* Birçok Açıdan Cevaplamış Olsanız da Bir Kez Daha
“Allah’ın Enerji Olmadığını” Biraz Daha Açarak
Anlatabilir misiniz?
Çeşitli açılardan onlarca kez anlatılmasına rağmen hâlâ
bir türlü ya gerçekten anlaşılmadığı ya da kimilerinin
kafalarına uymadığı için anlayamadığına art niyetli
yaklaşarak olayı iftira boyutlarına kadar getirdikleri
bir konu da, anlatımlarımızda güya, “Allah’ın enerji
olduğunu” kast ediyor olmamızmış. Bunlardan ikicisine ne
anlatsan boş, bilimsel olarak da ifade etsen, mantıksal
olarak da ortaya koysan, hatta hadis ve ayetlerle de
olayı açıklasan yine fayda vermez. Bu yüzden, anlayacak
olanları düşünerek bu durumu bir daha açıklamaya
çalışalım.
Öncelikle
(Enerji Alanları Ve Biz 15 ‘te de buna değindiğimiz
üzere) bugün bilim bize kesin olarak göstermiştir ki,
her şeyin aslı enerjidir. Allah’a nispetle
yaratılmışlığa ait ne varsa her şeyin kökeni, çeşitli
frekanslara ya da titreşimlere dayanan enerji ve bu
enerjinin ihtiva ettiği bilinçtir. İnsanın da, maddenin
de, sonsuz türden çeşitli katmanlardaki ışınsal
varlıkların da orijini, Şuurlu Enerji dalgalarıdır. Daha
doğrusu tüm enerjinin kökeni, Enerji-Data dediğimiz,
ancak holografik esasa göre tüm “nokta” yı (Salt Datayı)
da kendisinde barındıran Salt Enerji-Bilinç yapıdır.
Dolayısıyla, istisnasız melek, Cin kapsamındaki tüm
ışınsal varlıklar ve maddesel boyut ve içindeki tüm
nesneler, gerçekte çeşitli katmanlarda yer alan bilinçli
enerji ve bu şuurlu enerjinin kendi içindeki çeşitli
dönüşümlerinden başka bir şey değildir. Hangi etiket adı
altında söylenirse söylensin, bunun aksi olan bir görüş,
tamamen yanlıştır. Ancak her şeyin aslının çeşitli
boyutlara karşılık gelen bilinçli enerji, daha temel
düzeyde ise, Tek Bir Bilinç ve Enerji yapı olması da,
olayın nihai noktası değildir. Biz bu duruma, yani her
şeyin kaynağının Salt Bilinç-Enerji yapı olmasına, ara
nokta, ara boyut...vs diyebiliriz. Çünkü, “Allah’ın
Alemlerin Rabbi” olması dolayısıyla Rububiyet boyutu
yani, Salt Bilinç-Enerji ve dolayısıyla onun zuhuru olan
çeşitli katmanlardaki tüm şuurlu enerjinin Allah olması
her ne kadar doğruysa, “ Allah’ın Alemlerden Gani
olması” dolayısıyla da, bizim içinde yer aldığımız
ve sonsuz varlığı kapsayan “nokta” nın projeksiyonu
dışında, her biri sonsuzluğa uzanan başka evren içere
evrenleri (artık nasıl bir yapıysa)...vs. projekte eden
“nokta” ları da ilminde ilmiyle meydana getiren, “Nokta”
itibariyle de Allah değildir. Zatı itibariyle tüm
bunlardan münezzehtir.
Başka bir açıdan ifade edersek, gerek enerji-data
boyutu, gerekse de bu boyutun projektesi olan enerji ve
madde, Allah’ın Esmasının (Salt Datanın) belli terkipler
halinde açığa çıkışı olması nedeniyle Allah’tan ayrı bir
yapısı yoktur, olamaz da. Ama başka bir yönüyle de Allah
o kadardır, diyemeyeceğimizden (böyle bir şey
olamayacağından) Allah o şeylerle de asla kayıt altına
girmez. Kısacası, enerjinin Allah olması ayrı bir
şeydir, Allah’ın enerji olması, apayrı bir şeydir.
Kuantum ve altı boyut yani, meleki boyut olan Ef’al
boyutu, sistemle ilgili olup yaratılmamışlık boyutlarını
ihtiva etse de o boyutları kapsamaz. Ama bize,
yaratılmışlık boyutuyla, yaratılmamışlık (Esma, Sıfat ve
Zat) boyutları arasındaki bağlantının da ne şekilde
olması gerektiğini anlatır. Kozmik Bilinç boyutu için
kullandığımız Nur Bilinç tabiri de aynı şekilde meleki
boyut olup Allah için bu anlamda Nur Bilinçtir de
denmez, denemez. Bu tabir hep Ruh Adlı Meleğin Bilinci
olarak kullanılır. Allah için sadece ve sadece
“Allah’ın İlmi”, “Allah’ın İlminde”, “Nur”,
“Nur Üstüne Nur”, tabiri kullanılır. Ruh Adlı
Meleğin, holografik özelliği nedeniyle, yaratılmamışlık
boyutlarının tümünü bünyesinde barındırması, O’ nun
Varlığıyla var olması dolayısıyla bir yönüyle buna,
Mutlak Öz veya Allah’ın Nuru, Allah denebilirken,
bir yönüyle de, Allah’a hiçbir sınırlama
getirilemeyeceğinden Allah budur, denemez. Allah
bunların ötesindedir, ama hiçbir kopma olmaksızın
boyutsal öte olarak. Dolayısıyla sapmalar bu iki
bakış açısından sadece birini esas almak sonucu meydana
gelmektedir. Yani, O’ nu tamamen her şeklin, görünenin,
bilinenin algılanan ya da algılanamayan varlığın ötesine
atıp ortada olan bu varlığı, sitem ve düzenin ondan
tamamıyla kopuk olarak yaratıldığını düşünmek tanrısal
anlayışı yani şirki meydana getirirken bunun yerine,
Allah’ın algılayalım ya da algılamayalım tüm varlık,
sistem ve düzen olduğunu düşünmek de aynıyla yine
tanrısal anlayışı yani, şirki oluşturur. Oysa,
enerji-data boyutundaki bilgilerin bir başka formda
görüntüsü olan sonsuz paralel evren içre evrenlerden
sadece biri olan bizim evren içre evrenimizi, görüntünün
kaynağı olan dalga-bilgi boyutundan ayıramayacağımız,
ondan kopuk bir varlık olarak düşünemeyeceğimiz gibi
aynı şekilde, sınırsız enerji-bilgi okyanusundaki sonsuz
bilgiyi de, sadece bizim evrenimize ait olan bilgiyle
sınırlandıramayız. Aynı şekilde, “Noktayı” da, bu
“Noktanın” sonsuz görünümü ya da özellikleri olan “Salt
Datalar” (noktalar) içindeki, sadece bizim enerji-data
okyanusunun kaynağı olan “Salt Data” (nokta) veya tek
bir “Salt Data” ile kayıt altına almak mümkün olmadığı
gibi, tek bir “noktayı” (Salt Datayı) da, “Noktadan”
ayırmak mümkün değildir. Sonuç olarak, evrende ne (insan
ya da başka başka nesneler, göksel cisimler...şeklinde)
görünen suretlerde ne de, görünmeyen, görünemeyen bir
şekilde bir tanrının olması asla mümkün değildir.
Cahiller tarafından Allah’ın Zatı için bile tanrılık
atfedilmektedir ki bu da fahiş bir hatadır. Tüm
kavramların düştüğü bir boyutta böyle bir şeyden dahi
bahsedilebilir mi?. Birinin çıkıp, “ben tanrıyım” deyip
olmadık güçler, olağanüstü haller...vs. göstermiş olsa
dahi, artık bunun bir tanrı olamayacağı gün gibi
aşikardır.
Ruh Adlı Meleğin bir yönüyle Allah olması nedeniyledir
ki, Hz. İsa (as), “ Ben Allah’ın oğluyum” ya da
“ sizler Allah’ın oğul ve kızlarısınız”
derken, “ Ben, o sonsuz-sınırsız Bilinç (Ki,
Kozmik Bilinçtir) ve O Bilincin zuhuruyum” “
Sizler de kapasitelerinizce O şuursunuz” demek
istemiştir ki, defalarca “ben anlayasınız diye mecaz
ve benzetmelerle konuşuyorum” diyen Hz İsa (a.s)’ ın
bu mecaz sözlerini, Hıristiyanlar hakikât, gerçek
sandıkları için küfre sapmışlardır. Ezberlediklerini
ilim zanneden bazı âlimler, ezberlemekten tefekküre
geçemedikleri için bir konunun tek yönüyle şartlanıp
diğer yönüyle bağ kuramamaları sonucu, bir de yaşadığı
devrin ilminden, bu ilmin nelere, hangi boyutlara
ulaştığından, değindiğinden bihaber olduklarından
Enerjinin hangi şartlar içinde, hangi özellikler
dolayısıyla Allah olduğunu ve hangi temel ilkece Allah
olmadığını, olamayacağını dahi düşünememektedirler.
Özetle, ilminde, ilmiyle meydana getirdiği her şeyde o
şeyin kendisi olarak görünen en temel düzeydeki Salt
Enerji- Bilinç, Allah’ tır. Ancak Allah, bu Salt
Enerji-Bilinç değildir. İnsan da varlığının her
zerresini, parçalanması, bölünmesi mümkün olmayan Allah’
tan alan imgesel bir varlık olup sonu, hiçliğe uzansa da
Allah, O da değildir. Allah’ın enerji olduğu fikri,
Panteist anlayışına dayalı doğu düşünce sisteminde ya da
Spritüalist çevrelerde kabul edilen, o yönde beş duyu
ötesi çeşitli nedenlerden ötürü yanlış algılamalarla
deneyimlenen bir yaşantının ürünüdür ki, bunun İslamiyet
İnancıyla ve dolayısıyla, İslam tasavvuf sistemiyle bir
ilgisi yoktur (buna daha geniş olarak ilerideki
makalelerimizde irdeleyeceğiz).
Her şeyin aslının çeşitli frekanslara karşılık gelen
enerji dalgası olma durumu, kendisini yaşadığımız boyuta
da yansıttığı içindir ki bu farklı genliklere,
biçimlere sahip dalgasal sistemi, çeşitli şekillerde
yaşamın bizatihi içinde de görebilmekteyiz. Mesela,
insanın, hayatı boyunca yaşadıkları tek düze gitmez.
İnişleri, çıkışları vardır. Sıradan yaşamında işi, bir
anda ya da yavaş yavaş yükselişe geçip iyi gitmeye
başlar. Belli bir yükselişe gelir, maksimum bir noktaya
oturur sonra da belli hızlarda inişler meydana gelir.
Öyle ki, başladığı noktanın da daha altına düşerek dibe
vurur. Olaylar üst üste de gelebilir. Sonradan tekrar
yükselmeye başlar. Ya eski haline geri döner ya da daha
aşağı veya yukarısına...vs. Düzgün ya da düzgün
olmayan çeşitli biçimdeki sayısız dalgasal modellere
karşılık gelecek şekilde olan bu durumu, hayatın her
alanında görmek mümkündür. Tarihe baktığımızda
toplumların da doğup büyüyüp gelişerek belli bir
olgunluğa geldikten sonra düşüşe geçtiklerini ve tekrar
yok olduklarını, kalıntılarından başka uygarlıkların
kurulduğunu bilmekteyiz. Bu durumu kıyametler arası
nesiller içinde de görebilmekteyiz, her biri farklı
yüksekliklere (genliklere) yani ilim ve teknolojik
gelişmişliklerine sahip olarak. Her birinin çıkışı,
yükselişi, inişi, yok oluşu ve ardından bir sonraki
nesli oluşturması söz konusudur. Örnekler
çoğaltılabilir. Bu durum, makro kozmostan, mikro kozmosa
kadar, saniyenin yüz binlerce, milyonlarca,
milyarlarca... birinden, milyonlarca, milyarlarca,
trilyonlarca...yıla uzanan tüm var oluş ve yok oluşlarda
mevcut bulunan bir sistemdir, Allah’ın kanunudur.
* Bir Türlü Yerli Yerine Oturtulamayan Din-Bilim
İlişkisini Açıklayabilir misiniz?
Geçmişten günümüze kadar yanlış bir inanış da, din ile
bilim arasındaki ayrımdır. Günümüzde bile entelektüel
çevrelerde kısır tartışmalar devam etmekte olup kimi (ki
bunların içinde dindarlar ile ateistler bulunmakta) “din
dogmadır, bilimden tamamen ayrıdır, birbirleriyle
bağdaşmaz, bütünleşmez, bilim, dini asla açıklayamaz,
ikisi birbirinden tamamen apayrı şeylerdir” derken yine
bir kısım insan da, bu ayrılıktan yana olarak din ile
bilimin birbirlerini desteklemekte, onaylamakta olduğunu
söyleyip her geçen gün bilimin gelişmesiyle din ile
bilimin birbirlerinin sağlamasını yaptıklarını dile
getirmektedir. Her iki görüşün ortak yönü de, din kesin
kabuldür, tartışılmaz, yanlışlanamaz, ama bilim kesin
kabulleri olsa da, kesin değildir, her an değişir. Bu
yüzden birinci gruptakiler, bilim devamlı değiştiği
için, dinin de değişmesi gerekir ki, bunun olması asla
mümkün değildir derken, ikinci gruptakiler, bilim
değişse de bilimin değişmeyen kesin kurallarının bilimle
daima örtüşeceğini belirterek bize tatmin edici
cevapları bir türlü verememektedirler. Din ve bilimin
ayrımına dayalı Tanrısal inanca sahip tüm bu görüşler
maalesef doğru değildir.
20. yy’ da yaşıyoruz ama, ona inanılsın ya da yine de
reddedilsin fark etmez, tanrısal anlayışa öyle
kilitlenilmiş ki, konuları ondan tamamen bağımsız olarak
bir türlü düşünemiyoruz. Onca bilimsel gelişmeye rağmen
beynimizin düşünce olarak çağlar öncesi insan
anlayışından pek fark yok. Oysa din ve bilim ayrı ayrı
şeyler değildir. Din adı altında sistem ve düzen, bundan
yüzyıllar öncesinde maddenin özünden gelen bir biçimde
vahye dayalı olarak alınan (ortaya konan, keşfedilen)
gerçekler olup bugün farklı bir yoldan çağdaş bilimsel
verilerle de anlatılmakta, açıklanmaktadır. Yani her
ikisi de aynı gerçeği vurgulaması açısından bugünkü ilim
ve teknolojiye bakarak bunun geçmişte Resulullah dilinde
nasıl ifade edildiğini bulmamız, fark etmemiz gerekir ya
da başka bir deyişle, somut olarak bize bildirilen
çağdaş bilimsel gerçeklerin soyutta nasıl
dillendirildiğini anlamamız gerekir. Dolayısıyla amaç,
din ve bilimin ayrı ayrı şeyler olup bunların birbirleri
arasında paralellik bularak birinin diğerini
ispatladığını söylemek değil, birinin diğerinde nasıl
karşılık bulduğunu, birinin diğerini nasıl anlattığını
anlamaktır (göstermektir). Biz din-bilim bütünleşmesi
derken bunu kastediyoruz. Yoksa, fiziğe, kimyaya,
biyolojiye ve bu temel bilimlere dayanan diğer tüm
bilimsel verilere bakıp da bunların, Allah’ın varlığına
delil olması ya da O’ nun varlığının eseri olması
anlamında bilim-din birleşmesinden bahsetmiyoruz. Bu
tamamıyla tanrısal bakışın bir ifadesi olup ne sistemi
bir bütün olarak görmeyi ne de Allah’ın ne olup ne
olmadığını, varlıkla olan ilişkisini, varlıktaki
çıkışını...vs. bize anlatmaktadır. Bu yüzden, bugün
bizim madde ve özüne doğru bulduğumuz, farkına
vardığımız gerçekler aslında yeni şeyler değil, gerçekte
geçmişte Resul ve Nebilerde Vahiy, Onların
takipçilerinde ise, ilham ya da keşif veya fetih
özelliğiyle algılanan, hissedilen, yaşanan gerçeklerdir.
Aynı Tek, değişmeyen sistem ve düzeni anlatmaları
nedeniyle bugün Kuran ve din gerçeği, hiçbir dinsel
anlatım şekli olmaksızın, tamamıyla bilimsel dil
kullanılarak ya da tamamen farklı şekil ve dillerde de
anlatılabilmektedir ki, bu da Kuran’ın evrensel oluşunun
(bu kitap yutmuş insanların lafta kalan ezberi bir
ifadesi değildir) bir sonucudur. Zaten çağdaş bilimler
dediğimiz ilimler de Allah’ın Esmasına dayanan ilim
değil midir? Bu ilim, yoksa kimin ilmidir? Önemli olan
hakikâte giden yolda sistem ve düzenin anlatılmasıdır.
Bu yüzdendir ki, aynı sistem ve düzen, geçmişte Resul ve
Nebilerce kendi hakikatlerinde kapasitelerince okunarak
(deşifre edilerek) farklı dillerde ifade edilmiştir
(Boyutlar Arası Enerji Transferi ile Lisan mı? Mana mı?
yazımızda bu konuya değinmiştik). Ancak bu, Kuran’ın
değiştirilmesi, yeniden yazılması, ibadetlerin
değiştirilmesi...vs. gibi küfre yol açan
anlamlara çekilip yanlış anlaşılmamalıdır. Biz, Kuran ve
Resulullah’ın işaret ettiği aynı gerçekleri daha
iyi anlayabilmek, bunların yeni, hiç bilinmeyen
yönlerini, derinliklerini fark edebilmek için, dinsel
dille beraber, her devre hitap etmesi ve evrensel
oluşlarının gereği olarak ayrı bir anlatım tarzı ile
ifade edilmiş, çağdaş bilimsel verileri değerlendirmek
zorunda oluşumuz...vs gibi, farklı bir şeyden
bahsediyoruz. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
Kelimelerden, sembol ve mecazlardan yola çıkarak
gerçeği, hakikâti algılayamayız, bunun yerine, sistem ve
düzeni anlayarak, bunların dinsel verilerdeki
anlatımlarını birebir görerek bunu başarabiliriz. Aksi
taktirde, sadece böyle şeylerin varlığından haberdar
olabiliriz, o kadar.
Bununla birlikte, din ve bilimin aynı şeyin farklı
yüzleri olması sebebiyle zahirdeki bilimsel gerçeklerin
keşfi, Batıni gerçeklerin açığa çıkışıyla paralellik
göstermekte, bu batini verilerin çıkış hızı arttıkça da,
zahirdeki bilimsel ilerlemeye hız verilmektedir. Yani,
batındaki açılım zahiri de o ölçüde etkilemekte ve o
ölçüde açılımını da sağlamaktadır. Dolayısıyla bu yönlü,
anlayışla açıklama yapan bir birim, bilimsel
gerçeklerden yola çıkarak, Özüne, Hakikâtine ait
gerçeklere ulaşmamakta bunun yerine, Özünde yaşadığı
gerçekleri ortaya koyarken, bunun bizler tarafından
anlaşılması için zahirdeki bilimsel verileri kullanmakta
ya da başka bir deyişle, dinsel verilerin bilimsel
verilerdeki karşılıklarını bize göstermektedir. Yani, o
birim için zahirden batına gidiş değil, batından zahire
iniş söz konusudur ki, bunun sonucu olarak zahirdeki
bilimsel veriler, Hakikâtin gerçeklerini hissedip
yaşantıya geçilmesi için bizlere aracılık etmektedir,
Allah’ın bir Rahmeti olarak. Bizim tarzımız da, bu
yoldur. Ahir zaman olarak ifade edilen günümüzde, açığa
çıkan çağdaş bilimsel verilerin, tüm varlığın sonsuz
dalgalar adı altında sonsuz- sınırsız Yaratıcı kudret
önünde Tekliğini ve sonucunda yokluğunu anlatmasıyla en
zirve noktaya ulaşmış olması, batini ilmin de zirve
boyuttan yani, Mehdiyet İlminin de açığa çıkmakta
olduğunu bize göstermektedir. Burası işin en önemli püf
noktasıdır. Böylece, “bilimsel verilerin değişmesiyle
dinsel verilerde mi değişecek?” sorusu cevaplanmış
olur. Geçmişte de evliyaullah da bulunduğu dönemin
bilimsel gelişmeleri ışığında, insanların anlayışları
ölçüsünde birtakım batini sırları halka açmışlardır.
Bu konu hakkında yine bir türlü anlaşılamadığı için en
çok sorulan sorulardan biri de, bilimsel verilerle
anlatılanların yada aynı boyutu birden fazla şekilde
ifade edilmesinin, dinsel anlatımla olan ilişkisini zora
sokup bunu bozan bir durum oluşturup, oluşturamayacağı
sorusudur. Buna vereceğimiz cevap, hayır oluşturmaz
(buna bir önceki yazımızda da değinmiştik). Çünkü temel
boyut hangi şekilde tanımlanırsa tanımlansın temel
kavramlar değişmemekte, hepsi aynı şeyleri içermektedir.
Mesela, varlığın sonsuz-sınırsız çok boyutlu tek kare
resim olması yani, bölünmez parçalanmaz Tek Bir yapı
olması, varlığın (âlemlerin) aslının, tanımlanan o temel
boyuta göre birer hayal olması, sistemin holografik
özellikli olması, her bir boyutun ya da daha geniş
olarak baktığımızda hepsinin tek bir boyut olduğunu
düşünürsek bir boyutun, çeşitli katmanlardan oluşması...
vs.
(Kaynakça: Evrensel Sırlar, İnsan Ve Din,
Neyi Okudu, Yenilen, Sohbet kasetleri Ahmed Hulusi /
Aydınlardaki Çelişkiler – Ahmed Fevzi Yüksel) |