Bugün radyoaktif
olmayan herhangi bir atom çekirdeği, (n) bombardımanına
tabi tutularak (onu çekirdeğin içine sokarak) o atom
radyoaktif duruma (yani izotop haline)
getirilebilmektedir ki, buna suni radyoaktivite
demiştik. Nötron bombasıyla açığa çıkan nötronların
insanları öldürmesinin nedeni budur. Bir (n) bombasında,
reaksiyon sonucu açığa çıkan (n)’ların bir kısmı bir
yöntemle dışarı sızdırılırsa o zaman nesneleri yok eden,
tahrip eden patlama olmayacağından sessiz (n) akışı
sadece canlıları güçlü bir biçimde etkileyecektir. Bu
bombadan yayımlanan (n)’ lar atom bombasının 10-20 kat
daha fazla olup yayılan ısı ise daha az ve daha kısa
mesafelerde etkilidir. Bu yüzden, bu bomba hiçbir
nesneye en ufak bir zarar vermezken sadece insanları ve
canlıları öldürmektedir. Çünkü bu (n)’ lar, toprak, su,
bina, ağaç, besinler...vs. cisimlerin atom
çekirdeklerini aktive ederek nesnelerden daha çok gamma
ışını başta olmak üzere radyasyon yaymalarına neden
olurlar. Aynı şekilde insan (dolayısıyla canlı) bedenine
geçen (n)’ lar da iyonlaşma yanında, atom çekirdeklerini
radyoaktif duruma getirerek vücudun birçok noktasında
radyoaktif ışın yayan merkezler oluştururlar.
Böylece, kimyasal işlevin sonucu olarak alev halinde
yanmaksızın içten bir anda yanmayla (zehirlenmekle)
hemen ölmektedirler. Bunun en başında ve daha
yoğunu, güçlüsü olarak gamma ışınları gelir. Bunun
yanında, (n)’ lar beynin (ve vücuttaki) sinir sistemini
tahrip ederek bio-elektrik devresini keser ve bu yönüyle
de ölümleri sağlar. Ayrıca hızlı (n)’ ların hafif atom
çekirdekleriyle olan etkileşmeleri sonucu açığa çıkan ve
yüksek iyonlaşma gücüne sahip (p) salınımına neden
olarak bu yönlü de büyük zararlar oluştururlar. Bu
bombadan o an için kurtulanlar bile, birkaç hafta içinde
ölürler. Bu sırada çevredeki nesneler de bir süre daha
ışın yaymaya devam ederler. Önemli bir not olarak, bir
konu hakkında sadece elektromanyetik kökenli dalgalar
kast edildiğinde de bunun için, “radyasyon” kelimesi
kullanılmaktadır. Bildiğimiz gibi (E-M) kökenli
radyasyon, parçacık olarak ifade edilen radyasyondan çok
daha fazladır.
“Uran ötesi”
şeklinde adlandırılan Np (Neptünyum), Es (Einsteinyum),
Am (Amerikyum), No (Nobelyum) ...gibi A.N sı 92’ den
büyük olan tüm elementler ise yapay olarak elde
edilmektedirler. Mesela (Plütonyum)Pu (242-94) ü, (Neon)
Ne (22-10) atomlarıyla bombardıman ettiğimizde önce, (Rutherfordium)
Rf (264-104) ü, bunun da 4 (n) salması sonucunda (Rf
260-104) ü elde ederiz. Ya da U (238-92) yi, Ne (22-10)
bombardımanıyla önce, No (260-102) yi, bunun da 4 (n)
salmasıyla, No (256-102) yi elde ederiz. Bunlar doğada
bulunmazlar. Tamamıyla laboratuar ortamında çok az
olarak oluşturulabilmektedir. Çok kararsız olduklarından
büyük çoğunluğu hızla bozunarak kararlı elementlere
dönüşürler.
Füzyon:
Fisyon enerjisinden kat be kat daha fazla enerji açığa
çıkartan ve tüm yıldızların yaşam kaynağı olan bu füzyon
olayını, bir (p) ve bir (n)’un ya da belli sayıda (p) ve
(n)’na sahip atom çekirdeklerinin birleştiğinde daha
kararlı ve ikisinin toplamından daha hafif bir çekirdek
oluşturduğunu, aradaki fark kütlenin de bağlanma
enerjisi ve ışıma şeklinde dışa yayılmakta olduğunu
belirtmiştik (1). Dolayısıyla iki farklı
atom çekirdeğini kaynaştırmak için milyonlarca,
milyarlarca derece ısıtmak ve çok büyük basınçlar
uygulamak gerekir. Çünkü olayı baştan irdelersek, ısıyla
hareketlenen atomlar birbirleriyle çarpışıp önce (e’)’
larını yitirir sonra da daha yüksek çarpışmayla
çekirdekler birbirlerine yapışırlar. Bu yüzden, atom
numarası arttıkça daha fazla ısı ve basınç gerekli
olduğundan füzyon olayı ancak, periyotlar cetvelinde ilk
10-15 A.N’ lı atomlarda görülür. Maksimum birleştirme,
kara deliğe dönüşme öncesi, çok yüksek ısı ve basıncın
mevcut olduğu dev yıldız içlerinde, demir elementine
kadar olmaktadır. O halde, “demirin üstündeki tüm
atomlar nasıl meydana gelmiştir?” dersek, radyoaktif
atomlarla birlikte demirin üstündeki tüm atomlar,
yıldızların süper nova patlamalarında dıştan içe olan
baskı ile içten dışa olan baskı arasında kalan atomların
ani sıcaklık ve basınç yükselmesi sonucu birbirleriyle
kaynaşmasıyla meydana gelmişlerdir. Bu füzyon olayı,
pratikte kontrollü yapılamamakta, fakat kontrolsüz
olarak hidrojen çekirdeklerinin birleştirilmesiyle
hidrojen bombası olarak patlatılabilmektedir. Şu an için
bulunamayan soğuk füzyon olayı ise laboratuar ortamında
daha düşük ısı ile bu birleşmenin sağlanması
çalışmasıdır. Böylece daha ucuz ve kolay yoldan
kontrollü kullanılabilir sınırsız enerji elde etmiş
olacağız.
Nükleer santral
kazalarında ya da nükleer patlamalarda, Uranyum ve
dönüştüğü Plutonyum parçalandığı zaman ortamda oluşan
yüksek sıcaklık dolayısıyla açığa çıkan yeni radyoaktif
atomlar (ürünler) gaz halinde olup havada bulut
oluştururlar. Bu yüksek ısı dolayısıyla mesela Uranyum
çubuğunun her noktasında farklı reaksiyon şekli oluşarak
kimi noktalarında atom, ikiden daha fazla çekirdeklere
bölünür. Ve bunun sonucunda kripton, iyot, sezyum...
gibi, elementler de oluşur. Bunlardan kurulu radyasyon
bulutları ise, rüzgarlar vasıtasıyla çok büyük, geniş
alanlara yayılmakta ve sonuçta yağmurlarla yeryüzüne
inerek toprağa (tarım alanlarına), bitkilere, yer altı
ve yer üstü sularına, besinlere...vs bulaşmaktadırlar.
Bu esnada rüzgarın yönü de çok önemlidir. Çünkü bu
bulutlar o yöne doğru yayılarak o istikametteki
bölgeleri oldukça fazla etkilerler. Bu yüzden diğer
bölgeler bundan çok daha az zarar görebilmekte ya da
kurtulabilmektedir. Santral atıkların sızması ve bunun
toprağa, suya karışması da ayrı bir sorundur. Bu
radyoaktif atomların yarılanma süreleri farklı olsa da
tüm canlıları etkileyecek düzeyde olduğundan canlıların
atomlarını, dolayısıyla moleküllerini, dolayısıyla hücre
genetiğini değiştirmeleri, tahrip etmeleri nedeniyle,
özürlü, sıra dışı sakat insanların oluşması başta olmak
üzere, kanser vakalarının çoğalmasına sebep olmaktadır.
Japonya’ya atılan atom bombası sonrası bunlar açıkça
görülmüştür. Radyoaktivite üzerine çalışan Madam Marie
Curie’nin (ki, bu ışınların neden olduğu kanserden
ölmüştür) özenle korunan el yazı notları bile, bugün
hala radyasyon yaymaktadır.
Gerçekte bir
radyasyonun etkisi, şiddeti (yoğunluğu) ve içinde
bulunma süresi ile doğru orantılı iken, kaynağından olan
uzaklığıyla ters orantılıdır. Bu yüzden tehlikeli durum,
çok kısa süre içinde ancak çok yüksek düzeyde bu
ışınlara maruz kalmak (çünkü girginlikleri artar) yada
buna kıyasla daha düşük ancak uzun süreler boyunca bu
ışınları almakla olmaktadır. Çünkü, belli bir değerin
altında radyasyon alımında zarar gören hücreler
kendilerini onarabilirken, belli bir dozun üzerinde etki
alan hücreler kendini onaramadığından zarar görüp ölmeye
başlarlar. Bir atom bombası patlatıldığında, enerjinin
üçte biri ısı enerjisine dönüşürken, diğer üçte birlik
dilimleri, basınç dalgası ile radyasyon şeklinde açığa
çıkar. Burada yayınlanan gamma ışınları, alfa ve beta
ışınlarından oldukça fazladır. Patlama sonucu açığa
çıkan radyoaktif ışınlar ile patlamanın neden olduğu
havadaki şok dalgası (hava basıncı) ile ısı dalgası,
birkaç km çapında yer alan canlıları birkaç sn içinde,
tamamen yerde sadece leke haline gelerek eriyip yok
etmekte, koca koca binaları, arabaları, demir yollarını,
denizde ise gemileri, parçalamakta, yıkmakta, altını
üstüne getirmektedir. Çünkü patlamayla açığa çıkan
radyoaktif ışınlar, enerjilerinin bir kısmını havadaki
atom ve moleküllere aktararak bunları iyon gazı haline
yani plazmaya çevirirler ve bu parçacıkların
birbirleriyle çarpışmaları dolayısıyla da çok yüksek ısı
oluştururlar. Bunun yanında, çok yoğun kızıl ötesi,
mikro dalgalar, ani görünür ışık, X-ışınları ve Mor
ötesi ışınları ile güçlü manyetik alanlar da açığa
çıkar. Bu parlak ışık, 25-30 km uzaktan insan gözünü kör
edecek düzeydedir. 80 km uzaklıkta bile güneşten çok
daha parlak olup çıplak gözle göz hücrelerini tahrip
etmektedir. Ayrıca 30-40 km uzaktaki camlar da kırılır.
Bombanın merkezi sıcaklığı birkaç milyon derece iken, on
metrelerce uzaklıkta bu, 6000 derecelik ateş topuna
dönüşür. Bomba birkaç km içinde çok yüksek etkiye
sahipken uzaklık arttıkça radyasyon yoğunluğu başta
olmak üzere bombanın şiddetli etkisi de azalır. 25-30 km
ötede bile ikinci yada üçüncü dereceden yanıklar
oluşturabilmektedir. 12 bin m ye çıkan mantar bulut
buradaki güçlü rüzgarlar vasıtasıyla tüm dünyaya
yayılır. Geniş alana dağılması nedeniyle dünya üzerinde
direkt hayati tehlike taşımazlar. Örneğin, Japonya’ ya
atılan atom bombaları ilk anda yüz binlerce insanı
öldürürken, bu durumdan sağ kurtulan bir o kadar daha
insan, radyasyon sonucu ölmüşlerdir. Onlarca km ötede
fiziksel birincil etkileri azalsa da etrafa dağılan
radyoaktif maddelerden yayınlanan radyasyon, yüzlerce,
binlerce yıl etkisini gösterdiğinden kanser başta olmak
üzere birçok hastalık, hasar gören genetiğin intikali
ile nesiller boyu devam etmektedir. Bunun bin dört yüz
katı kadar olan hidrojen bombası ise, etki alanı ile
yaptığı tahrifat bundan kat be kat fazladır. Mesela,
1952’ de yapılan ve Mike adı verilen ilk hidrojen bomba
denemesinde 6 km çapında ateş topu oluşurken, 80 milyon
ton toprak ve kaya buharlaşmış, yaklaşık 75 m çapında ve
200 m derinliğinde bir çukur oluşmuştur. Amerikalılardan
sonra, Rusların yaptığı ve İvan adı verdikleri hidrojen
bombasının etkisi ise, atom bombasının yaklaşık 3800
katı kadardır. Yani, üstte atom bombası için
söylediğimiz tüm özellikleri misli olarak hidrojen
bombası için düşünün. Öyle ki, bu bombanın denemesinde
bombanın parlaklığı 980 km ötede görülmüş, şok dalgaları
dünyayı üç kez dolanmıştır. Bunun yanında bir bomba daha
vardır ki bu henüz yapılmış değil. Bunun prensibi ise,
madde- anti madde birleşmesine bağlı. Bildiğimiz gibi
bir parçacık, anti parçacığıyla birleştiğinde yüksek
frekanslı gamma ışınları dediğimiz saf enerji açığa
çıkmaktaydı. Parçacık-anti parçacık birleşimiyle açığa
çıkan enerji o kadar güçlü olacaktır ki, bu aynı
gramajdaki hidrojen bombasından açığa çıkan enerjinin
yaklaşık bin katı kadarken atom bombasının ise, bir
milyon dört yüz bin katı kadardır. Yani, küçük bir ataç
boyutlarındaki bir anti-madde patlaması Newyork şehrini
değil, eyaletini tamamen yok eder. Ayrıca bir bilgi
olarak, yeryüzündeki tüm sahip olunan nükleer bombaları
patlatmış olsak dünyanın yörüngesinde yine küçük bir
değişiklik yapamayız. Buna karşın dünya yaşamı ise,
yüzlerce kez yok olur (2).
Radyoaktif
maddeler az da olsa atmosferde (ki bu yüz milyonda bir
orandadır), bitkilerde, insan vücudunda, toprakta,
şebeke suyunda, evlerimizde ve biraz daha fazla olmak
üzere yer altı sularında dolayısıyla maden suları ya da
kaplıcalarda mevcuttur. Kısacası, radyasyon günlük
yaşantımız içinde her yerde ve her zaman vardır. Bu
radyoaktif maddelerin az miktarlardaki yeterli dozları
insan hayatı için oldukça faydalıdır. Mesela, suda
eriyik yada gaz halinde bulunan, karbon –14,
Kalsiyum-40, Demir, Magnezyum, Potasyum, Sodyum
izotopları başta olmak üzere diğer radyoaktifçe zengin
ışın yayan bu atomlar (ki, kendileri gibi, vücutta
dönüşüme uğradıkları diğer atomların da faydası
bulunmakta) yeraltından çıkan kaplıca sularında oldukça
zengin olup suyun içinde bulunulmasıyla deri yoluyla,
buharını koklamakla ciğer yoluyla, içilmesiyle de mide
aracılığıyla kana karışarak tüm vücuda yayılır ve bir
dizi kimyasal işlemler (reaksiyonlar) sonucu deride,
dokuda, hücre etrafında oksijen birikimi yaparak hücre
faaliyetlerini artırmakta ve organlarda canlanma
yapmaktadır. Mesela, kaplıca suyunda eriyik veya gaz
halinde bulunan radonun yaydığı alfa ışınları, hücreye
normalin 750 katı kadar fazla enerji vermektedir. Bu
radyoaktif atomların aşırısı ise, daha fazla oksijen
oluşumuna dolayısıyla hücrenin ölmesine neden olur.
Ayrıca, normalden fazla olan bu ışınlar, D.N.A
moleküllerinde kopma meydana getirerek ya sonu sakatlık,
hastalık getiren sağlıksız hücrelerin oluşmasına ya da
yine hücre ölümlerine yani kansere neden olurlar.
Bununla birlikte, sağlıklı çalışmayan yıpranmış
hücrelerin yok edilmesinde de tıpta bu ışınlar
kullanıldığından kaplıcaların bir faydası da böyle
zararlı hücreleri yok etmesidir. Bunun yanında,
radyoaktif ışınların vücutta veya bedene giren
besinlerde (suda) oluşturduğu iyonlaşma, farklı
moleküler bağların oluşumunu da sağlayarak hücreler için
zararlı ve hatta öldürücü molekülleri meydana
getirmektedir.
Toprakta, havada
ya da yapı malzemelerinde (beton evlerde oturanlar ahşap
evlere nispetle iki kat daha fazla radyasyona maruz
kalırlar) bulunan radyoaktif atomlar, radon başta olmak
üzere bazı gaz halindeki radyoaktif maddeler, biraz daha
fazla olması halinde, ev, büro, çiftlik...gibi yerleşim
yerlerinde, (ley hatlarından farklı olarak) bazı
rahatsızlıklara, hastalıklara, ölümlere kısacası çeşitli
olumsuzluklara sebebiyet verdiğinden bunu algılayamayan
halk tarafından bu tür şeyler, lanet kavramıyla
açıklanmaya çalışılmıştır. Hatta, ünlü Piramitlerdeki
yeni mezar odalarının birinde araştırmacılarca yaşanan
peş peşe olağandışı ölümler de, olayın iç yüzünü
bilmeyenlerce lanet olarak algılanmış, oysa ani
hastalanmaların ya da ölümlerin iç yüzünde lanetin
değil, bazı bilim adamlarının da dile getirdiği gibi
uzun süreler boyunca kapalı kalan odada, radon gazı
başta olmak üzere diğer radyoaktif gazların aşırı
düzeyde birikmiş olmasından kaynaklandığı görülmüştür.
Bunun yanında, Firavun odasına konan ve zehirleyici gaz
salan bir tür yosun bitkisinin bulunması da Firavun’u
rahatsız etmek üzere bir anda odaya girenleri birçok
şekilde etkilemesi için fazlasıyla yeterlidir. Böylece,
bu zehirli gazların bir anda solunum yoluyla ciğerlerine
ve kan yoluyla da vücutlarına yayılmasıyla, ölümleri
gerçekleşmiştir.
Bildiğimiz gibi
Kuran’ da Cinler için, Semum ve Meariç kelimeleri
kullanılmaktadır. Semum, “zehirleyici ve nüfuz edici,
derinliklere işleyen ateş” anlamına gelirken, Meariç
kelimesi de dumansız (görünmeyen) ateş, anlamına
gelmektedir. Dikkât edilecek olursa bildiğimiz,
görünebilen yani kimyasal dönüşümler sonucu açığa çıkan
dumanı olan ateşten bahsedilmiyor. Bunun yerine insanın
içine giren ve geçip giden, bu sırada zehirleyen,
insanda fiziksel etkiler de yapabilen, görünmeyen,
dumanı bile olmayan ateşten yani, günümüz tabiriyle
radyasyondan bahsedilmektedir. Tıpkı X
(Röntgen)-ışınları gibi. Gerek alfa gerekse de beta
ışınlarının diğer taneciklerle birlikte aslının gamma
ışınları gibi elektromanyetik dalgalar olduğunu göz
önüne aldığımızda, bu kelimelerle Cinlerin yapısının
elektromanyetik kökenli dalgalar olduğu
vurgulanmaktadır. Aynı kelime, cehennemden kaçan
birimlerin, “Semumun azabından bizi korudu”
şeklinde dillendirdiği, cehennem ateşi için de
kullanılmaktadır ki bu da cehennemin güneş olmasıyla
ilgili açık bir ayettir. Bu enerji alanından kaçan
güçlü ruhların bilinç yönüyle özden o boyutla
kayıtlanmaması, etkisinde kalmamasının yanında, sahip
oldukları anti çekim dalgalarındaki güçlü pozitif
enerjileri dolayısıyla da, o boyut itibariyle güneşin o
menfi radyasyonunu sıfırlayacak frekanslar yayarak
(manyetik bir kalkan oluşturarak) o beden etrafında bu
zararlı ışınları yok ederler. Böylece, onun içinden
kaçarken o radyasyon ortamında kalınmasına rağmen,
etkilenmez ve en ufak bir azap da duymazlar. Bu da
hadiste mecazen cehennemin, “Ey mümin üzerimden çabuk
geç, nurun ateşimi söndürüyor” şeklinde dile
getirmesiyle anlatılmaktadır. Görüldüğü üzere bu
konu, 1400 yıl öncesinden ancak böyle bir mükemmellikle
anlatılabilir. Ancak 20 yy. bilimin verileriyle
anlaşılabilen bir konunun 1400 yıl öncesi çöl insanına o
dönemin anlayışı ve kelimeleriyle anlatılması başlı
başına bir mucizedir, anlayabilene göre.
Kaynakça: İnsan Ve Sırları I, II / Ruh, İnsan, Cin-
Ahmed Hulusi / Yoğun Radyasyon – Ahmed Fevzi Yüksel –
Rad. Dr. Işıl Yurdaışık / Radyasyon I, II, III, IV –
Serter Saltık (www.sufizmveinsan.com
fizik) /Bilimin Ta Kendisi – National Channel / Atom
Bombası – (BBC) TRT-2 / Radyasyon Ve Miniklerin Evreni -
Onk. Dr. Haluk Nurbaki / Tubitak Bilim Teknik Dergisi –
Mayıs 2007)
(1)
http://www.cosm.sc.edu/cse/carpenter/12-2fusion.JPG
http://www.goalfinder.com/images/SPAPRO4/nuclear-fusion-reaction.jpg
http://www.youtube.com/watch?v=KhYf0y6VvgY&mode=related&search=
http://www.knutsford-scibar.co.uk/webimages/fission.jpg
http://library.thinkquest.org/C0126626/form/fusion3.gif
(2)
http://www.youtube.com/watch?v=8XGjkyZU2oY
http://www.youtube.com/watch?v=YF7EhwcwEj8&mode=related&search |