Bizler, eğer görünebilen ışınlara ait frekansal aralık
dışında kalan dalga boylarını değerlendirebilseydik
nesnelerin radyo, mikrodalga, kızıl ötesi, mor ötesi, X
ışınları bandındaki yapılarını da görebilirdik.
Bilemediğimiz dalga boylarının, çözünürlülük gücü
oranındaki deşifresiyle birlikte ise, görüşümüz daha da
keskinleşerek kendi planetimiz ya da diğer planet ve
yıldızların ikizlerini, bu ortamların kendine has
ışınsal varlıkları ile o boyutta yer alan çeşitli
suretlere bürünmüş melekleri de çeşitli şekillerde
algılayabilir veya direkt görebilirdik. Elbette tüm
bunlar, her şeyin aslı olan Enfüsi boyutta bulunan
girişim desenindeki hareketli dalgaların dönüşümleriyle,
eş zamanlı olmaktadır. Ve yine, boşluk olarak
algıladığımız hava, uzay içinde her biri bir mana, şuur
ihtiva eden sayısız frekanslardan oluşmuş dalgaları
görür, bu dalgaların (E-M) dalgalarından oluşan üç boyut
görünümlü nesneleri, zaman içinde ya da bir anda nasıl
etkileyip onları (frekansal) dönüşüme uğrattıklarını
müşahede ederdik. Biz, beynimizdeki yeni hücre
gruplarını devreye sokmak suretiyle, meleki tesirleri
yani çeşitli farklı dalga boylarını ne kadar fazla
deşifre edebilirsek (kapsamı değişen mekân ve zaman
dolayısıyla) evreni algılama ve değerlendirme şeklimiz
de o oranda değişecektir. Yani, mekânsal genişleme
(mesafe kavramı alt üst olmakta) dolayısıyla, mekâna
bağlı zaman anlayışımızın kapsamı da genişlemekte,
haliyle tüm bunları algılayan beynimizin kendi yapısı da
dönüşüme uğramaktadır (ama bu boyutta yine beyin aynı
beyin). Bununla birlikte, içinde yaşadığımız tüm
yasalar, kurallar da değişime uğradığından her bir dalga
boyu blok kesitinde farklı farklı yasaların mevcut
olduğunu görürdük.
Zaten, Kuran’ daki “gün” kavramını, zaman
kavramının geçerli olmadığı boyutsal olarak “an”
anlamda düşünürsek (ki bir anlamda bilimsel veriler bunu
zorunlu kılmaktadır çünkü, zamanı algılama biçimimiz,
beynin algıladığı dalga skalasındaki frekansların bizde
oluşturduğu bir hayaldir), “O gün yer bir başka yer,
gök de başka bir göktür...” ayeti de bize, bir zaman
süreci sonunda insanın geçeceği aşamalarda karşılaşacağı
algı değişimi, dönüşümü yanında, (dünya yaşamında iken)
beynin her dalga boyu kesitini deşifresi sonucu oluşan
her boyut değişimini, yeni yeni idrak genişlemeleriyle
algılayacağı gerçekleri anlatmaktadır. Böylece, 10 üssü
(15) m deki çok yüksek frekanslı kozmik ışın bandının da
üzerinde bulunan mesela, 10 üssü (-33) cm’ lik dalga
boylu dalgaları algılayabilseydik o zaman da Hiper
uzaydaki evrenin 10 üssü (-43) sn’ deki soyut enerjiden
maddeleşmeye başladığı dönemi yaşar, 10 üssü (19) Gev’
lik enerjiyi hissederdik. Sadece bizim evrenimiz değil,
bu dalga boyunda yer alan sonsuz Planck boyutlu
evrenleri algılamış olurduk. Kendi sınırlı terkipsel
yapımızdan çıkıp (terkibi kayıtlardan kurtulup terkipsiz
boyuttan) Allah’ın diğer isimlerine genişlemeye,
Allah’ın ahlakıyla ahlaklandığımız, O’nun boyasıyla
boyandığımız ya da bilimsel dille, beyinde yeterince
açığa çıkmamış manalara ait frekansların şiddetlerini
artırıp diğer şiddetli açığa çıkanlarla eş düzeye
getirdiğimizde, O’nun aynası olarak (boyutsal) öncelikle
bu isimleri ve bu isimlerin her an oluşturduğu
big-bangleri müşahede etmiş olurduk. Peki nerede
algılardık bunları?. İçimizde dışımızda, öteler de mi?.
Elbette değil. Çünkü o boyutta iç, dış, merkez...vb.
kavramlar düşmekte, varlık Tek Bir Bilincin Seyri haline
dönüşmektedir. Kaldı ki, daha atomik boyutta varlık Tek’
e dönüşmektedir. Zaten bir Kudsi Hadiste Allah, “bilinmekliğimi
istedim âlemi, bilmekliğimi istedim İnsanı yarattım”
yani, kendindeki manaları açığa çıkartmak için âlemi
(kâinatı), bu kâinatı seyir için de İnsanı yarattığını
söylemiyor muydu?
Bizim başka canlılarla iletişim kuramamamızın nedeni
frekanslarımızın birbirlerini tutmamış olmasıdır. Eğer
frekanslarımız uygun olsaydı, o frekansın özelliği
istikametinde o varlıkları algılayabilir, iletişime
geçebilirdik. Aynı şekilde yukarıda da dediğimiz gibi
“burçlar” adı altındaki “yıldız” adı altındaki
meleklerle rezonans kurabilir, onlarla görüşebilirdik.
Şu anda Evliyaullah’ın yaptığı gibi. İlham dediğimiz içe
doğmalar, içimizde birtakım şeyleri hissetmemiz dahi, bu
meleki yayınları algılamamızla ilgilidir. Zaten bu işin
en başında gelen Allah Esmasına ait yani özel zikir
çalışmaları, bir sistemin gereği olarak, beyni evrenin
her bir noktasında mevcut bulunan o manalardan oluşan, o
manaları taşıyan meleklere, meleki tesirlere yani dalga
boylarına, açılımı oranında ayar yapmak, programlamak,
sonucunda da oluşan bilinç sıçramasıyla evrensel planda
o manalardan meydana gelmiş ve gelen varlıkları müşahede
etmek, haliyle o oranda kendimizi tanıyıp, Allah’ a o
oranda yaklaştırması yani aslımızı, hakikâtimizi fark
etmemiz içindir. Ötedeki birine yaklaşıp onun gönlünü
hoş etmek için değil. Çünkü, zaten böyle bir varlık yok.
Bu yüzden çok kolay bir çalışma olan zikrin hem bu
dünya, hem de ölüm ötesi boyut için ne kadar hayati
olduğunu Resulullah, “yeryüzünde en büyük ibadet,
zikirdir” diyerek ifade etmiştir. Tüm bu potansiyele
rağmen bizlerin, hassas cihazlarla yaptığımız boyutsal
zumlamalarımız bile hep üç boyutlu olarak beş duyuya
hitap eder şekilde olduğundan farklı dalga boylarından
(dolayısıyla üç boyutlu uzaydan farklı boyutlardan da)
meydana gelen ve kendi boyutlarınca temel yapı
bileşimlerinden oluşan (o boyut bakış açısına göre)
maddesel boyutları ve varlıklarını algılayamamaktayız.
Nasıl bizim taneciklerden, atomlardan, moleküllerden
meydana gelmemiz, ışınsal bir yapıda oluşumuzu ortadan
kaldırmıyorsa, o ışınsal yapıların da kendilerince
maddesel temel bileşimlerinden gelmeleri, dalgasal
olmalarını ortadan kaldırmaz.
Dalgaların birçok özelliğine çoğu yazıda değindiğim için
bir daha bunların tekrarına girmesem de “Din- Bilim
Soru ve Cevapları 8” adlı makalemde renkler konusuna
girmiş, kuantum fiziği açısından etkileme sistemini
incelemiştik. Şimdi bununla ilgili birkaç hususa daha
değinelim. Bir beyaz ışık, renkli bir cisim üzerine
tutulduğunda nesne, kendi rengiyle beraber bir alt ya da
üstündeki o renge yakın renkleri yoğunlukları az da olsa
yayınlar, diğerlerini ise yansıtmazlar. Bu yüzden,
nesneden yansıyan dalgalar içinde en güçlü ve
belirleyici renk, nesnenin rengidir. Tıpkı, beyaz ışık
altındaki bir mavi cismin, mavi frekansın yanında
şiddeti az olan mor ve yeşil frekanslı dalgaları da
yansıtması ve nesnenin mavi görünmesi gibi. Bununla
birlikte mavi renkli bir nesneye, sadece kırmızı renkli
dalgalar gönderdiğimizde, cisim siyah görünür. Bu, mavi
renkli nesnenin kırmızı rengi yutup bu dalga boyunu
yansıtmamasından kaynaklanmaktadır. Saydam nesneler de
üzerlerine gelen ışığı tamamen geçirdikleri için renkli
görünmezler. Eğer bu saydam madde renkli ise, o zaman da
nesnenin sahip olduğu renge ait dalga ile bu dalga
boyuna yakın renkleri geçirir. Eğer bu saydam cisim tüm
ışınları yutarsa bu sefer de siyah görünür. Havada ve
boşlukta tüm renklere ait dalgalar aynı hızla
yayılırlar. Fakat saydam ortamlara girdiklerinde her
renge ait frekansların yayılma hızları farklı olması
dolayısıyla (ortama girerken) kırılma ve (ortamdan
çıkarken) sapma açıları da farklı olmakta, böylece
birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bu durumu, prizmadan
geçerek renklere ayrılan ışıkta açıkça görmekteyiz.
Kırılma ve sapma açısı, hızı en düşük olanda daha
fazladır. Yani, hızlı olan dalga daha az sapma gösterir.
Dalgaların hızı ise, düşük frekanslardan yüksek
frekanslara doğru azalırlar. Mesela, saydam ortamda
kırmızının hızı, yeşil ya da maviden daha hızlıdır.
Renkler, yani belli frekanstaki dalgalar, insan
beyinlerini olumlu veya olumsuz yönde fiziksel ve
psikolojiksel olarak etkilemekteydi. Mesela kırmızı
renkli elbise giyinmek ya da eşyaları kullanmak, insan
beyinlerini (bunu kullanan kişinin kendisi de dahil)
parazitlediğinden negatif yönlü dalgaları kendi üzerine
çekmekte bunun da, ilgili mana yönünde kişi üzerinde
çeşitli düzey ve şekillerde açığa çıkışını
sağlamaktadır. Bu parazitlemenin bir yönü de bu rengin,
direkt dikkati çekmesi dolayısıyla kişide benlik
duygusunu, sınırlı bir varlık oluşunu güçlendirmesidir.
Kırmızı rengin bu olumsuz özelliği ile ilgili hadisler
bulunmakta olup (1) bununla ilgi bazı hadisler
ise buradaki gibi fiziksel etkileri dolayısıyla değil,
mecaz (sembol) olarak kullanılmışlardır. Mesela,
Müslüman renginin sarı, mümin renginin kırmızı olduğu
belirtilerek, kırmızı rengin dikkât çekici özelliği
nedeniyle müminin sahip olduğu ilim, olumlu hal,
davranış biçimleri, olaylara karşı verdikleri olgun
tepkiler, tavırlar...gibi özellikleriyle yani, İlim ve
Enerji Nurunun, diğerinden olan farklılığının
vurgulanması gibi. Resulullah’ın beyaz rengi tercih
etmesinin bir nedeni de tüm menfi dalgaları yansıtma
amacına dönük olması dolayısıyladır.
İnsanlarda olumlu ya da olumsuz özellikleri ortaya
çıkartan (tonlarıyla birlikte) renkler, tarihte
olduğundan çok daha yaygın bir biçimde, yardımcı tıp adı
altında çeşitli terapiler eşliğinde hem fiziksel
hastalıkların hem de ruhsal rahatsızlıkların tedavisinde
kullanılmaktadır. İnsanda canlılığı artıran,
hareketliliği, kan dolaşımını hızlandıran kırmızı rengin
kin, intikam, kontrolsüz cesaret, kavga, taşkınlık,
şiddet, sex...duygularını harekete geçirmesi
dolayısıyla, ancak kontrollü (dikkâtli) olarak az
dozlarda terapilerde kullanılmaktadır. Bu nedenle,
konunun uzmanları en çok intihar edilen köprülerin,
başta sakinleştirici özelliği dolayısıyla mavi renge
boyanmasını önermektedirler. Haklılıkları, en çok
intihar edilenlerin başlarında gelen Londra’ daki Tower
Bridge’in mavi renge boyandıktan sonra intihar sayısının
azalmasıyla ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, her bir
insan yapısına, terkibine uygun farklı farklı kullanılan
bu renklerin de belli bir dozun üzerinde uygulanmasının
dengeleme yapayım derken başka dengeleri bozması da söz
konusudur. Bu yüzden bu alelade bir iş değil, temeli
bilime dayanan, inceliği, uzmanlığı olan ciddi bir
iştir.
Şimdi
de, kuantum dalgalarına girmeden önce, atomlarla ilgili
birkaç özelliği görelim. Klasik boyutlarda iki madde çok
güçlü bir şekilde çarpışırlarsa bu nesneler
parçalanırlar. Oysa bundan daha şiddetli çarpışan
atomlarda bu olmamaktadır. Mesela, hava içindeki atomlar
1 sn’ de milyonlarca defa çarpışmalarına karşın yine
hiçbir değişiklik olmaksızın yapılarını korumaktadırlar.
Bu, çarpışma esnasında atomların birbirlerine
aktardıkları enerjinin, atom elektronları tarafından
emilerek yani, atom (e’) ları uyarılarak geçici
süreliğine çarpma şiddetine göre üst yörünge ya da
yörüngelere çok kısa süreliğine çıkması, sonra da eski
temel seviyesine dönmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu
sırada, daha önce de değindiğimiz gibi foton
yayınlarlar. Atomun uyarılması bir, hızlandırılmış (e’)
larla; iki, fotonlarla; üç, ısı enerjisiyle olmak üzere
üç şekilde de olmaktadır. Bunlardan ilkinde, gelen (e’)
enerjisi, birinci ve temel enerji seviyesinden düşükse,
atom uyarılmaz. Üzerinde ise uyarılır. Daha yüksek
yörüngelere çıkartabilecek düzeydeyse, (e’) o
yörüngelere çıkar. Yörünge değiştiren (e’), tekrar ilk
seviyesine düştüğünde, tek bir defada inerek o enerji
farkına denk tek bir foton yayınlayabileceği gibi,
birden fazla yörüngede anlık duraklamalarla da birden
fazla, fakat daha düşük enerjili fotonlar yayar.
Fotonlarla uyarmada da, fotonun enerjisi, temel
seviyedeki (e’)’ nu üst yörüngeye atacak enerjisi yoksa
uyarılma olmaz. Bu sırada foton (e’) ile esnek çarpışma
yaparak yolundan sapar ya da atomun içinden geçer gider.
Fotonun bir (e’)’nu uyarabilmesi için yörüngeler arası
enerjiye tamamen eşit olması gerekir. Böylece fotonu
soğuran (e’) uyarılmış olur. Eğer bir foton, bir (e’)’
nu herhangi bir yörüngeye uyarmaya yetecek kadar
enerjiye sahip olmasına karşın bu enerji, yörüngeler
arası kesirli bir sayıdaysa, o zaman yine uyarılma
gerçekleşmez, foton ya esnek çarpışır ya da atomun
içinden etkileşmeksizin geçer gider. Bunun nedeni,
fotonun enerji paketleri halinde kuantumlu olması
dolayısıyla parçalanamamasıdır. Ya enerjisinin tamamını
vererek, tümden soğurulur. Ya da enerjisini hiç
aktarmaz. Ya bütün halde kalır ya da tamamen yok olur.
Gelen foton enerjisi iyonlaşma enerjisinden yüksekse o
zamanda foto elektrik olayını yani, (e’)’nu atomdan
ayırmayı gerçekleştirir. Isıyla uyarmada ise, ısı
verilen atomlar birbirleriyle çarpışarak, etkileşerek
uyarılırlar ki, bunu iki önceki yazımızda görmüştük.
Burada çok ilginç olan nokta da, atom e’ ları,
yörüngeler arasında saniyenin çok çok altındaki bir
sürede hareket etmesi (yer değiştirmesi), bizler
açısından önemsenmeyecek, hesaba gelmeyecek derecede çok
kısa mesafeler arasında olan şeyler ya da mesafesiz
olarak algılansa da durum bundan oldukça farlıdır. Çünkü
o boyutlara indiğimizde, o boyut açısından sisteme
baktığımızda yörüngeler arasındaki mesafeler o kadar
büyüktür ki, bunu boyutumuza taşısaydık gezegenler arası
mesafeler kadar (hatta biraz daha uzun) boşlukta yer
alan yörüngeleri, (e)’ ların çok muazzam hızlarda
aldığını görürdük. Yörüngedeki (e’)’ lar ya da çekirdek
ile (e’) arası dev boşluklar mevcut olduğu gibi, benzer
boşlukların çekirdek içindeki nötron, proton arasında ya
da quarklarla, bunların meydana getirdikleri proton ve
nötronlar arasında da (boşluk oranları farklı olsa da)
vardır. Mesela, protonu oluşturan (ki üç quarktan
oluşur) quarklar, çekirdeğe nispetle böyle iken,
Stringlerin veya Planck çapının, quarklara olan nispeti
de bunun da misli olarak böyledir. Bir protonu bir küre
şeklinde düşünürsek bir quark, bu bir proton hacminin
milyarda biri kadardır. Bir quarkın 1 m çapında balon
olduğunu düşünürsek, bir proton 1 km çapında bir küre
olurdu. Daha da ilginci, 10 üssü (-33) cm uzunluğundaki
bir String ise, bir quark çapının yüz bin kere trilyonda
biri kadardır. Yani, bir Sitringi 1 cm olarak
düşünürsek, bir quarkın çap uzunluğu bir trilyon km
olurdu. Yani güneşin merkezinden en uçtaki Pluton
gezegenine olan uzaklığın yaklaşık 170 katı kadar
olurdu. Bir atomun kendisi de bulunduğumuz boyuta göre o
kadar küçüktür ki, 1 mm’ lik toplu iğne ucunda yaklaşık
10 üssü 22 tane yani, 10 milyar kere trilyon adet atom
bulunur. Kısacası, maddeye yakın boyutları
düşündüğümüzde bile, mesafe olarak algılayamadığımız bir
noktanın açılımında, yine sonsuzluk gizlidir. Eğer bir
insanı preslemiş yani, boşluklarını yok etmiş olsaydık
bir anda görünmez olur bir iğne ucundan da çok daha
küçük bir noktaya toplanmış olurdu. Aynı şekilde
çevremizde gördüğümüz nesneler ya da evrendeki dev
yapılar da o devasa yapılarını koruyamayarak daha küçük
hacimlere toplanmış olurlardı. Yıldızların ölümleri
sürecinde, nötron yıldızına veya beyaz cüceye
dönüşmeleri sonucu çok küçük hacimlere sıkışmalarının
nedeni de bu boşluklardır. Örneğin, güneş kütlesine
eşdeğer bir nötron yıldızının çapı, 10 km olup üzerinden
alınacak bir çay kaşığının kütlesi500 milyar ton gelir.
Eğer dünyamızı sadece çekirdekten oluşmuş bir gezegen
olarak düşünürsek, yeryüzünün 3 cm’ lik bir misket kadar
olduğunu ve yine ağırlığını muhafaza ettiğini görürdük.
Zaten on milyarlarca galaksinin oluşturduğu evrenimiz de
Big Bang’in 10 üssü 43. sn’ de 10 üssü (-33) cm’ lik
sığışmış olduğu Planck boyutlarından açığa çıkmadı mı?
Özetle, mikro boyutlara indiğimizde gerçekte mikro
boyutlara değil, yine mikro boyutlar üzerine bina olmuş
devasa boyutlara inmiş olmaktayız, bir üst boyutun
mikrosu olan. Yani sırasıyla, ister quark, çekirdek,
(e’), atom, ister molekül, hücre, ister güneş sistemi,
yıldızlar, galaksi isterse de galaktik topluluğu olarak
birimsel halde evrenin mikro ya da makro, hangi
katmanında yer alırsak alalım o bulunduğumuz uzay-evren,
onu kuşatan devasa boyutlar içinde, onun belli
boyutundaki yapı taşları olarak adeta bir hiç hükmünde
kalmaktadır.
Resulullah’ın modern fiziğin gelişiminden bin dört yüz
küsur yıl önce, şeytanların insanın organlarında, kan
damarlarında, içinde... hareket ettiğini, dolaştığını
söylemesi yani, birtakım dalga (ışınsal) varlıkların
insan bedeninin her bir noktasında mevcut olan bu
boşluklarında hareket ettiğini, cirit attığını
belirtmesi, bu gerçeği dillendirmesi, zamanımızda açığa
çıkan mucizelerinden sadece biridir. Onun mucizelerine
şahit olmak için o dönemde yaşayıp görmek gerekmiyor.
Eğer O’ na zamanımızın ilimsel değerleriyle bakıp O’ nu
değerlendirebilirsek O’ nun mucizelerine her an şahit
olabiliriz.
(1)
Sohbet Konuları I – Hamdi Canik
(Kuran ve Hadis)
(Kaynakça: İnsan Ve Sırları I – II /
Kuran Mucizesi, Ekberiyet (makale) / Okyanus Ötesinden I
- Ahmed Hulusi / Ruh Ve Aura (tasavvuf) – Madde (Cuma
notları) – Ahmed Fevzi Yüksel / Fiziğin Taosu – Fridjof
Kapra / Cemil Ayan - Fizik Ders Notları / 28- 04– 07
Referans Gazetesi– Selma Bektaş ) |