bana.
Bense tam tersine, “Madde falan yok. Bizler sanalız,
Casper gibi hayaletiz.” diye anladım.
Belki bakış açısı farklılığından ben öyle anlamadım.
Peki, eğer evren gerçekten holografikse, bireysel ve
toplumsal sorunların çözümünde kullanılamaz mı? Yani,
eğer bir organımızın, hatta onun da bir parçasının,
vücudumuzun tamamını ilgilendirdiğini, hatta hologram
film parçaları gibi küçük bir parçasının, bütünün bütün
bilgilerini içerdiğini bilirsek, mesela fakirliği,
uyuşturucu sorununu veya uluslararası bir meseleyi
çözmeye uğraşırken, bundan yararlanamaz mıyız?
Bence insanlara, bu holografik modeli kullanarak
yaklaşırsak işin ruhunu anlamayacakları için, duyarsız
kalacaklardır. Fakat daha derinde Bohm’un dediği doğru
olabilir. Yani, Afrika’da insanlar açlık çekerken, bu
bizi, maddi ve manevi yönden etkileyebilir. İnsanlar
arasında böyle bir bağ olabilir. Bence burada bilim
biraz aciz.
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir”in mantığı da
belki bu. Tek başımıza huzur bulmamız mümkün değil yani.
Evet aynen öyle. Huzur bulduğunuzu zannediyorsunuz; ama
bir şey oluyor bozuluyor.
Peki, eğer evren, birbirini kesen elektromanyetik
dalgalardan oluştuysa uzayda hiç boşluk yok demektir. Bu
bilgi size huzur mu veriyor, ürküntü mü?
Bana huzur veriyor. Mutlak bir varlığın olduğu yerde
hiçliğin de göreceli olduğunu düşünüyorum. Şu odayı
bakarsanız boş görürsünüz; ama aslında içinde hava
vardır. Havadan daha şeffaf elektromanyetik dalgalar
vardır. Aslında boş uzay–zamanın bile kendi içinde bir
dinamiği vardır. Hiç olarak gördüğümüz şeyler hiç
değillerdir.
Aynı şekilde, var zannettiğimiz şeyler de var değiller.
Doğru. Varlığı biraz hiçliğe göre tanımlıyoruz. Buradaki
masa, odadaki havaya göre daha bir var. Havanın varlığı
da elektromanyetik dalgalara göre daha hissedilir.
Dediğim gibi, mutlak bir varlığın olması mutlak hiçliği
tanımsız kılıyor.
Her şey ötekine göre varsa, zaten hepsini birden kuşatan
şeye “mutlak” demiyor muyuz?
O varlık bizi kuşatıyor, ama ben yine de varım. Bir
nokta olarak da olsa, ama bana bunu O vermiş gibi
düşünüyorum. Bu birazcık tasavvufta “ene” bahsi gibi çok
ince bir konu... Yani yok gibiyim, ama varım.
Tersinden de söyleyebilirsiniz cümleyi: Var gibiyim ama
aslında yokum.
Evet ama mutlak varlığı, her şeyin bir bileşkesi ya da
kapsayanı olarak görmek de bence doğru değil. Böyle
söylersek, o varlığın bu evrenin dışında kalan kısmı yok
gibi oluyor. Ama Tanrı, mesela trilyonlarca farklı
evrenler yaratıp, içini trilyonlarca farklı canlıyla
doldurabilir.
Tasavvuftan çok uzak değil gibisiniz.
Çok yakın da sayılmam. Her düşünen insanın varlık nedir,
yokluk nedir gibi kafasını kurcalayan konular olabilir.
Bence bunlara tasavvufta tutarlı cevaplar var. Fakat
anlayamadığım noktalar da var.
Olsun! Düşünüyorsunuz ve varsınız ya, yeter!
Descartes’ın o sözü çok derinde bir söz. Bu çağda daha
da anlamlı hale geldi. Çünkü dışınızda bir evren var mı,
yok mu, onda her zaman şüpheye düşebilirsiniz. Ama
kendinizle alakalı şüpheye düşmeye hiç hakkınız yok.
Hatta kendiniz hakkında şüpheye düşmemeniz size, Tanrı
hakkında da şüpheye düşmemenizi sağlar.
Çünkü nefsini bilen, Rabb’ini bilir.
Kendinizi biliyorsunuz; bir nokta gibisiniz, hiçbir şeye
gücünüz yetmez. Ama, sizin varlığınız bir şeye dayanmak
zorunda, bunu da biliyorsunuz. Düşünüyorum, öyleyse
varım. Yani varlığımı buradan anlayabilirim. Ama
dışınızdaki dünyanın varlığı için, bazı kabuller yapmak
zorunda kalıyorsunuz. Gözlerime gelen ışınlar, benim
dışımda olan fiziksel bir yerden geliyor gibi. Fakat dış
dünyayla aramızda her zaman algılarımız var ve algılar
insanı çok kolay yanıltabilir.
Varlığın birçok derecesi var
Özetle Ali Kaya diyor ki:
Dışımızda gözlemlenebilir bir evrenin var olduğunu
duygularımızla anlayabiliyoruz. Fakat algılarımız
evrenin gerçek mahiyeti hakkında bizi yanıltabilir.
Etrafımızda gördüğümüz cisimler katı varlıklar. Uzayda
kapladıkları belli hacimleri var, kütleleri var. Bazı
cisimleri elimizle tutup, gözümüzle görebiliyoruz, bir
kalem gibi. Bazılarını ise yalnızca hissedebiliyoruz,
yüzümüze çarpan hava gibi. Gözümüzle gördüğümüz kalem
odadaki havadan daha gerçek geliyor bize. Kalemin
varlığını daha kolay kabul ediyoruz. Bu bize bir şey
“var” ya da “yok” derken daha dikkatli olmamız
gerektiğini gösteriyor.
Başka bir açıdan bakarsak varoluşun dereceleri var
algılarımıza göre. Kalem havaya göre daha bir var bizim
için. Hava da, uzayda gezinen elektromanyetik dalgalara
göre varlığını daha kolay algılayabildiğimiz bir şey.
Bizim bu algı sıralamamıza karşın, kalem de, hava da,
elektromanyetik dalgalar da var olan nesneler.
Biraz daha derine inersek; var olduklarından bir şekilde
emin olduğumuz; fakat algılanması elektromanyetik
dalgalardan çok daha zor olan şeyler var. Bütün bunlar
bize, etrafımızda çok katı bir madde yığını görsek bile,
evrenin derinlerinde algılarımızı aşan başka bir
gerçekliğe sahip olduğunu anlatmakta. Modern fiziğin
gelişimiyle, bu belki de inkar edilmesi zor olan bir
yorum artık.
Maddenin yapı taşları olan temel parçacıklar vardır,
elektronlar gibi. Bu yapı taşlarını hep küçük bilyeler
şeklinde hayal ederiz. Aslında bu da bizim algılama
alışkanlığımızın bir sonucudur. Fakat kuantum fiziği bu
parçacıkları küçük bilyeler gibi düşünmenin imkansız
olduğunu ortaya koymuştur. Mesela elektronlar bazı
durumlarda parçacık gibi, bazen de dalga gibi
davranırlar. Bir elektrona bir bilyeye bakar gibi
bakamazsınız. Elektronun varlığını daha dolaylı
yollardan ortaya koyabilirsiniz. En şaşırtıcı olanı ise,
elektronun hareketlerini anlayabilmenin en tutarlı
yolunun onu “Dirac alanının bir kuantası” şeklinde tarif
etmekten geçtiğini görmenizdir. Fakat “Dirac alanı”
dediğimiz şey ne elle tutulur ne de gözle görülür. O
uzayın her yerine sinmiştir, fakat kelimenin tam
manasıyla bizim fiziksel dünyamıza ait değildir.
Elektronu “Dirac alanının” bir yansıması şeklinde
düşünebiliriz. Bu bize holografiyi anımsatır. Fakat
hologram gerçek bir cismin yansımasıyla oluşan bir
görüntüdür. Elektron ise sanki bize göre fiziksel
olmayan bir dünyadan yansıyor gibi. Esas gerçeklik
hangisinde; “Dirac alanı” mı; yoksa elektron mu daha
gerçek? Bu belki hiçbir zaman cevabını öğrenemeyeceğimiz
bir soru.
Bunların yanında evrenin daha derinde holografik bir
yapıya sahip olabileceğini destekleyen teorik
yaklaşımlar da vardır. Bunların şu an için yalnız
teoride var olduklarını, mesela bir elektronun “Dirac
alanı” ile tanımlanmasının gereği gibi deneylerle
desteklenmediğini belirtmem lazım. Elektronlar ve “Dirac
alanı”ndan bahsederken, bütün bu olanların sahne olduğu
uzay–zaman hep geri planda durmaktadır. Uzay–zamanı biz
hep sabit, durağan ve değişmez olarak düşünürüz. Fakat
boş uzay–zamanın bile kendi içinde bir dinamiği vardır,
durağan değildir. Mesela nasıl elektromanyetik
dalgalardan söz ediyorsak, uzay–zaman dalgalanmalarından
da söz edebiliriz. Nasıl bir elektronun enerjisinden söz
edebiliyorsak, uzay–zamanın enerjisinden de söz
edebiliriz.
Bu dinamik uzay–zaman görüşüyle kuantum fikrini
birleştirmek şu an teorik fiziğin en önemli problemidir.
Bu problemi çözmek için geliştirilen önemli kuramlardan
birisi de sicim teorisidir. Sicim teorisine göre,
dinamik uzay–zamanı kuantum anlayışıyla
birleştirdiğinizde, aslında üç boyutlu olan şeyleri, tam
anlamıyla iki boyutlu yüzeyler üzerine
kodlayabilirsiniz. Eğer bu fikir doğruysa, üç boyutlu
algıladığımız evren aslında iki boyutlu holografik bir
görüntü gibidir. |