Din-Bilim Soru ve Cevapları

14. Bölüm

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

* Yeryüzü bir ateş Topu İken Yaratılan Işınsal Varlıklar, Nasıl Oluyor da Güneşin İkiz Boyutundaki Yapısında (Cehennemde) Azap Duyabileceklerdir?.

Cehennemle ilgili hadislerde, güneş kelimesinin bizatihi kullanıldığını göz önüne alarak, “dünya, cehennemden (yani, güneşten) bir parçadır” hadisini incelediğimizde, parçanın, bütüne kıyasla daha az etkisinin olduğu belirtilerek, gerçekten de dünyanın merkezinin (magmanın) altı bin altı yüz santigrad derecelik sıcaklığının, güneşin içindeki milyonlarca santigrad derecenin yanında bir hiç olduğu ifade edilmektedir, bin dört yüz küsur yıl önce (1). O dönemde güneşin ne olduğu, ne şekilde bir ısıya sahip olduğunun bilinemeyeceğini, sanırım söylememe gerek yok. Ayrıca hadiste, dünyanın güneşten meydana geldiği açıkça bir kez daha dile getirilerek asırlar öncesinden ortaya konan bu mucizeyi daha da pekiştirmektedir, düşünen beyinler için. Bugün orta boy olarak kabul edilen yıldızımızdan da yüzlerce, binlerce kat daha büyük yıldızlar mevcut olup onlardaki sıcaklıklar ise milyar derece düzeyindedir. Bu yüzden, moleküler bileşimi olan bizlere göre dünya üzerinde ve altındaki sıcaklıklar, çok yüksek olsa da, bu durum güneşe nispetle çok, çok düşük sıcaklıkta olup dünyanın oluşum safhasında, henüz çok sıcak iken yaratılan ve o ortama adapte olan, o sıcaklıklardan etkilenmeyen ışınsal varlıkların, dolayısıyla aynı boyutta yer alması nedeniyle insan ruhlarının, dünyanın merkezinden çok çok daha yüksek dereceli sıcaklığa sahip güneşin içinde yani yüksek frekanslı ve yoğunluklu (şiddetli) ısı dalgaları ve hatta bunun yanında çok daha yüksek frekans ve şiddetli (yoğunluklu) elektromanyetik ya da foton taneciklerinin bulunduğu ortamda, bu dalgalarca manyetik bedenlerinin ezilip-büzülmesi, deforme edilmesi, yıpratılması sonucu o boyutça fiziksel bir azaba uğrayacaklardır. Nasıl ki bu boyutta çeşitli darbeler ya da ısı (fotonlar)...ile deride, organlarda, onları meydana getiren hücrelerdeki molekülleri bir arada tutan bağların kopmasıyla veya moleküllerin farklı bağlar kurmasıyla oluşan deformasyon, kesikler, parçalanmalar, yanmalar veya bozuk faaliyetler göstermeleri, beyinde azap olarak algılanıyorsa ve bu da ruha yüklenmesi dolayısıyla sonraki aşamalarda fiziksel yönlü oluşacak azapları doğuruyorsa, aynı şekilde o ışınsal boyutun kendi yapı taşlarından oluşan ruh beden, dolayısıyla ışınsal varlıklar da, bulunacağı cehennem ortamında bu ışınsal bedenin deformasyonlarını, acı olarak hissedecektir, o ruh bedendeki bilinç tarafından. İnsan ya da cin fark etmez bir birim, maddeye dönük kayıtlılıkları nedeniyle şuursal arınmayı gerçekleştirememesi dolayısıyla, cehennem ortamında manevi azapları da yaşayacaktır.

Bu yüzden, o ortam radyasyon şiddetinin (yoğunluğunun) çok fazla oluşu, içine giren gerek insan gerekse de ışınsal varlıkların bedenleri yanında, bedenlerindeki bilinçlerini de, öyle allak bullak edecektir ki, bir birimin ruh bedeninde Hakikâtin bilgisi kayıtlı olsa bile, tıpkı dünya hayatında sahip olduğu varlığın Tekliği konusundaki bilgilere rağmen, bir dişçi koltuğunda dişi oyulurken tüm bu bilgileri ortaya çıkartamaması, varlığın tekliğini düşünemez halde oluşu gibi, bu Hakikât bilgilerini fark edip o ortamda kullanamayacaktır. Ancak, Eflatun gibi cehennem ortamında olmasına karşın dünya yaşamında belli noktaları, arınmaları geçmiş, belli Hakikâtlere vakıf olmuş fakat, taktiri İlahi olarak şaki olmalarından ötürü o boyutta yer alan çok az sayıdaki birimin durumu ise, bunlardan tamamen farklı olarak o ortamdan hiçbir şekilde etkilenmeyip genel kaideyi bozmaz ki bu da işin bir başka yönüdür. Onlar Allah’ın o boyuttaki gözleri, seyir aracı olup hatta görevleri gereği belli işlevleri de oluştururlar. Burada önemli bir husus da mahşer, cehennem boyutlarında etkilenmelerin, güneşin bildiğimiz (gaz) yapısındaki görünen ve görünmeyen radyasyonuyla ilgili kısımlarından olduğu gibi, gerçekte olay, güneşin ikiz yapısındaki radyasyonuyla ilgilidir. O radyasyon, bizler için görünmeyen, ölçümlenemeyen scala içindedir. Cehennemin gerçek boyutu bu ikiz yapısı, Nar boyutu itibariyledir. Zaten Nar enerjisi de görülmez. Tamamıyla madde yapısı yok olsa da bu yapısının varlığı sonsuza dek devam edecektir, içindekilerle birlikte. Sonsuz denecek bir süre sonra azapları bitmiş olsa da, cehennemin içinden çıkışları asla söz konusu değildir.

* İbadet Adı Altındaki Tüm Çalışmaların Tanrısal Bir Sisteme Dayanmamasının Nedenini Açıklayabilir misiniz?.

Yaşamımız ve tüm hareketlerimiz enerjiye bağlıdır. Boyutumuzda işleyen bu enerji kendisini, kimyasal, ısı, termonükleer, mekâniksel enerji biçimlerinde göstermektedir. Sadece yaşamımız değil, tüm varlığımızın, tüm her varlığın kaynağı, asıl yapısı, enerjidir. Bu yüzden evrenin gerçek yapısı, belli bir bilince sahip olarak her boyutta, farklı yapı ve işlevler şeklinde ortaya çıkan bölünmesi parçalanması söz konusu olmayan Tekil Enerjidir. Hangi boyutta olursa olsun enerjisel yapı dışında Allah’ın Salt manalarının zuhuru olan bir yapı yoktur. Tanrı ise bu sistemin ne içinde, ne dışında ne de özünde hiçbir zaman var olmadı, olması da, bu Şuurlu Enerjinin her boyutta Tekil bir yapıyla açığa çıkması dolayısıyla zaten mümkün değildir. Geçmişte evliyanın beş duyu ötesi algılamalarıyla idrak ettiği bu olay, günümüzdeki çağdaş bilimsel verilerle artık ispatlanmış durumdadır. Bu nedenle, bir önceki yazımızda da değindiğimiz üzere, putperestliğin her dönemde güncelleştirilmiş bir başka formu olan, insanın ilim ve anlayış biçimi geliştikçe onun da formatı değişen ötedeki, ötemizdeki sevgili tanrımızın gönlünü hoş etmek için, onun isteği üzerine yapılan ve hiçbir sistem içermeyen, sistemde yeri olmayan ritüeller, anma etkinlikleri değildir, ibadetler. Enerji ve Bilincin dışında hiçbir şeyin mevcut olmadığı evren ve tüm boyutlarında, ibadetlerin, bu yönlü hareketlerin ya da din adı altındaki tüm çalışmaların hem enerjisel, hem de şuursal planda bir karşılığı bulunmaktadır. Bu sebeple her boyutta, her boyutun tüm katmanlarında farklı biçimlerde açığa çıkan ve bilinçli işlevler gerçekleştiren enerji- bilgi yapı dışında hiçbir şeyin var olmaması dolayısıyla, hem bulunduğumuz boyuta, hem bunların otomatik sonuçlarının yaşanacağı ölüm ötesi boyuta hem de şuursal plana dönük olan din adı altındaki tüm çalışmalar hep, bir enerji alış verişine, enerji dönüşümlerine ve bu enerjinin taşıdığı bilgiye dayanmaktadır. Dolayısıyla din dediğimiz şey, bu bilinçli enerji yapı ve onun çeşitli boyut ve katmanlarındaki davranış biçimleri diyebileceğimiz sistem ve düzenin adıdır.Bu çalışmalar, bu evrensel sistem ve düzen içindeki, sistem ve düzenle ilgili çalışmalardır. Namaz, oruç, hac, zikir, zekat...vb çalışma ve eylemler, hem bireysel ruha enerji takviyesi yapmak, hem beynin devrede olmayan hücresel faaliyetlerini devreye sokarak kapasitesini artırmak ve haliyle, açılan bu kapasiteyi geniş perspektifli ilimsel verilerle doldurmak suretiyle bu veriler arası doğru bağlantıları güçlü bir biçimde kurmak için potansiyel olarak onu hazır hale getirmek ve sonuçta elde edilen ilmi, yüksek değerlendirme dediğimiz bu tefekkürle, bu çalışmaların şuursal plana karşılık gelen yönlerini, hakikâtin özelliklerini keşfetmeyi ya da başka bir tabirle Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı, Allah’ın boyasıyla boyanmayı sağlamaktadır. Böylece birim, Allah’a yakin elde ederek onu kapasitesince anlamaya, somut olarak hissedip yaşamaya başlar.

Oysa farklı sitemlerde yer alan ya da bu sistem ile farklı sistemlerin de ötesinde yer alan bir tanrının, değil yanına yaklaşmak onun hakkında bilgi sahibi bile olunamaz. Görünmez bir perde arkasında bilinmezliğini hep korur. Artık siz onu, kendi kafa yapınıza göre her şekilde düşünebilirsiniz. Böylece herkesin kendi yetişme tarzı, ilim ve kültürüne göre ya da başka bir tabirle, şartlanma değer yargıları ve duygularına göre subjektif bir tanrısı oluşmaktadır. Bu yüzden tanrı olarak veya tanrıda hayal ettiğimiz, gördüğümüz tüm her şey, sadece kendi özelliklerimizdir, “hayalini ve hevasını ilah edineni gördün mü?” ayeti hükmünce. Nasıl ki birimlerin ortak ve farklı özellikleri varsa, hayallerinde yarattıkları tanrılarının da ortak yönleri ve genellikle de farklı yönleri olmakta, birinin tanrı anlayışı bir diğerini tutmamaktadır. Böylece de tanrıları adına (ki bu da farklı şekil ve seviyelerde açığa çıkabilmektedir) sevmekte, acımakta, merhamet etmekte, yardım etmekte ya da onun adına, birbirlerinin tanrılarını suçlayıp kâfirlikle itham edip din dışı görerek birbirlerini öldürmeye, katletmeye kadar gitmektedir, tarihte dünyanın her bir köşesinde olduğu gibi. Ya da tabanda uzlaşmayı sağlayıp herhangi bir kavganın, çatışmanın önüne geçmek için de tanrıları arasındaki farklılığı bir tarafa bırakıp ortak noktaları ön plana çıkartarak, tanrılar arası diyalogu aramaya çalışmaktadırlar. Ne adına? Olmayan, olması da imkansız bir tanrı adına. Apaçık ortada olan Allah’ı müşahede etmeye çalışan ise maalesef yok. Oysa bu sorunu tamamıyla kökünden çözmek, insana bağlı olarak düşünen, insanlar öyle düşündüğü için öyle hareket edeceği hatta, hareket etmesi ise neredeyse zorunlu olan tanrılarının uzlaşacağını vehmetmek ve bundan dolayı da bu tanrıların, kendileri için olumlu şeyler oluşturacağını ummakla değil, çağdaş bilimlerin de gösterdiği üzere tüm varlıkta olduğu gibi, Hakikâtlerinin aynı olduğuna, her bir boyutta da bu Tek Varlık ve O’nun Tek Bir Sistemi, Düzeni olduğuna, bunun da İslam (Müslümanlık değil) adı altında tüm Resul ve Nebilerce dillendirildiğine önce iman edip sonra da bu yolda hareket etmeleriyle mümkün olabilir. Herkesin, kendi gibi düşünen, kendi istek ve arzularına göre hareket eden ya da kendilerini yönlendiren, bu şekilde hükmedilmesini bekleyen ve bu olunca da, birimin boyutsal derinliği olan Allah’ın, özünden gelen bir biçimde bilincinde açığa çıkarttığını düşünmek yerine, bunu, tamamıyla tanrıya bağlarken, sistemin gerçekleriyle uyuşmayan, arzularına ters gelen şeyleri görünce de onun için yaptığı ibadetleri, hayırları, iyi düşünce ve eylemleri düşünüp onu suçlar hale gelmektedirler, kimi zaman dille, kimi zamansa hal ile. Kuran ve Resulullah açıklamalarında, Zat’ında tüm kavramların düştüğü, tamamen geçersiz olduğu için, ancak tefekkürü olamayacağının idraki söz konusu olan Allah’ın, ne olduğu, özelliklerinin ve bu özelliklerinin işaret ettiği vasıflarının neler olduğu ve bu özellik ve vasıflarının varlık ve sistem adı altında ne şekilde açığa çıkmakta olduğunu kimi yerde açıkça, kimi yerde sembol ve mecazlarla, kimi yerde de çeşitli olaylar, hikâyeler şekilde anlatmasına rağmen, Allah’ı bir Tanrı olarak düşünüp onu tamamıyla bir sis perdesi ardındaki her şeyin ötesine, bilinmezliğe itmekte, tüm dinsel kavramları bu açıdan değerlendirmekte ve haliyle, daha işin başında hata etmektedirler. Sonrasında ise, evrenin ve dünyanın gerçeklerinden tamamen kopuk, alakasız, ilgisiz, çelişkili düşünce ve eylemlerle birlikte kaos gelmekte. Allah’ın ne olup ne olmadığı hakkında en ufak bir tefekküre bile girmeyip O’nu ikinci bir varlık yani, tanrı olarak kabul edip tanrıyı da kendi gibi düşündükleri için de, yaptıklarını affedecek, yapmadıklarını yapmış kabul edeceğini vehmedip birim için hayati önem taşıyan gerekli çalışmalardan ya geri kalmakta ya da hiç yapmama yoluna gitmektedirler. Sonuçta şöyle bir beyin jimnastiği yaptığımızda, kafamızdaki tanrı inancının, yerde veya gökteki görünemeyen bir mekânda ya da böyle görünmeyen herhangi bir mekânda yer alıp da burada sembolleştirilmiş suretlerdeki bir tanrı anlayışı ve onun için düşünülüp yapılanlar arasında ne fark vardır acaba?.

Nasıl ki, sonsuz-sınırsız bir gücü olduğu kabul edilen bir puttan insana ulaşan bir şey yoksa, görünmeyen biçimde ister belli bir şekli olsun ister tüm şekillerden, kavramlardan beri olsun fark etmez, bir tanrıdan da insana ulaşan hiçbir şey yoktur, olamaz da. Başka bir deyişle, beş duyuya dayalı algılanan evren anlayışına göre var olan bir tanrıdan, gürünsün ya da görünmesin, mekânsal bir sistemle insana ulaşan herhangi bir şey asla mümkün değildir. Çünkü böyle bir düşünce, onun da mekânsallık içinde var olduğu anlamına gelir ki, bu da tanrının, zaman ve mekândan münezzeh oluşuyla çelişir. Biraz daha sorgulamaya devam edersek eğer tanrıyı, uzay-zaman dışında bir boyuttan, zaman ve mekânı yarattığını düşünürsek, yine bu, onu bir mekâna bağlı olarak parçalama, ona yine bir sınır koyma anlamına geldiğinden böyle bir şey de düşünülemez. Bir başka açıdan, zamansızlık ve mekânsızlık boyutu, zaman ve mekânın her bir noktasında bizatihi mevcut olduğundan daha doğrusu, o nokta olduğundan zaman ve mekânın, zamansız ve mekânsızlıktan ayrı bir yapısı asla mümkün olamayacağından yine bu tarzdaki tanrısal bir düşünce, kesinlikle ortaya konamaz, eğer söyleniyorsa bu tamamıyla yanlıştır. Tanrıdan bize ve varlıklara farklı boyutlardan, alt boyutlardan bir şeyler ulaşıyor diyorsak, o zaman da kuantum fiziği devreye girer ki, bu boyuta göre de varlığın Tekliği dolayısıyla, zaten tanrı kavramı düşmektedir. Kısacası, evrenin hiçbir katmanında ya da özünde, iç, dış, ayrı, (parçasal anlamda) öte, ötesi diye bir şey, bir kavram olmadığından, olamayacağından evrenin hiçbir mekânında, boyutlarında ya da Özünde tanrı ve sistemine hiçbir şekilde yer yoktur. Sonuç olarak, her zaman belirttiğimiz gibi, Kuran ve Resulullah tarafından önerilen tüm çalışmalar, tamamıyla bu sistem ve düzen içinde yapılması gereken zorunlu çalışmalardır. Nasıl ki, kış geldiğinde o şartlara karşı üstümüzü sıkıca giyinip yaz gelince de bu sefer sıcaklığın acı ve ızdırabını çekmemek için o mevsime uygun t-shörtler, şortlar... giyiyorsak ve bunu da ötedeki bir tanrı için yapmıyorsak, aynı şekilde iman ettiğini söyleyip de evrensel düzen ve plana dayanan çalışmaları yeterince ya da hiç dikkâte almaması, birimi hem bu boyutta hem de ölüm ötesi boyut aşamalarında çok zor durumda bırakarak çok uzun süre alan süreçlerde ve bundan sonraki sonsuza dek sürecek boyutta, acıyı, sıkıntıyı, ızdırabı yaşamasına neden olacaktır, kendi elleriyle yaptıklarının sonucu olarak. Bunların şuursal yönlerinden, dolayısıyla Hakikâti olan Allah’tan perdeli olmasından ötürü çekecekleri ise cabası olacaktır. Bir birim said yani, cennetlik olsa dahi, eksiklikleri yüzünden, cehennem boyutunda sınırlı ama uzunca bir süre, maddi ve manevi olarak çeşitli düzeylerde azap ve sıkıntıları tadacaktır.

İbadetlerin enerjisel yönünün olmasıyla ilgili bir örnek verirsek, bildiğimiz gibi tıpkı bir elektrik ağı gibi dünyayı saran ve toprak yüzeyi ve hemen altından akan (ve hatta dikine olarak merkeze doğruda uzanan) bir elektrik akım şebekesi vardır. Bu akımlar kimi yerde düğümler oluşturup daha güçlü akımların oluşmasını, kimi yerde ise çeşitli nedenlerden ötürü bağlantı zayıflığı dolayısıyla çok zayıf ve düzensiz akımların oluşmasını sağlamakta, buradaki elektrik akımın davranış biçimi dolayısıyla da dışarıya elektromanyetik dalgalar yayınlanmaktadır. Bölgeden bölgeye bu dalgaların frekansları değiştiği gibi, aynı şekilde dalgaların yoğunluğu (şiddeti, gücü) de değişiklik göstermekte, bu dalgaların sahip olduğu anlamların (manaların) insan, canlı ve cansız nesneler üzerinde oluşturduğu olumlu, olumsuz etkiler dolayısıyla da pozitif ve negatif hatlar olarak adlandırılmaktadır. Bu adlandırma tamamıyla bu enerjinin oluşturduğu olumlu ya da olumsuz etkiler dolayısıyla insana göre olmaktadır. Yoksa dalgalar açısından enerji, enerjidir. Pozitif enerjinin olduğu yerde huzur, bereket, üretim, üretkenlik, verim yüksek iken, negatif hatların bulunduğu yerlerde ise, beyinde parazitlenme, beyinsel işleyişlerde blokajlar, dolayısıyla huzursuzluk, bereketsizlik, üretimsizlik...vs. bariz bir biçimde kendisini gösterir. Bu pozitiflik ve negatiflik durumu algılayana göre tanımlandığından bir başka açıdan, pozitif enerji içinde de insandan kaynaklanan bir biçimde pozitif (ulvi) ve negatif (süfli) oluşumların olduğu bölge ayrımı da yapılabilir ki, bu da işin başka yönüdür. Bu hatların başında, hem en yüksek frekans hem de bu yüksek frekansların çokluğu (yoğunluğu, şiddeti) yönünden Mekke şehrindeki Kâbe gelirken buna kıyasla daha düşük frekanslı ama şiddet (yoğunluğu) yönünden yine fazla olan bir diğer şehir de Medine’dir. İşte zemzem suyunun diğer sulardan ayırıcı özelliği, bu suyun o bölgede oluşu, o bölgeden açığa çıkmasıyla ilgili olmasıdır. Bu elektrik akımı tarafından iyonize edilen su, vücutta hücresel canlılığı, yenilenmeyi ve biyoelektrik faaliyetlerini artırarak hem dıştan gelen enerjinin alınıp değerlendirilmesini hem de daha güçlü olarak dışarıya yayın yapmasını temin etmektedir. O ortam radyasyonunun hem yüksek frekanslı olması hem de bu frekansların çokluğu dolayısıyla, o bölgenin çok enerjitik olması ve zemzem gibi bir suyun burada bulunması, beyin ve bedenleri de o oranda etkilemeleri nedeniyle hasta olanlar kendine gelmekte, bazı hastalar hastalıklarına şifa bulmakta, kendilerini daha iyi, dirençli ve enerjitik hissetmekte, aynı durum normal insanlarda da görünüp yorgunluk, halsizlik duymamaktadırlar.

Basınımıza da yansıyan, Avrupa ve Amerika’da laboratuarlarda elde edilen bilimsel verilere göre bu suyun tespit edilen bazı özelliklerine gelince, öncelikle daha az kükürt içermekte, normal suya kıyasla çok daha fazla ama dengeli mineral içermektedir. Bildiğimiz gibi mineral değerinin çok farklı oluşu vücutta zararlar meydana getirmektedir. Ayrıca, dünyadaki içinde mikroorganizma ve bakteri bulunmayan tek sudur zemzem. Dünya sağlık örgütüne (WHO) göre de dünyanın en sağlıklı ve içilebilir sularının başında gelmektedir. Bununla birlikte, bu ihtiva ettiği kaliteli ve besleyici mineral ve enerjinin vücuttaki güçlü etkisiyle, susuzluğunu gidermek isteyenin susuzluğunu, açlığını gidermek isteyenin de açlığını gidermektedir. “Zemzemi, belalardan korunmak niyeti ile içeni Allah korur” hadisi hükmünce zemzemin, belalardan korunmak niyetiyle içildiği taktirde Allah’ın koruması ise zaten bu niyetle içilen suyun beyni normalden fazla çalıştırması ve beynin özden gelen bir biçimde sistemle olan bağlantısı sonucu ilgili yönde koruma talebinin sistem tarafından çok daha güçlü bir biçimde oluşturulmasıdır. Bu konuyu Enerji Alanları Ve Biz 4’ ten 9’a kadarki bölümlerinde değinmiştik. Çok ilginçtir ki zemzem suyunun şu anki teknolojiyle bile kaynağı bulunamıyor. Dünyanın en kurak yerlerinden birinde ve denizden de 80 km uzakta yer almaktadır. Çok yakınlarında da, başka hiç kuyu yok. Uzağındaki en yakın kuyularda ise mineral ve tuzluluk oranı çok fazladır. Normal şartlarda bu kuyunun da diğer kuyulardaki özellikleri göstermesi ve tamamen kuruması ya da suyunun çok az olması gerekirken bunun aksine 1,5 m çapındaki bu kuyudan sadece bir hac döneminde bir buçuk milyon metre küpten fazla su çıkmakta ve bu da hiç eksilmemektedir. Zaman içinde debisi ve mineral oranı azalmış olsa da binlerce yıldır kesintisiz su vermeyi sürdürmüş, nüfus kat be kat artmasına karşın kesintisiz su vermeye de hâlâ devam etmektedir. Elbette bu su, başka boyutlardan gelmemekte yeryüzü içinden gelmektedir. Ama bu sıra dışı özelliği, maddenin aslının, bilinçli enerji, bu şuurlu enerji yapının da melek olması nedeniyle bu türden olağanüstü oluşumların melekler tarafından oluşturulması da gayet doğaldır.

Namaz kılarken Kâbe’ye yönelinmesi, ölülerin Kâbe’ye dönük gömülmesi, Resulullah’ın inzivaya çekilerek varlık ve Hakikâti üzerine giriştiği derin tefekkürü gerçekleştirdiği ve bunun sonucunda Cebrail (a.s)’ dan ilk Vahyi aldığı yer olan Hira Dağı’nın Kâbe’ye bakması da yeryüzünün en güçlü enerji merkezi olan Kâbe’ den enerji temin edilmesiyle ilgilidir. Keza, zemzem suyunun Kâbe’ye dönük olarak içilmesi ve bu esnada dua okunmasının sebebi de yine bu esasa dayanmaktadır (okumanın ve olumlu düşüncelerin ürettiği dalgaların su molekülleri üzerindeki etkilerine Din-Bilim (6) yazımızda değinmiştik). Tüm Resul ve Nebiler, astrolojik (ya da meleki) tesirlerle birlikte, Kâbe’nin bu güçlü enerjisinden de faydalanmışlardır. Bu enerji yapısı sebebiyledir ki, Hz İbrahim (a.s) da Kâbe’yi rastgele bir yere değil, potansiyel olarak mevcut bu gücü, kudreti, vahiy yollu tespit etmesi sonucu orada inşa etmiştir. Bazı sufli durum ve hallerde, Kâbe’ye tarif edildiği şekilde dönülmemesinin nedeni de bir yönüyle, beynin çok daha fazla parazitlenip negatif enerjiyi ruha yüklememesi içindir.

(1) Bu konuyu, Güneşin Siyah (Kara) Cüceye Dönüşümü Ve Kıyamet II adlı makalemizde detaylarıyla değinmiştik.

(Kaynakça: İnsan Ve sırları I, II, Evrensel Sırlar, Allah, Hz Muhammed(sav) Neyi Okudu, Kendini Tanı, Tekin Seyri – Ahmed Hulusi / Eflatun Ve Kader (tasavvuf), Kim Bir Cüce Tekmelemek İster (yaşam)- Ahmed Fevzi Yüksel / İnternet Haber – 17 Eylül 2007).

 

 
 
İstanbul -18.12.2007
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com