*
Yeryüzü bir ateş Topu İken Yaratılan Işınsal Varlıklar,
Nasıl Oluyor da Güneşin İkiz Boyutundaki Yapısında
(Cehennemde) Azap Duyabileceklerdir?.
Cehennemle ilgili hadislerde, güneş kelimesinin bizatihi
kullanıldığını göz önüne alarak,
“dünya, cehennemden (yani, güneşten) bir parçadır”
hadisini incelediğimizde, parçanın, bütüne kıyasla daha
az etkisinin olduğu belirtilerek, gerçekten de dünyanın
merkezinin (magmanın) altı bin altı yüz santigrad
derecelik sıcaklığının, güneşin içindeki milyonlarca
santigrad derecenin yanında bir hiç olduğu ifade
edilmektedir, bin dört yüz küsur yıl önce (1). O
dönemde güneşin ne olduğu, ne şekilde bir ısıya sahip
olduğunun bilinemeyeceğini, sanırım söylememe gerek yok.
Ayrıca hadiste, dünyanın güneşten meydana geldiği açıkça
bir kez daha dile getirilerek asırlar öncesinden ortaya
konan bu mucizeyi daha da pekiştirmektedir, düşünen
beyinler için. Bugün orta boy olarak kabul edilen
yıldızımızdan da yüzlerce, binlerce kat daha büyük
yıldızlar mevcut olup onlardaki sıcaklıklar ise milyar
derece düzeyindedir. Bu yüzden, moleküler bileşimi olan
bizlere göre dünya üzerinde ve altındaki sıcaklıklar,
çok yüksek olsa da, bu durum güneşe nispetle çok, çok
düşük sıcaklıkta olup dünyanın oluşum safhasında, henüz
çok sıcak iken yaratılan ve o ortama adapte olan, o
sıcaklıklardan etkilenmeyen ışınsal varlıkların,
dolayısıyla aynı boyutta yer alması nedeniyle insan
ruhlarının, dünyanın merkezinden çok çok daha yüksek
dereceli sıcaklığa sahip güneşin içinde yani yüksek
frekanslı ve yoğunluklu (şiddetli) ısı dalgaları ve
hatta bunun yanında çok daha yüksek frekans ve şiddetli
(yoğunluklu) elektromanyetik ya da foton taneciklerinin
bulunduğu ortamda, bu dalgalarca manyetik bedenlerinin
ezilip-büzülmesi, deforme edilmesi, yıpratılması sonucu
o boyutça fiziksel bir azaba uğrayacaklardır. Nasıl ki
bu boyutta çeşitli darbeler ya da ısı (fotonlar)...ile
deride, organlarda, onları meydana getiren hücrelerdeki
molekülleri bir arada tutan bağların kopmasıyla veya
moleküllerin farklı bağlar kurmasıyla oluşan
deformasyon, kesikler, parçalanmalar, yanmalar veya
bozuk faaliyetler göstermeleri, beyinde azap olarak
algılanıyorsa ve bu da ruha yüklenmesi dolayısıyla
sonraki aşamalarda fiziksel yönlü oluşacak azapları
doğuruyorsa, aynı şekilde o ışınsal boyutun kendi yapı
taşlarından oluşan ruh beden, dolayısıyla ışınsal
varlıklar da, bulunacağı cehennem ortamında bu ışınsal
bedenin deformasyonlarını, acı olarak hissedecektir, o
ruh bedendeki bilinç tarafından. İnsan ya da cin
fark etmez bir birim, maddeye dönük
kayıtlılıkları nedeniyle şuursal arınmayı
gerçekleştirememesi dolayısıyla, cehennem ortamında
manevi azapları da yaşayacaktır.
Bu yüzden, o ortam radyasyon şiddetinin (yoğunluğunun)
çok fazla oluşu, içine giren gerek insan gerekse de
ışınsal varlıkların bedenleri yanında, bedenlerindeki
bilinçlerini de, öyle allak bullak edecektir ki, bir
birimin ruh bedeninde Hakikâtin bilgisi kayıtlı olsa
bile, tıpkı dünya hayatında sahip olduğu varlığın
Tekliği konusundaki bilgilere rağmen, bir dişçi
koltuğunda dişi oyulurken tüm bu bilgileri ortaya
çıkartamaması, varlığın tekliğini düşünemez halde oluşu
gibi, bu Hakikât bilgilerini fark edip o ortamda
kullanamayacaktır. Ancak, Eflatun gibi cehennem
ortamında olmasına karşın dünya yaşamında belli
noktaları, arınmaları geçmiş, belli Hakikâtlere vakıf
olmuş fakat, taktiri İlahi olarak şaki olmalarından
ötürü o boyutta yer alan çok az sayıdaki birimin durumu
ise, bunlardan tamamen farklı olarak o ortamdan hiçbir
şekilde etkilenmeyip genel kaideyi bozmaz ki bu da işin
bir başka yönüdür. Onlar Allah’ın o boyuttaki gözleri,
seyir aracı olup hatta görevleri gereği belli işlevleri
de oluştururlar. Burada önemli bir husus da mahşer,
cehennem boyutlarında etkilenmelerin, güneşin bildiğimiz
(gaz) yapısındaki görünen ve görünmeyen radyasyonuyla
ilgili kısımlarından olduğu gibi, gerçekte olay, güneşin
ikiz yapısındaki radyasyonuyla ilgilidir. O radyasyon,
bizler için görünmeyen, ölçümlenemeyen scala içindedir.
Cehennemin gerçek boyutu bu ikiz yapısı, Nar boyutu
itibariyledir. Zaten Nar enerjisi de görülmez. Tamamıyla
madde yapısı yok olsa da bu yapısının varlığı sonsuza
dek devam edecektir, içindekilerle birlikte. Sonsuz
denecek bir süre sonra azapları bitmiş olsa da,
cehennemin içinden çıkışları asla söz konusu değildir.
* İbadet Adı Altındaki Tüm Çalışmaların Tanrısal Bir
Sisteme Dayanmamasının Nedenini Açıklayabilir misiniz?.
Yaşamımız ve tüm hareketlerimiz enerjiye bağlıdır.
Boyutumuzda işleyen bu enerji kendisini, kimyasal, ısı,
termonükleer, mekâniksel enerji biçimlerinde
göstermektedir. Sadece yaşamımız değil, tüm
varlığımızın, tüm her varlığın kaynağı, asıl yapısı,
enerjidir. Bu yüzden evrenin gerçek yapısı, belli bir
bilince sahip olarak her boyutta, farklı yapı ve
işlevler şeklinde ortaya çıkan bölünmesi parçalanması
söz konusu olmayan Tekil Enerjidir. Hangi boyutta olursa
olsun enerjisel yapı dışında Allah’ın Salt manalarının
zuhuru olan bir yapı yoktur. Tanrı ise bu sistemin ne
içinde, ne dışında ne de özünde hiçbir zaman var olmadı,
olması da, bu Şuurlu Enerjinin her boyutta Tekil bir
yapıyla açığa çıkması dolayısıyla zaten mümkün değildir.
Geçmişte evliyanın beş duyu ötesi algılamalarıyla idrak
ettiği bu olay, günümüzdeki çağdaş bilimsel verilerle
artık ispatlanmış durumdadır. Bu nedenle, bir önceki
yazımızda da değindiğimiz üzere, putperestliğin her
dönemde güncelleştirilmiş bir başka formu olan, insanın
ilim ve anlayış biçimi geliştikçe onun da formatı
değişen ötedeki, ötemizdeki sevgili tanrımızın gönlünü
hoş etmek için, onun isteği üzerine yapılan ve hiçbir
sistem içermeyen, sistemde yeri olmayan ritüeller, anma
etkinlikleri değildir, ibadetler. Enerji ve Bilincin
dışında hiçbir şeyin mevcut olmadığı evren ve tüm
boyutlarında, ibadetlerin, bu yönlü hareketlerin ya da
din adı altındaki tüm çalışmaların hem enerjisel, hem de
şuursal planda bir karşılığı bulunmaktadır. Bu sebeple
her boyutta, her boyutun tüm katmanlarında farklı
biçimlerde açığa çıkan ve bilinçli işlevler
gerçekleştiren enerji- bilgi yapı dışında hiçbir şeyin
var olmaması dolayısıyla, hem bulunduğumuz boyuta, hem
bunların otomatik sonuçlarının yaşanacağı ölüm ötesi
boyuta hem de şuursal plana dönük olan din adı altındaki
tüm çalışmalar hep, bir enerji alış verişine, enerji
dönüşümlerine ve bu enerjinin taşıdığı bilgiye
dayanmaktadır. Dolayısıyla din dediğimiz şey, bu
bilinçli enerji yapı ve onun çeşitli boyut ve
katmanlarındaki davranış biçimleri diyebileceğimiz
sistem ve düzenin adıdır.Bu çalışmalar, bu evrensel
sistem ve düzen içindeki, sistem ve düzenle ilgili
çalışmalardır. Namaz, oruç, hac, zikir, zekat...vb
çalışma ve eylemler, hem bireysel ruha enerji takviyesi
yapmak, hem beynin devrede olmayan hücresel
faaliyetlerini devreye sokarak kapasitesini artırmak ve
haliyle, açılan bu kapasiteyi geniş perspektifli ilimsel
verilerle doldurmak suretiyle bu veriler arası doğru
bağlantıları güçlü bir biçimde kurmak için potansiyel
olarak onu hazır hale getirmek ve sonuçta elde edilen
ilmi, yüksek değerlendirme dediğimiz bu tefekkürle, bu
çalışmaların şuursal plana karşılık gelen yönlerini,
hakikâtin özelliklerini keşfetmeyi ya da başka bir
tabirle Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı, Allah’ın
boyasıyla boyanmayı sağlamaktadır. Böylece birim,
Allah’a yakin elde ederek onu kapasitesince anlamaya,
somut olarak hissedip yaşamaya başlar.
Oysa farklı sitemlerde yer alan ya da bu sistem ile
farklı sistemlerin de ötesinde yer alan bir tanrının,
değil yanına yaklaşmak onun hakkında bilgi sahibi bile
olunamaz. Görünmez bir perde arkasında bilinmezliğini
hep korur. Artık siz onu, kendi kafa yapınıza göre her
şekilde düşünebilirsiniz. Böylece herkesin kendi yetişme
tarzı, ilim ve kültürüne göre ya da başka bir tabirle,
şartlanma değer yargıları ve duygularına göre subjektif
bir tanrısı oluşmaktadır. Bu yüzden tanrı olarak veya
tanrıda hayal ettiğimiz, gördüğümüz tüm her şey, sadece
kendi özelliklerimizdir, “hayalini ve hevasını ilah
edineni gördün mü?” ayeti hükmünce. Nasıl ki
birimlerin ortak ve farklı özellikleri varsa,
hayallerinde yarattıkları tanrılarının da ortak yönleri
ve genellikle de farklı yönleri olmakta, birinin tanrı
anlayışı bir diğerini tutmamaktadır. Böylece de
tanrıları adına (ki bu da farklı şekil ve seviyelerde
açığa çıkabilmektedir) sevmekte, acımakta, merhamet
etmekte, yardım etmekte ya da onun adına, birbirlerinin
tanrılarını suçlayıp kâfirlikle itham edip din dışı
görerek birbirlerini öldürmeye, katletmeye kadar
gitmektedir, tarihte dünyanın her bir köşesinde olduğu
gibi. Ya da tabanda uzlaşmayı sağlayıp herhangi bir
kavganın, çatışmanın önüne geçmek için de tanrıları
arasındaki farklılığı bir tarafa bırakıp ortak noktaları
ön plana çıkartarak, tanrılar arası diyalogu aramaya
çalışmaktadırlar. Ne adına? Olmayan, olması da imkansız
bir tanrı adına. Apaçık ortada olan Allah’ı müşahede
etmeye çalışan ise maalesef yok. Oysa bu sorunu
tamamıyla kökünden çözmek, insana bağlı olarak düşünen,
insanlar öyle düşündüğü için öyle hareket edeceği hatta,
hareket etmesi ise neredeyse zorunlu olan tanrılarının
uzlaşacağını vehmetmek ve bundan dolayı da bu
tanrıların, kendileri için olumlu şeyler oluşturacağını
ummakla değil, çağdaş bilimlerin de gösterdiği üzere tüm
varlıkta olduğu gibi, Hakikâtlerinin aynı olduğuna, her
bir boyutta da bu Tek Varlık ve O’nun Tek Bir Sistemi,
Düzeni olduğuna, bunun da İslam (Müslümanlık değil) adı
altında tüm Resul ve Nebilerce dillendirildiğine önce
iman edip sonra da bu yolda hareket etmeleriyle mümkün
olabilir. Herkesin, kendi gibi düşünen, kendi istek ve
arzularına göre hareket eden ya da kendilerini
yönlendiren, bu şekilde hükmedilmesini bekleyen ve bu
olunca da, birimin boyutsal derinliği olan Allah’ın,
özünden gelen bir biçimde bilincinde açığa çıkarttığını
düşünmek yerine, bunu, tamamıyla tanrıya bağlarken,
sistemin gerçekleriyle uyuşmayan, arzularına ters gelen
şeyleri görünce de onun için yaptığı ibadetleri,
hayırları, iyi düşünce ve eylemleri düşünüp onu suçlar
hale gelmektedirler, kimi zaman dille, kimi zamansa hal
ile. Kuran ve Resulullah açıklamalarında, Zat’ında tüm
kavramların düştüğü, tamamen geçersiz olduğu için, ancak
tefekkürü olamayacağının idraki söz konusu olan
Allah’ın, ne olduğu, özelliklerinin ve bu özelliklerinin
işaret ettiği vasıflarının neler olduğu ve bu özellik ve
vasıflarının varlık ve sistem adı altında ne şekilde
açığa çıkmakta olduğunu kimi yerde açıkça, kimi yerde
sembol ve mecazlarla, kimi yerde de çeşitli olaylar,
hikâyeler şekilde anlatmasına rağmen, Allah’ı bir Tanrı
olarak düşünüp onu tamamıyla bir sis perdesi ardındaki
her şeyin ötesine, bilinmezliğe itmekte, tüm dinsel
kavramları bu açıdan değerlendirmekte ve haliyle, daha
işin başında hata etmektedirler. Sonrasında ise, evrenin
ve dünyanın gerçeklerinden tamamen kopuk, alakasız,
ilgisiz, çelişkili düşünce ve eylemlerle birlikte kaos
gelmekte. Allah’ın ne olup ne olmadığı hakkında en ufak
bir tefekküre bile girmeyip O’nu ikinci bir varlık yani,
tanrı olarak kabul edip tanrıyı da kendi gibi
düşündükleri için de, yaptıklarını affedecek,
yapmadıklarını yapmış kabul edeceğini vehmedip birim
için hayati önem taşıyan gerekli çalışmalardan ya geri
kalmakta ya da hiç yapmama yoluna gitmektedirler.
Sonuçta şöyle bir beyin jimnastiği yaptığımızda,
kafamızdaki tanrı inancının, yerde veya gökteki
görünemeyen bir mekânda ya da böyle görünmeyen herhangi
bir mekânda yer alıp da burada sembolleştirilmiş
suretlerdeki bir tanrı anlayışı ve onun için düşünülüp
yapılanlar arasında ne fark vardır acaba?.
Nasıl ki, sonsuz-sınırsız bir gücü olduğu kabul edilen
bir puttan insana ulaşan bir şey yoksa, görünmeyen
biçimde ister belli bir şekli olsun ister tüm
şekillerden, kavramlardan beri olsun fark etmez, bir
tanrıdan da insana ulaşan hiçbir şey yoktur, olamaz da.
Başka bir deyişle, beş duyuya dayalı algılanan evren
anlayışına göre var olan bir tanrıdan, gürünsün ya da
görünmesin, mekânsal bir sistemle insana ulaşan herhangi
bir şey asla mümkün değildir. Çünkü böyle bir düşünce,
onun da mekânsallık içinde var olduğu anlamına gelir ki,
bu da tanrının, zaman ve mekândan münezzeh oluşuyla
çelişir. Biraz daha sorgulamaya devam edersek eğer
tanrıyı, uzay-zaman dışında bir boyuttan, zaman ve
mekânı yarattığını düşünürsek, yine bu, onu bir mekâna
bağlı olarak parçalama, ona yine bir sınır koyma
anlamına geldiğinden böyle bir şey de düşünülemez. Bir
başka açıdan, zamansızlık ve mekânsızlık boyutu, zaman
ve mekânın her bir noktasında bizatihi mevcut olduğundan
daha doğrusu, o nokta olduğundan zaman ve mekânın,
zamansız ve mekânsızlıktan ayrı bir yapısı asla mümkün
olamayacağından yine bu tarzdaki tanrısal bir düşünce,
kesinlikle ortaya konamaz, eğer söyleniyorsa bu
tamamıyla yanlıştır. Tanrıdan bize ve varlıklara farklı
boyutlardan, alt boyutlardan bir şeyler ulaşıyor
diyorsak, o zaman da kuantum fiziği devreye girer ki, bu
boyuta göre de varlığın Tekliği dolayısıyla, zaten tanrı
kavramı düşmektedir. Kısacası, evrenin hiçbir
katmanında ya da özünde, iç, dış, ayrı, (parçasal
anlamda) öte, ötesi diye bir şey, bir kavram
olmadığından, olamayacağından evrenin hiçbir mekânında,
boyutlarında ya da Özünde tanrı ve sistemine hiçbir
şekilde yer yoktur. Sonuç olarak, her zaman
belirttiğimiz gibi, Kuran ve Resulullah tarafından
önerilen tüm çalışmalar, tamamıyla bu sistem ve düzen
içinde yapılması gereken zorunlu çalışmalardır.
Nasıl ki, kış geldiğinde o şartlara karşı üstümüzü
sıkıca giyinip yaz gelince de bu sefer sıcaklığın acı ve
ızdırabını çekmemek için o mevsime uygun t-shörtler,
şortlar... giyiyorsak ve bunu da ötedeki bir tanrı için
yapmıyorsak, aynı şekilde iman ettiğini söyleyip de
evrensel düzen ve plana dayanan çalışmaları yeterince ya
da hiç dikkâte almaması, birimi hem bu boyutta hem de
ölüm ötesi boyut aşamalarında çok zor durumda bırakarak
çok uzun süre alan süreçlerde ve bundan sonraki sonsuza
dek sürecek boyutta, acıyı, sıkıntıyı, ızdırabı
yaşamasına neden olacaktır, kendi elleriyle
yaptıklarının sonucu olarak. Bunların şuursal
yönlerinden, dolayısıyla Hakikâti olan Allah’tan perdeli
olmasından ötürü çekecekleri ise cabası olacaktır. Bir
birim said yani, cennetlik olsa dahi, eksiklikleri
yüzünden, cehennem boyutunda sınırlı ama uzunca bir
süre, maddi ve manevi olarak çeşitli düzeylerde azap ve
sıkıntıları tadacaktır.
İbadetlerin enerjisel yönünün olmasıyla ilgili bir örnek
verirsek, bildiğimiz gibi tıpkı bir elektrik ağı gibi
dünyayı saran ve toprak yüzeyi ve hemen altından akan
(ve hatta dikine olarak merkeze doğruda uzanan) bir
elektrik akım şebekesi vardır. Bu akımlar kimi yerde
düğümler oluşturup daha güçlü akımların oluşmasını, kimi
yerde ise çeşitli nedenlerden ötürü bağlantı zayıflığı
dolayısıyla çok zayıf ve düzensiz akımların oluşmasını
sağlamakta, buradaki elektrik akımın davranış biçimi
dolayısıyla da dışarıya elektromanyetik dalgalar
yayınlanmaktadır. Bölgeden bölgeye bu dalgaların
frekansları değiştiği gibi, aynı şekilde dalgaların
yoğunluğu (şiddeti, gücü) de değişiklik göstermekte, bu
dalgaların sahip olduğu anlamların (manaların) insan,
canlı ve cansız nesneler üzerinde oluşturduğu olumlu,
olumsuz etkiler dolayısıyla da pozitif ve negatif hatlar
olarak adlandırılmaktadır. Bu adlandırma tamamıyla bu
enerjinin oluşturduğu olumlu ya da olumsuz etkiler
dolayısıyla insana göre olmaktadır. Yoksa dalgalar
açısından enerji, enerjidir. Pozitif enerjinin olduğu
yerde huzur, bereket, üretim, üretkenlik, verim yüksek
iken, negatif hatların bulunduğu yerlerde ise, beyinde
parazitlenme, beyinsel işleyişlerde blokajlar,
dolayısıyla huzursuzluk, bereketsizlik,
üretimsizlik...vs. bariz bir biçimde kendisini gösterir.
Bu pozitiflik ve negatiflik durumu algılayana göre
tanımlandığından bir başka açıdan, pozitif enerji içinde
de insandan kaynaklanan bir biçimde pozitif (ulvi) ve
negatif (süfli) oluşumların olduğu bölge ayrımı da
yapılabilir ki, bu da işin başka yönüdür. Bu hatların
başında, hem en yüksek frekans hem de bu yüksek
frekansların çokluğu (yoğunluğu, şiddeti) yönünden Mekke
şehrindeki Kâbe gelirken buna kıyasla daha düşük
frekanslı ama şiddet (yoğunluğu) yönünden yine fazla
olan bir diğer şehir de Medine’dir. İşte zemzem suyunun
diğer sulardan ayırıcı özelliği, bu suyun o bölgede
oluşu, o bölgeden açığa çıkmasıyla ilgili olmasıdır. Bu
elektrik akımı tarafından iyonize edilen su, vücutta
hücresel canlılığı, yenilenmeyi ve biyoelektrik
faaliyetlerini artırarak hem dıştan gelen enerjinin
alınıp değerlendirilmesini hem de daha güçlü olarak
dışarıya yayın yapmasını temin etmektedir. O ortam
radyasyonunun hem yüksek frekanslı olması hem de bu
frekansların çokluğu dolayısıyla, o bölgenin çok
enerjitik olması ve zemzem gibi bir suyun burada
bulunması, beyin ve bedenleri de o oranda etkilemeleri
nedeniyle hasta olanlar kendine gelmekte, bazı hastalar
hastalıklarına şifa bulmakta, kendilerini daha iyi,
dirençli ve enerjitik hissetmekte, aynı durum normal
insanlarda da görünüp yorgunluk, halsizlik
duymamaktadırlar.
Basınımıza da yansıyan, Avrupa ve Amerika’da
laboratuarlarda elde edilen bilimsel verilere göre bu
suyun tespit edilen bazı özelliklerine gelince,
öncelikle daha az kükürt içermekte, normal suya kıyasla
çok daha fazla ama dengeli mineral içermektedir.
Bildiğimiz gibi mineral değerinin çok farklı oluşu
vücutta zararlar meydana getirmektedir. Ayrıca,
dünyadaki içinde mikroorganizma ve bakteri bulunmayan
tek sudur zemzem. Dünya sağlık örgütüne (WHO) göre de
dünyanın en sağlıklı ve içilebilir sularının başında
gelmektedir. Bununla birlikte, bu ihtiva ettiği kaliteli
ve besleyici mineral ve enerjinin vücuttaki güçlü
etkisiyle, susuzluğunu gidermek isteyenin susuzluğunu,
açlığını gidermek isteyenin de açlığını gidermektedir.
“Zemzemi, belalardan korunmak niyeti ile içeni Allah
korur” hadisi hükmünce zemzemin, belalardan korunmak
niyetiyle içildiği taktirde Allah’ın koruması ise zaten
bu niyetle içilen suyun beyni normalden fazla
çalıştırması ve beynin özden gelen bir biçimde sistemle
olan bağlantısı sonucu ilgili yönde koruma talebinin
sistem tarafından çok daha güçlü bir biçimde
oluşturulmasıdır. Bu konuyu Enerji Alanları Ve Biz 4’
ten 9’a kadarki bölümlerinde değinmiştik. Çok ilginçtir
ki zemzem suyunun şu anki teknolojiyle bile kaynağı
bulunamıyor. Dünyanın en kurak yerlerinden birinde ve
denizden de 80 km uzakta yer almaktadır. Çok
yakınlarında da, başka hiç kuyu yok. Uzağındaki en yakın
kuyularda ise mineral ve tuzluluk oranı çok fazladır.
Normal şartlarda bu kuyunun da diğer kuyulardaki
özellikleri göstermesi ve tamamen kuruması ya da suyunun
çok az olması gerekirken bunun aksine 1,5 m çapındaki bu
kuyudan sadece bir hac döneminde bir buçuk milyon metre
küpten fazla su çıkmakta ve bu da hiç eksilmemektedir.
Zaman içinde debisi ve mineral oranı azalmış olsa da
binlerce yıldır kesintisiz su vermeyi sürdürmüş, nüfus
kat be kat artmasına karşın kesintisiz su vermeye de
hâlâ devam etmektedir. Elbette bu su, başka boyutlardan
gelmemekte yeryüzü içinden gelmektedir. Ama bu sıra dışı
özelliği, maddenin aslının, bilinçli enerji, bu şuurlu
enerji yapının da melek olması nedeniyle bu türden
olağanüstü oluşumların melekler tarafından oluşturulması
da gayet doğaldır.
Namaz kılarken
Kâbe’ye yönelinmesi, ölülerin Kâbe’ye dönük gömülmesi,
Resulullah’ın inzivaya çekilerek varlık ve Hakikâti
üzerine giriştiği derin tefekkürü gerçekleştirdiği ve
bunun sonucunda Cebrail (a.s)’ dan ilk Vahyi aldığı yer
olan Hira Dağı’nın Kâbe’ye bakması da yeryüzünün en
güçlü enerji merkezi olan Kâbe’ den enerji temin
edilmesiyle ilgilidir. Keza, zemzem suyunun Kâbe’ye
dönük olarak içilmesi ve bu esnada dua okunmasının
sebebi de yine bu esasa dayanmaktadır (okumanın ve
olumlu düşüncelerin ürettiği dalgaların su molekülleri
üzerindeki etkilerine Din-Bilim (6) yazımızda
değinmiştik). Tüm Resul ve Nebiler, astrolojik (ya da
meleki) tesirlerle birlikte, Kâbe’nin bu güçlü
enerjisinden de faydalanmışlardır. Bu enerji yapısı
sebebiyledir ki, Hz İbrahim (a.s) da Kâbe’yi rastgele
bir yere değil, potansiyel olarak mevcut bu gücü,
kudreti, vahiy yollu tespit etmesi sonucu orada inşa
etmiştir. Bazı sufli durum ve hallerde, Kâbe’ye tarif
edildiği şekilde dönülmemesinin nedeni de bir yönüyle,
beynin çok daha fazla parazitlenip negatif enerjiyi ruha
yüklememesi içindir.
(1) Bu konuyu, Güneşin Siyah (Kara)
Cüceye Dönüşümü Ve Kıyamet II adlı makalemizde
detaylarıyla değinmiştik.
(Kaynakça: İnsan Ve sırları I, II,
Evrensel Sırlar, Allah, Hz Muhammed(sav) Neyi Okudu,
Kendini Tanı, Tekin Seyri – Ahmed Hulusi / Eflatun Ve
Kader (tasavvuf), Kim Bir Cüce Tekmelemek İster (yaşam)-
Ahmed Fevzi Yüksel / İnternet Haber – 17 Eylül 2007). |