Yine aynı şekilde, “bizler her zaman bilimden
yanayız, bilim adamları o konuda ne diyorlarsa o
doğrudur çünkü bunlar, dinin değil bilimin konusudur”
deyip din ve sistemi birbirinden ayırarak dine
inanmayan, dini verileri dikkâte almayan ve hatta, din
hakkında hiçbir araştırması bile olmayan bilim
adamlarının ortaya koydukları orijinal bilimsel verileri
değil, bilimsel yorumlarını orijinal bilimsel verilermiş
gibi kabul ederek dini değerlendirmeye çalışmaktadırlar
ki, bu da çok büyük bir hatadır. Bir başka anlatımla,
materyalist anlayışlı insanlar gibi düşünüp dini de bu
düşünce sistemine göre yorumlamaktadırlar. Oysa din
verilerini esas almak suretiyle orijinal bilimsel
verilerle bunları birleştirmek yani bunları yan yana
getirmek yerine, birini diğerinde görmek olmalıdır. Bu
böyle olmadığı için de, maalesef, bilimsel verilerle
uyumlu, bunlarla açıklanabilen ve hiçbir şeyle pahası
ölçülemeyen birçok hadis, yine aynı bilimsel verilerle
uyumlu olan, ama bu bilimsel verilere ya sahip
olunmadığı ya da kabul edilmediği için anlamı ortaya
çıkartılamayan ayetlere ters olduğu veya “akılcı
değildir” denerek inkâr edilmekte, açık ayetler bile en
alt boyutun gerçeklerine ve hatta yüzyıllar öncesi
anlayışlarına göre anlatılmakta olup günümüz çağdaş
bilimsel verilerin işaret ettiği üst boyut anlatımları
kabul edilmemekte, bunun sonucu olarak da ya günümüz
anlayışıyla alakasız ve mantıksız yorumlarla açıklama
getirilmekte ya da “bilimsel inceleme yapıyoruz” diyen
aydınlarca bu şeylerin bilinemeyeceği (bilinmezliği)
dile getirilerek, “madem öyle, neden Allah bunlardan
bahsetmiş ve tefekkür edilmesini istemiştir?” sorusu
havada bırakılmaktadır. Ne acıdır ki, bilimselliği,
evrenselliği dilinden düşürmeyen bu tür aydınlar, yüz,
üç yüz...sene önceki bilimsel verilere dayandıkları
için, Kuran ve Hadislerin çağdaş bilimsel verilerle
yapılmış açıklamalarını bilim kurgu diye nitelendirecek
kadar cahil olmakla birlikte, yine Kuran’ın kendi
ifadesine göre kendi mantığına ters olan, hakikât
sandıkları sembol ve mecazları delil getirerek bu çağın
getirisi olan açıklamalara karşı cevap verdiklerini
zannetmekte ve kendileriyle yüz seksen derece çelişkiye
girmektedirler.
Bunlara örnek olması açısından, daha önceki
yazılarımızda da ayrı ayrı değindiğimiz üzere, Kuantum
fiziğinde taneciklerin, karşılaştıkları ve güç
getiremeyecekleri yüzünden klasik fiziğe göre
çıkamamaları gereken yerden tünelleme açarak ya da
dalgasal yapılarına dönüşerek o engeli aşmaları, bununla
birlikte aynı anda birkaç yerde somut tanecikler olarak
ortaya çıkmaları veya mesafeler ne olursa olsun fark
etmez, bir anda yer değiştirmeleri veya farklı
ortamlarda açığa çıkmaları gibi, her nesnede olduğu
üzere o taneciklerden oluşmuş bir insanın da böyle bir
şeyi (sistemini bilmesiyle, kendindeki melekleri yani,
güçleri harekete geçirmesi suretiyle yapabilmekte olduğu
bu şeyi) gerçekleştiremeyeceğini, böyle bir şeyi
oluşturamayacağını söyleyen bir kısım bilim adamlarının
kendi kişisel yorumlarına dayanarak Tayyı Mekân olayının
olmayacağını dillendirmek, yayınlanan tüm dalgaların
kuantum boyutlarınca taşıdığı anlamın, yine bilgiden
ibaret sistemi, ilgili anlam doğrultusunda
programlamasıyla ya da sistemdeki ilgili bilgilerin
beyin aracılığıyla deşifre edilmesiyle olağanüstü
olayların meydana gelmesine karşın, günümüzde artık
bilimsel verilerle de etkileri kanıtlanan ama henüz
ölçümlenemediği, farklı beyin dalgalarının bulunamadığı
için ve yanı sıra Newton fiziğine göre dalgaların
yoğunluklarının (şiddetlerinin) önemli olup beynin bu
düzeyde dalga yayınlayamayacağı yorumunu delil
göstererek telepati, durugörü, psikokinetik (cisimleri
uzaktan etkileme), önsezi,...gibi şeylerin olamayacağını
dile getirmekte, Duanın da yine bu sistemle çalışmasına
ve birimin kendi hakikâtindeki güçleri ortaya
çıkartmasıyla bunu başarmasına karşın, birbirinden
ayırdıkları (parçaladıkları) sistemin de ötesindeki
Tanrıları adına bunu reddetmekte, yine çeşitli
frekanstaki beyin dalgalarına dayanan büyü ve nazar
olayı da yorumlamaya bile gerek duyulmayacak şekilde
ayet ve hadislerde açıkça ifade edilmesine karşın, bir
ilkokul çocuğunun bile yapmayacağı mantık hatalarıyla
dolu gerekçeleriyle kabul görmemekte, Haysenberg’in
Belirsizlik ilkesine göre Planck boyutlarındaki (10 üssü
(–33) cm çapındaki) big-bang noktasında evrenin sadece
bizim evrenden ibaret olduğunu düşünmenin, onun
tanımlanacağı anlamına geldiğinden Hiper uzayda, her
biri bir ihtimal durumuna karşılık gelen sonsuz paralel
evrenlerin, yine tüm ihtimalli durumu bünyesinde
barındıran süperpozisyon durumundan açığa çıkmasına ve
yine kuantum fiziğinin temel yasası olan bu ilkeye göre,
düşündüğümüz bu evren ve evrenlerin dışında da sonsuz
ihtimallere karşılık gelen boyutların (evrenlerin) ve
sonsuz türden varlıkların mevcut olduğu açıkça ortada
iken, bunun yerine mekanik evren anlayışının gereği
olarak sadece görünen ve onun boyutlarından ibaret evren
anlayışıyla kayıtlı bilim adamlarının, ne ışınsal boyut
ve varlıklarına ne de ölüm ötesi boyutların varlığına
inanmaları nedeniyle bununla ilgili giriştikleri
yorumlarını temel alarak, onca ayet ve hadislere göre
cinlerin dışımızda bilfiil mevcudiyetleri, insanlar,
diğer tür canlı ve nesneler üzerindeki
gerçekleştirdikleri (bugüne kadar yayımladığımız
gerçekliği ispatlanmış) birtakım olayları (dolayısıyla
ilgili hadisleri ve buna dayanan açık ayet yorumlarını)
reddedip insanlar üzerinde fiziki etkilerinin yanında
çeşitli halüsinasyonlarla onları çeşitli şekillerde
etkilemelerinin olmayacağını, bu varlıkların böyle bir
şey yapamayacaklarını söylemekte ve bu tür bilim
adamları gibi düşünmektedirler. Böylece, en büyük silahı
görünmezliği ve bilinmezliği olan o ışınsal varlıkların
da tam isteği gibi, hem kendilerinin hem de insanların,
onlara karşı gereken tedbirleri almayıp ölüm ötesi
boyutları da kapsayacak şekilde bu varlıkların kuklası
durumuna düşülmesini, her tür etkilerine açık hale
gelinmesini sağlamaktadırlar. Oysa ayet ve hadisleri bir
kenara bıraksak dahi, elektromanyetik dalgaların insan
vücuduna, beynine verdiği fiziksel ve ruhsal yani maddi
ve manevi zararlar yine bilimsel olarak kanıtlanmış olup
artık istisnasız herkes tarafından kabul edilen bir
gerçek haline gelmişken, bilinçli bir enerji
(elektromanyetik) yapısının insanları, nesneleri ya da
başka bir deyişle yine aynı enerji yapılı, fakat farklı
frekansa (titreşime) sahip canlı ve cisimleri
etkileyemeyeceğinden bahsetmek sanırım, biraz mantıksız
olur.
Ayrıca, yine kuantum fiziğine baktığımızda temel
düzeyde, tüm nesnelerin aslı olan tanecik ve kuvvet
alanları ayrımının ortadan kalkarak gerçekte her şeyin
temelde Tek Bir Alan üzerindeki desenlerden ya da farklı
bir deyişle parçalanması mümkün olmayan çeşitli
frekanslara karşılık gelen enerji titreşimlerden,
enerjiden (ki, bu tüm sonsuz boyut ve varlıklarını da
içermektedir) başka bir şey olmadığını ve varlığın özüne
zumlama yaptığımızda her bir nesne ve varlığın boyutsal
derinliğinde bu temel yapıya, yapısına dönüşmesi, bu
temel enerji yapısının holografik sisteme göre
düzenlenmiş olması dolayısıyla da bu boyuttaki ilim ve
gücün, tüm varlığın, her bir birimin özünde olduğu gibi,
her bir noktasında mevcut bulunduğu insanın da, fiziki
ve düşünce yapısını her an (bize göre) özden gelen bir
biçimde (afaktan değil) etki etmesi ve bu şekilde
mikrodan- makroya kadar tüm birimlerin varlığını devam
ettirmesi ve bu yüzdendir ki, insanın Halife oluşunun
gereği olarak görünen boyutları yani, dört boyutlu
uzay-zaman içindeki üç boyutlu bir varlık yerine, yine
holografik esasa göre sonsuzluğa uzanan çok boyutlu bir
yapıda bulunması sonucu, gerekli çalışmaları yaptığı
taktirde asıl yapısına yani, Özünün ilim ve kudretine
dönüşebileceğini açıklarken, kuantum sistemine dayalı bu
gerçeği görmezden gelerek sistemin mekanik yönüyle
hareket eden, düşünen, bilim adamlarına dayanarak
insanın böyle bir özünün olmadığını söylemek, Allah’ın
birimin hakikâtinde, boyutsal derinliğinde olamayacağını
bunun yerine tanrının ötelerde, ama gücü ve kudretiyle
(sistemle, kendisi arasındaki o boşluğu her nasıl
aşabiliyorsa) her yerde olup varlığı her an gözetlediği
ve yine her an insan, varlık ve sisteminden tamamen
dışında olan melekleriyle yeryüzünde işlevler gördüğü,
yardımlarda bulunduğunu düşünmek sonuçta, insanı
atıllığa, tembelliğe itmekte, kendisini tanımayı
engellemekte ve bu da cehennem azabını meydana
getirmektedir. Cehennem azabının gerçek nedeni,
Hakikâtimiz olan Allah’ı bir Tanrı düzeyine indirip
Allah’ı, dolayısıyla kendi aslımızı tanıyamamamızdan
ileri gelmektedir. Bu yüzden ibadetlerin her biri,
birimin, Hakikâtin çeşitli özelliklerini, yönlerini
idrak edip o özelliklere ait kuvveleri (Rabbani
kuvveleri) bilincinden, varlığından ortaya çıkartması
için önerilen çalışmalardır. Dolayısıyla bu çalışmalar,
Tanrısal anlayışta olduğu üzere, sistem içermeyen,
sistemde yeri olmayan seremoniler hele hele kültürel
birer etkinlik değillerdir. Ayrıca, hatırlanıldığında ya
da tapınıldığında huzurunda olunduğu fark edilen kendi
dışındaki bir tanrı anlayışı, otomatik olarak insanı,
onu her zaman görmezden gelen durumlar, düşünce ve
fiiller içine sokmaktadır ki, hangi dinden, düşünceden
olursa olsun fark etmez, yeryüzünde insanlığın büyük
çoğunluğunun bir güce, tanrıya inanmalarına rağmen
oluşturdukları sorunların önemli bir kısmını bu neden
oluşturmaktadır. İşin en ilginç yanı, hadislerin
reddedilmesi gerçeğini temel alarak oluşturdukları
sistemleri, bunlardan birinin doğru olması durumunda
(bize göre ise, hepsi doğrudur) tamamen çökmektedir ki,
her şey bir tarafa matematiksel olarak da bu durumun
olma olasılığı, bire oldukça yakındır.
Bu arada, “fiziğin ya da bilimsel verilerin metafizik
konularla ne tür bir ilişkisi, alakası var ki ?”
diyenlere cevabımıza bir önceki bölümümüzde değinmiştik.
Buna ek olarak, fizik formüllerini yazıp matematik
işlemleri üzerinde çalışıp çıkan sonuçların birimi,
içine insanı da alacak şekilde evren ve boyutlarına
ulaştıramıyorsa, bu boyutlarca değerlendirme
yapılamıyorsa gerek fiziği gerekse de diğer bilimsel
verileri ezberliyoruz demektir. Hele hele bilim, ölüm
ötesi boyut gerçeklerine dönük, o boyutun gerçeklerini
deşifre etmede kullanılmıyorsa bilim gerçek amacına
hizmet etmiyor, sonuçta bu da sadece bu dünya yaşamında
insana bir şeyler sağlayıp ölüm ötesinde ise kimseye
hiçbir fayda sağlamamaktadır. Bugün, hurafedir, bilim
kurgudur deyip Resulullah açıklamalarını ya da Kuran
yorumlarını basite alıp yok saydıkları veriler, çağdaş
bilimsel verilerin ve bilhassa kuantum ve altı fiziğinin
ortaya çıkmasıyla artık düşünen insan önünde hurafe
olmaktan çıkmış, Resullullah’ın, getirdiklerini
açıklayan çağımızdaki dilleri olmuşlardır.
* Zaman ve Zamansızlık Arasındaki İlişkiyi Açıklayabilir
misiniz?
Bu ilişkiyi daha iyi anlayabilmemiz için,
“zamansızlığın olduğu yerde zaman yoktur, zamanın olduğu
yerde ise, zamansızlık yoktur” kavramını çözmemiz
gerekir. Şimdi, zamansızlığın olduğu yerde zaman yoktur
çünkü, burada var olan “an” dır. Zamanla birlikte ona
bağlı olan mekânda mevcut değildir. Bu boyutun eni,
boyu, derinliği, hacmi, ağırlığı...vs. özellikleri söz
konusu değildir. Sınırsız oluşunun yanında boyutsallığı
dolayısıyla da sonsuzdur. Bu “an” boyutunda zaman
(dolayısıyla mekân, mekânlar ya da çokluk boyutu) sadece
hükmi olarak, var kabul ediş olarak mevcut olup varlığı
ise hayalden ibarettir. Zamanın olduğu yerde
zamansızlığın olmaması ise, “zamansızlık hiç yoktur”,
demek değildir. O boyutça yoktur demektir, ama
boyutsallığında yine mevcuttur. Çünkü zaman, olayların
birbiri ardına sıralanması sonucu, zamansızlık boyutunda
yani, enerji-data boyutunda bir bilgi yığını olarak
düşünebileceğimiz birimin (ki burada sadece insan değil,
tüm bilinçli yapılar kastedilmektedir), bilgileri veya
dalgaları deşifre edişine göre mevcuttur. Bu nedenle
zaman, varlığını zamansızlıktan alır ve zamansızlık onun
her sürecinde mevcuttur. Eğer zamanın geçerli olduğu
boyuta da (ki, onu algılayan birimlerin sonsuz olması ve
varlıklarının dönüşüme uğrayarak sonsuza dek devam
ettirmeleri nedeniyle zaman da sonsuzdur) bir bütün
olarak bakabilseydik yani, tüm varlığa tek bir gözle,
şuurla bakabilseydik tüm sonsuz zamanların da, yine Tek
Bir “An” olarak mevcut olduğunu görürdük, zamansız ve
mekânsız olarak. Kısacası zaman, gerek, çok boyutlu tek
kare resimdeki enerji-data boyutunda gerekse de, bu
boyutun projektesi olan suretler boyutunda varlığı, “an”
içinde bir yanılsamadan, algı yanılmasından başka bir
şey değildir. Zamansızlık boyutunda, gerçekte hiç var
olmamış ancak bir var kabul edilişin sonucu olarak
mevcut olan zaman, onu algılayan birimler tarafından bir
zan, var zannediş olarak gerçekçi bir biçimde
algılanmaktadır.
Holografik esasa göre de, zamansızlığın, zamanın her bir
anında, sürecinde mevcut olması sebebiyle, “İnsan
üzerinden Dehr içere öyle bir zaman geçti ki, o hiçbir
şeyle anılmazdı” ayeti ile, “Dehre sövmeyin,
Çünkü Dehr, Allah’ tır” hadisini göz önüne
aldığımızda ayetteki ifade, sayılamayacak kadar çok uzun
zaman geçti de sonra insan oldu ve insanın var oluşu bu
uzun süreç içinde dikkâte alınmayacak derecede bir
zamandır, anlamında değildir (ki, olduğunu düşünsek bile
çok yetersiz bir görüştür). Ayette geçen ‘Dehr’i
sonsuz-sınırsız, zaman kavramsız “an” olarak düşünürsek,
insanın öz boyutlarında, insan adının bile geçmediği,
mevcut olmadığı ya da yaratılmamış boyutların var
olduğunu ve insanın o boyutta yaşayabileceğini
belirtmektedir. Ve üstelik o “an”, şu “an” dır da.
Ayrıca, hadiste de açıkça “Dehr Allah’tır”
denerek insanın boyutsal derinliğine olarak Özünde,
Hakikâtinde var olduğunu açıkça belirtilmiyor mu?. Aynı
şekilde, “Benim öyle bir vaktim olur ki, ona
Rabbimden gayri sığmaz” ya da “ Benim Allah ile
bir vaktim olur ki, oraya ne Mukarreb Melek ne de Nebi-i
Mürsel girebilir” hadisinde de, belli vakitler,
zamanlar var da bu zamanların birinde Ben Rabbimi,
Hakikâtimi müşahede ediyorum değil, “Vakit”, “an”
anlamında olup “an” da her vakitte (zamanda) mevcut
olduğundan, her “an”ımda Ben adı altında var olan
Rabbimi müşahede ediyorum ki, O da âlemlerin Rabbi olan
Allah’tır, demektedir. Bu tür ifadeler, bildiğimiz zaman
süresi içindeki bir zaman diliminde var olan ya da
oluşan şeyler değil, boyutsal anlamda, zamanın her anın
da var olan, oluşan şeyler olduğunu söylemektedir.
Varlığa ve sisteme ait tüm bilgileri içeren daha
doğrusu, kaynağı olan enerji-data boyutundaki
dalgaların, iki yokluk “an” ında bir “an” olarak var
olması ve tekrar aynı “an” da yok olması ve tekrar bir
başka “an” da Salt Enerji denizinden yepyeni
sonsuz-sınırsız bilgi-enerji okyanusunun oluşması ve
dahi bu şekilde yenilenerek sonsuza dek devam etmesini,
zaman içinde oluşan şeyler yerine, tamamıyla zamansızlık
boyutu içindeki bir sıralama olarak düşünmemiz gerekir.
Çünkü, buradaki her bir oluşum yani her bir dalgalanma,
sonsuz ve sınırsızlığa uzanan oluşumlar, zamanlar olarak
bir “an” da meydana gelip o “an” da yok olmakta ya da
Salt Enerji denizine geri dönmektedirler. Oysa bu durum,
zaman kaydı içinde olan bir düşünceyle, olayların
birbiri ardınca sıralanışı şeklinde değerlendirildiği
için beyinde bir türlü yer edememektedir. Bunun yanında
yine enerji-data boyutunda her bir olay, boyutuna göre
çok hızlı bir şekilde daha doğrusu bir “an” da başlayıp
bitmesine karşın bu olmuş-bitmiş olaylar, projeksiyonu
olan boyutların her birinde çok çok uzun süreçler
içerisinde açığa çıkmaktadır. Bildiğimiz gibi insanın
oluşması için de big-bangden bu yana yaklaşık 15 milyar
yıl geçmiştir.
Ayrıca, zamansızlıkta zaman, dolayısıyla geçmiş ve
gelecek diye bir kavram yok idi. Bu boyutta bir olay
başladığında, sonu ile birlikte bir “an” da açığa
çıktığından bize göre olacak olaylar o ortamda olmuş
bitmiş olarak mevcuttur. Bu yüzden zamansızlık boyutunda
yaşayan birimlere göre de, zaman yoktur, sadece “an” lar
vardır, her ne kadar zaman içindeki yapıları görünse de.
Bildiğimiz gibi, Gayb, Mutlak Gayb ve Muzaf Gayb diye
ikiye ayrılmaktaydı.Hiçbir şekilde bilinmesi mümkün
olmayan gayb, Mutlak Gaybdır ki, O da Allah’ın Zatıdır.
Çünkü, Zatta tüm kavramlar düşmekte idi. Bu konuya,
Telepati Ve Duru Görü adlı makalemizin 6. bölümünde
değinmiştik. Zaten geleceği bilen kimsenin Allah’tan
ayrı bir yapısı mevcut mu ki?... Bilen, sonuçta yine
Allah’ın kendisi değil midir? Ötedeki bir güç ya da bir
bilinç, yani tanrı, böyle bir şeyi veremeyeceği ve bu
bilgiyi boyutsal derinliğinden aldığı için bazı şeyleri
bilmesi, bazı şeyleri de bilememesi diye bir şey olamaz.
Çünkü o boyutlarda parçalanma, bölünme diye bir şey söz
konusu değildi. Ancak zahirdeki olayların nedenleri,
niçinleri konusu, farklı bilinç boyutlarından (bakış
açılarından) farklı şekillerde değerlendirilebilir.
Bunun dışında sıradan insanların (ki, insanların çok
büyük bir çoğunluğu) düzeylerine göre geleceği, %15-25
gibi çeşitli yollardan sezebilseler de uzay-zaman içinde
kayıtlı oldukları müddetçe büyük ölçüde gelecek yine
bilinmezliğini koruyacaktır, bu dünya hayatı içinde.
Yine zamansızlık boyutunda gerçekleştiği içindir ki,
Rahman’ın Kuran’ı önce Ruha talim etmesi yani, yüklemesi
ya da Resulullah’ın bu Ruhtaki tüm bilgileri Okuması
yani, Kuran’ın bir defada O’na nazil olması denilen,
Kuran’ın (Bilgilerin) O’nun bilincinde açığa çıkışı da
bir “an” da olmuş, ama zahir oluşu ise, belli bir zaman
sürecindeki çeşitli olaylarla meydana gelmiştir.
Kenan Keskin
(Kaynakça: Sistemin Seslenişi II, Tekin Seyri, Kendini
Tanı, İnsan Ve Sırları II, Allah, İnsan Ve Din, Yenilen
– Ahmed Hulusi) |