Din-Bilim Soru ve Cevapları

11. Bölüm

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

* Birçok Açıdan Cevaplamış Olsanız da Bir Kez Daha “Allah’ın Enerji Olmadığını” Biraz Daha Açarak Anlatabilir misiniz?

Çeşitli açılardan onlarca kez anlatılmasına rağmen hâlâ bir türlü ya gerçekten anlaşılmadığı ya da kimilerinin kafalarına uymadığı için anlayamadığına art niyetli yaklaşarak olayı iftira boyutlarına kadar getirdikleri bir konu da, anlatımlarımızda güya, “Allah’ın enerji olduğunu” kast ediyor olmamızmış. Bunlardan ikicisine ne anlatsan boş, bilimsel olarak da ifade etsen, mantıksal olarak da ortaya koysan, hatta hadis ve ayetlerle de olayı açıklasan yine fayda vermez. Bu yüzden, anlayacak olanları düşünerek bu durumu bir daha açıklamaya çalışalım.

Öncelikle (Enerji Alanları Ve Biz 15 ‘te de buna değindiğimiz üzere) bugün bilim bize kesin olarak göstermiştir ki, her şeyin aslı enerjidir. Allah’a nispetle yaratılmışlığa ait ne varsa her şeyin kökeni, çeşitli frekanslara ya da titreşimlere dayanan enerji ve bu enerjinin ihtiva ettiği bilinçtir. İnsanın da, maddenin de, sonsuz türden çeşitli katmanlardaki ışınsal varlıkların da orijini, Şuurlu Enerji dalgalarıdır. Daha doğrusu tüm enerjinin kökeni, Enerji-Data dediğimiz, ancak holografik esasa göre tüm “nokta” yı (Salt Datayı) da kendisinde barındıran Salt Enerji-Bilinç yapıdır. Dolayısıyla, istisnasız melek, Cin kapsamındaki tüm ışınsal varlıklar ve maddesel boyut ve içindeki tüm nesneler, gerçekte çeşitli katmanlarda yer alan bilinçli enerji ve bu şuurlu enerjinin kendi içindeki çeşitli dönüşümlerinden başka bir şey değildir. Hangi etiket adı altında söylenirse söylensin, bunun aksi olan bir görüş, tamamen yanlıştır. Ancak her şeyin aslının çeşitli boyutlara karşılık gelen bilinçli enerji, daha temel düzeyde ise, Tek Bir Bilinç ve Enerji yapı olması da, olayın nihai noktası değildir. Biz bu duruma, yani her şeyin kaynağının Salt Bilinç-Enerji yapı olmasına, ara nokta, ara boyut...vs diyebiliriz. Çünkü, “Allah’ın Alemlerin Rabbi” olması dolayısıyla Rububiyet boyutu yani, Salt Bilinç-Enerji ve dolayısıyla onun zuhuru olan çeşitli katmanlardaki tüm şuurlu enerjinin Allah olması her ne kadar doğruysa, “ Allah’ın Alemlerden Gani olması” dolayısıyla da, bizim içinde yer aldığımız  ve sonsuz varlığı kapsayan “nokta” nın projeksiyonu dışında, her biri sonsuzluğa uzanan başka evren içere evrenleri (artık nasıl bir yapıysa)...vs. projekte eden “nokta” ları da ilminde ilmiyle meydana getiren, “Nokta” itibariyle de Allah değildir. Zatı itibariyle tüm bunlardan münezzehtir.

Başka bir açıdan ifade edersek, gerek enerji-data boyutu, gerekse de bu boyutun projektesi olan enerji ve madde, Allah’ın Esmasının (Salt Datanın) belli terkipler halinde açığa çıkışı olması nedeniyle Allah’tan ayrı bir yapısı yoktur, olamaz da. Ama başka bir yönüyle de Allah o kadardır, diyemeyeceğimizden    (böyle bir şey olamayacağından) Allah o şeylerle de asla kayıt altına girmez. Kısacası, enerjinin Allah olması ayrı bir şeydir, Allah’ın enerji olması, apayrı bir şeydir. Kuantum ve altı boyut yani, meleki boyut olan Ef’al boyutu, sistemle ilgili olup yaratılmamışlık boyutlarını ihtiva etse de o boyutları kapsamaz. Ama bize, yaratılmışlık boyutuyla, yaratılmamışlık (Esma, Sıfat ve Zat) boyutları arasındaki bağlantının da ne şekilde olması gerektiğini anlatır. Kozmik Bilinç boyutu için kullandığımız Nur Bilinç tabiri de aynı şekilde meleki boyut olup Allah için bu anlamda Nur Bilinçtir de denmez, denemez. Bu tabir hep Ruh Adlı Meleğin Bilinci olarak kullanılır. Allah için sadece ve sadece “Allah’ın İlmi”, “Allah’ın İlminde”, “Nur”, “Nur Üstüne Nur”, tabiri kullanılır. Ruh Adlı Meleğin, holografik özelliği nedeniyle, yaratılmamışlık boyutlarının tümünü bünyesinde barındırması, O’ nun Varlığıyla var olması dolayısıyla bir yönüyle buna, Mutlak Öz veya Allah’ın Nuru, Allah denebilirken, bir yönüyle de, Allah’a hiçbir sınırlama getirilemeyeceğinden Allah budur, denemez. Allah bunların ötesindedir, ama hiçbir kopma olmaksızın boyutsal öte olarak. Dolayısıyla sapmalar bu iki bakış açısından sadece birini esas almak sonucu meydana gelmektedir. Yani, O’ nu tamamen her şeklin, görünenin, bilinenin algılanan ya da algılanamayan varlığın ötesine atıp ortada olan bu varlığı, sitem ve düzenin ondan tamamıyla kopuk olarak yaratıldığını düşünmek tanrısal anlayışı yani şirki meydana getirirken bunun yerine, Allah’ın algılayalım ya da algılamayalım tüm varlık, sistem ve düzen olduğunu düşünmek de aynıyla yine tanrısal anlayışı yani, şirki oluşturur. Oysa, enerji-data boyutundaki bilgilerin bir başka formda görüntüsü olan sonsuz paralel evren içre evrenlerden sadece biri olan bizim evren içre evrenimizi, görüntünün kaynağı olan dalga-bilgi boyutundan ayıramayacağımız, ondan kopuk bir varlık olarak düşünemeyeceğimiz gibi aynı şekilde, sınırsız enerji-bilgi okyanusundaki sonsuz bilgiyi de, sadece bizim evrenimize ait olan bilgiyle sınırlandıramayız. Aynı şekilde, “Noktayı” da, bu “Noktanın” sonsuz görünümü ya da özellikleri olan “Salt Datalar” (noktalar) içindeki, sadece bizim enerji-data okyanusunun kaynağı olan “Salt Data” (nokta) veya tek bir “Salt Data” ile kayıt altına almak mümkün olmadığı gibi, tek bir “noktayı” (Salt Datayı) da, “Noktadan” ayırmak mümkün değildir. Sonuç olarak, evrende ne (insan ya da başka başka nesneler, göksel cisimler...şeklinde) görünen suretlerde ne de, görünmeyen, görünemeyen bir şekilde bir tanrının olması asla mümkün değildir. Cahiller tarafından Allah’ın Zatı için bile tanrılık atfedilmektedir ki bu da fahiş bir hatadır. Tüm kavramların düştüğü bir boyutta böyle bir şeyden dahi bahsedilebilir mi?. Birinin çıkıp, “ben tanrıyım” deyip olmadık güçler, olağanüstü haller...vs. göstermiş olsa dahi, artık bunun bir tanrı olamayacağı gün gibi aşikardır.

Ruh Adlı Meleğin bir yönüyle Allah olması nedeniyledir ki, Hz. İsa (as), “ Ben Allah’ın oğluyum” ya da “ sizler Allah’ın oğul ve kızlarısınız” derken,        “ Ben, o sonsuz-sınırsız Bilinç (Ki, Kozmik Bilinçtir) ve O Bilincin zuhuruyum” “ Sizler de kapasitelerinizce O şuursunuz” demek istemiştir ki, defalarca “ben anlayasınız diye mecaz ve benzetmelerle konuşuyorum” diyen Hz İsa (a.s)’ ın bu mecaz sözlerini, Hıristiyanlar hakikât, gerçek sandıkları için küfre sapmışlardır. Ezberlediklerini ilim zanneden bazı âlimler, ezberlemekten tefekküre geçemedikleri için bir konunun tek yönüyle şartlanıp diğer yönüyle  bağ kuramamaları sonucu, bir de yaşadığı devrin ilminden, bu ilmin nelere, hangi boyutlara ulaştığından, değindiğinden bihaber olduklarından Enerjinin hangi şartlar içinde, hangi özellikler dolayısıyla Allah olduğunu ve hangi temel ilkece Allah olmadığını, olamayacağını dahi düşünememektedirler. Özetle, ilminde, ilmiyle meydana getirdiği her şeyde o şeyin kendisi olarak görünen en temel düzeydeki Salt Enerji- Bilinç, Allah’ tır. Ancak Allah, bu Salt Enerji-Bilinç değildir. İnsan da varlığının her zerresini, parçalanması, bölünmesi mümkün olmayan Allah’ tan alan imgesel bir varlık olup sonu, hiçliğe uzansa da Allah, O da değildir. Allah’ın enerji olduğu fikri, Panteist anlayışına dayalı doğu düşünce sisteminde ya da Spritüalist çevrelerde kabul edilen, o yönde beş duyu ötesi çeşitli nedenlerden ötürü yanlış algılamalarla deneyimlenen bir yaşantının ürünüdür ki, bunun İslamiyet İnancıyla ve dolayısıyla, İslam tasavvuf sistemiyle bir ilgisi yoktur (buna daha geniş olarak ilerideki makalelerimizde irdeleyeceğiz).

Her şeyin aslının çeşitli frekanslara karşılık gelen enerji dalgası olma durumu, kendisini yaşadığımız boyuta da yansıttığı içindir ki bu farklı genliklere, biçimlere sahip dalgasal sistemi, çeşitli şekillerde yaşamın bizatihi içinde de görebilmekteyiz. Mesela, insanın, hayatı boyunca yaşadıkları tek düze gitmez. İnişleri, çıkışları vardır. Sıradan yaşamında işi, bir anda ya da yavaş yavaş yükselişe geçip iyi gitmeye başlar. Belli bir yükselişe gelir, maksimum bir noktaya oturur sonra da belli hızlarda inişler meydana gelir. Öyle ki, başladığı noktanın da daha altına düşerek dibe vurur. Olaylar üst üste de gelebilir. Sonradan tekrar yükselmeye başlar. Ya eski haline geri döner ya da daha aşağı veya yukarısına...vs. Düzgün ya da düzgün olmayan çeşitli biçimdeki sayısız dalgasal modellere karşılık gelecek şekilde olan bu durumu, hayatın her alanında görmek mümkündür. Tarihe baktığımızda toplumların da doğup büyüyüp gelişerek belli bir olgunluğa geldikten sonra düşüşe geçtiklerini ve tekrar yok olduklarını, kalıntılarından başka uygarlıkların kurulduğunu bilmekteyiz. Bu durumu kıyametler arası nesiller içinde de görebilmekteyiz, her biri farklı yüksekliklere (genliklere) yani ilim ve teknolojik gelişmişliklerine sahip olarak. Her birinin çıkışı, yükselişi, inişi, yok oluşu ve ardından bir sonraki nesli oluşturması söz konusudur. Örnekler çoğaltılabilir. Bu durum, makro kozmostan, mikro kozmosa kadar, saniyenin yüz binlerce, milyonlarca, milyarlarca... birinden, milyonlarca, milyarlarca, trilyonlarca...yıla uzanan tüm var oluş ve yok oluşlarda mevcut bulunan bir sistemdir, Allah’ın kanunudur.

* Bir Türlü Yerli Yerine Oturtulamayan Din-Bilim İlişkisini Açıklayabilir misiniz?

Geçmişten günümüze kadar yanlış bir inanış da, din ile bilim arasındaki ayrımdır. Günümüzde bile entelektüel çevrelerde kısır tartışmalar devam etmekte olup kimi (ki bunların içinde dindarlar ile ateistler bulunmakta) “din dogmadır, bilimden tamamen ayrıdır, birbirleriyle bağdaşmaz, bütünleşmez, bilim, dini asla açıklayamaz, ikisi birbirinden tamamen apayrı şeylerdir” derken yine bir kısım insan da, bu ayrılıktan yana olarak din ile bilimin birbirlerini desteklemekte, onaylamakta olduğunu söyleyip her geçen gün bilimin gelişmesiyle din ile bilimin birbirlerinin sağlamasını yaptıklarını dile getirmektedir. Her iki görüşün ortak yönü de, din kesin kabuldür, tartışılmaz, yanlışlanamaz, ama bilim kesin kabulleri olsa da, kesin değildir, her an değişir. Bu yüzden birinci gruptakiler, bilim devamlı değiştiği için, dinin de değişmesi gerekir ki, bunun olması  asla mümkün değildir derken, ikinci gruptakiler, bilim değişse de bilimin değişmeyen kesin kurallarının bilimle daima örtüşeceğini belirterek bize tatmin edici cevapları bir türlü verememektedirler. Din ve bilimin ayrımına dayalı Tanrısal inanca sahip tüm bu görüşler maalesef doğru değildir.

20. yy’ da yaşıyoruz ama, ona inanılsın ya da yine de reddedilsin fark etmez, tanrısal anlayışa öyle kilitlenilmiş ki, konuları ondan tamamen bağımsız olarak bir türlü düşünemiyoruz. Onca bilimsel gelişmeye rağmen beynimizin düşünce olarak çağlar öncesi insan anlayışından pek fark yok. Oysa din ve bilim ayrı ayrı şeyler değildir. Din adı altında sistem ve düzen, bundan yüzyıllar öncesinde maddenin özünden gelen bir biçimde vahye dayalı olarak alınan (ortaya konan, keşfedilen) gerçekler olup bugün farklı bir yoldan çağdaş bilimsel verilerle de anlatılmakta, açıklanmaktadır. Yani her ikisi de aynı gerçeği vurgulaması açısından bugünkü ilim ve teknolojiye bakarak bunun geçmişte Resulullah dilinde nasıl ifade edildiğini bulmamız, fark etmemiz gerekir ya da başka bir deyişle, somut olarak bize bildirilen çağdaş bilimsel gerçeklerin soyutta nasıl dillendirildiğini anlamamız gerekir. Dolayısıyla amaç, din ve bilimin ayrı ayrı şeyler olup bunların birbirleri arasında paralellik bularak birinin diğerini ispatladığını söylemek değil, birinin diğerinde nasıl karşılık bulduğunu, birinin diğerini nasıl anlattığını anlamaktır (göstermektir). Biz din-bilim bütünleşmesi derken bunu kastediyoruz. Yoksa, fiziğe, kimyaya, biyolojiye ve bu temel bilimlere dayanan diğer tüm bilimsel verilere bakıp da bunların, Allah’ın varlığına delil olması ya da O’ nun varlığının eseri olması anlamında bilim-din birleşmesinden bahsetmiyoruz. Bu tamamıyla tanrısal bakışın bir ifadesi olup ne sistemi bir bütün olarak görmeyi ne de Allah’ın ne olup ne olmadığını, varlıkla olan ilişkisini, varlıktaki çıkışını...vs. bize anlatmaktadır. Bu yüzden, bugün bizim madde ve özüne doğru bulduğumuz, farkına vardığımız gerçekler aslında yeni şeyler değil, gerçekte geçmişte Resul ve Nebilerde Vahiy, Onların takipçilerinde ise, ilham ya da keşif veya fetih özelliğiyle algılanan, hissedilen, yaşanan gerçeklerdir. Aynı Tek, değişmeyen sistem ve düzeni anlatmaları nedeniyle bugün Kuran ve din gerçeği, hiçbir dinsel anlatım şekli olmaksızın, tamamıyla bilimsel dil kullanılarak ya da tamamen farklı şekil ve dillerde de anlatılabilmektedir ki, bu da Kuran’ın evrensel oluşunun (bu kitap yutmuş insanların lafta kalan ezberi bir ifadesi değildir) bir sonucudur. Zaten çağdaş bilimler dediğimiz ilimler de Allah’ın Esmasına dayanan ilim değil midir? Bu ilim, yoksa kimin ilmidir? Önemli olan hakikâte giden yolda sistem ve düzenin anlatılmasıdır. Bu yüzdendir ki, aynı sistem ve düzen, geçmişte Resul ve Nebilerce kendi hakikatlerinde kapasitelerince okunarak (deşifre edilerek) farklı dillerde ifade edilmiştir (Boyutlar Arası Enerji Transferi ile Lisan mı? Mana mı? yazımızda bu konuya değinmiştik). Ancak bu, Kuran’ın değiştirilmesi, yeniden yazılması, ibadetlerin değiştirilmesi...vs. gibi küfre yol açan anlamlara çekilip yanlış anlaşılmamalıdır. Biz, Kuran ve Resulullah’ın işaret ettiği aynı gerçekleri daha iyi anlayabilmek, bunların yeni, hiç bilinmeyen yönlerini, derinliklerini fark edebilmek için, dinsel dille beraber, her devre hitap etmesi ve evrensel oluşlarının gereği olarak ayrı bir anlatım tarzı ile ifade edilmiş, çağdaş bilimsel verileri değerlendirmek zorunda oluşumuz...vs gibi, farklı bir şeyden bahsediyoruz. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Kelimelerden, sembol ve mecazlardan yola çıkarak gerçeği, hakikâti algılayamayız, bunun yerine, sistem ve düzeni anlayarak, bunların dinsel verilerdeki anlatımlarını birebir görerek bunu başarabiliriz. Aksi taktirde, sadece böyle şeylerin varlığından haberdar olabiliriz, o kadar.

Bununla birlikte, din ve bilimin aynı şeyin farklı yüzleri olması sebebiyle zahirdeki bilimsel gerçeklerin keşfi, Batıni gerçeklerin açığa çıkışıyla paralellik göstermekte, bu batini verilerin çıkış hızı arttıkça da, zahirdeki bilimsel ilerlemeye hız verilmektedir. Yani, batındaki açılım zahiri de o ölçüde etkilemekte ve o ölçüde açılımını da sağlamaktadır. Dolayısıyla bu yönlü, anlayışla açıklama yapan bir birim, bilimsel gerçeklerden yola çıkarak, Özüne, Hakikâtine ait gerçeklere ulaşmamakta bunun yerine, Özünde yaşadığı gerçekleri ortaya koyarken, bunun bizler tarafından anlaşılması için zahirdeki bilimsel verileri kullanmakta ya da başka bir deyişle, dinsel verilerin bilimsel verilerdeki karşılıklarını bize göstermektedir. Yani, o birim için zahirden batına gidiş değil, batından zahire iniş söz konusudur ki, bunun sonucu olarak zahirdeki bilimsel veriler, Hakikâtin gerçeklerini hissedip yaşantıya geçilmesi için bizlere aracılık etmektedir, Allah’ın bir Rahmeti olarak. Bizim tarzımız da, bu yoldur. Ahir zaman olarak ifade edilen günümüzde, açığa çıkan çağdaş bilimsel verilerin, tüm varlığın sonsuz dalgalar adı altında sonsuz- sınırsız Yaratıcı kudret önünde Tekliğini ve sonucunda yokluğunu anlatmasıyla en zirve noktaya ulaşmış olması, batini ilmin de zirve boyuttan yani, Mehdiyet İlminin de açığa çıkmakta olduğunu bize göstermektedir. Burası işin en önemli püf noktasıdır. Böylece, “bilimsel verilerin değişmesiyle dinsel verilerde mi değişecek?” sorusu cevaplanmış olur. Geçmişte de evliyaullah da bulunduğu dönemin bilimsel gelişmeleri ışığında, insanların anlayışları ölçüsünde birtakım batini sırları halka açmışlardır.

Bu konu hakkında yine bir türlü anlaşılamadığı için en çok sorulan sorulardan biri de, bilimsel verilerle anlatılanların yada aynı boyutu birden fazla şekilde ifade edilmesinin, dinsel anlatımla olan ilişkisini zora sokup bunu bozan bir durum oluşturup, oluşturamayacağı sorusudur. Buna vereceğimiz cevap, hayır oluşturmaz (buna bir önceki yazımızda da değinmiştik). Çünkü temel boyut hangi şekilde tanımlanırsa tanımlansın temel kavramlar değişmemekte, hepsi aynı şeyleri içermektedir. Mesela, varlığın sonsuz-sınırsız çok boyutlu tek kare resim olması yani, bölünmez parçalanmaz Tek Bir yapı olması, varlığın (âlemlerin) aslının, tanımlanan o temel boyuta göre birer hayal olması, sistemin holografik özellikli olması, her bir boyutun ya da daha geniş olarak baktığımızda hepsinin tek bir boyut olduğunu düşünürsek bir boyutun, çeşitli katmanlardan oluşması... vs.

(Kaynakça: Evrensel Sırlar, İnsan Ve Din, Neyi Okudu, Yenilen, Sohbet kasetleri Ahmed Hulusi / Aydınlardaki Çelişkiler – Ahmed Fevzi Yüksel)

 

 
 
İstanbul -31.10.2007
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com