Din-Bilim Soru ve Cevapları

16. Bölüm

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

*Kuantum Fiziğine Dayanan Antropik İlke İle Benzer Söylemleri Dile Getiren Sufizmi Nasıl Değerlendiriyorsunuz ?

Haysenberg’ in belirsizlik ilkesi ve çift yarıklı deneyin bize gösterdiği üzere kuantum fiziğinin en temel ilkelerinden biri, algılananların algılayıcılarca (onu gözlemleyenlerce) meydana getirilmesiydi, Newton fiziğinin aksine. Bizler ne  düşünüyor, ne hissediyor, ne görüyorsak, tüm maddesel yapımızı, çevremizdeki nesne ve varlıkları ve hatta tüm evreni, maddi ve manevi olarak özden gelen bir biçimde (süper pozisyon durumunu çöküntüye uğratarak (1)) boyut boyut  oluşturmaktayız. Başka bir açıdan, biz tüm bu evreni ve içindekilerini algılıyoruz, çünkü evren süper pozisyon durumunu çökerterek kendini gözlemleyecek varlıklar meydana getirmiştir. Yani bizim var olmamız, evrenin var olmasını, evrenin var olması da bizim var oluşumuzu sağlamaktadır, kendi kendini besleyen bir sistemle. Bu nedenle, evrendeki özellikler, (bizim projeksiyonumuz olması nedeniyle) bizde mevcut özelliklerken, insanda var olan özellikler de evrenin kendisinde var olan özellikledir. İşte bu duruma Antropik İlke adı verilmektedir. Aslında bu ilke, zayıf insancıl ilke ve güçlü insancıl ilke adı altında birbirleriyle bağlantılı iki farklı şekilde de ele alınmaktadır. Bunlardan zayıf insancıl ilkeye göre, gerekli koşulların oluşmasıyla insan meydana gelmiştir, eğer bu şartlar mevcut olmasaydı insan (dolayısıyla tüm varlıklar) oluşmazdı. Mesela, evrenin oluşumu o kadar hassas değerler üzerine kurulmuştu ki, proton ve nötron arasındaki kütle farkı yaklaşık elektronun iki katına eşit olmasaydı, evrenimiz oluşturan kararlı elementlerin çekirdekleri var olmayacaktı. Ya da, evrenin oluşum anındaki genişleme hızı biraz daha az ya da çok olsaydı, evren yıldız ve galaksileri oluşturmadan önce çökmüş ya da bu yapıları oluşturan gazlar kütle çekim ile bir merkez etrafında yoğunlaşmadan dağılıp giderlerdi. Keza, dört temel kuvvette de çok küçük farklılıklar olsaydı, evren, dolayısıyla bizler oluşamazdık...vs. Kısacası, evrenin ve bizlerin var olması, tamamıyla bir mucizedir.

 

Güçlü insancıl ilkeye göreyse, evrenin var oluşu, demin de değindiğimiz üzere, onu gözlemleyen, algılayan birimlerin mevcut olmasına bağlıdır. Yanı onu algılayacak varlıklar olmasaydı evren var olmayacaktı. Bu nedenle, klasik fizik açısından şartlandığımız neden-sonuç ilişkisi tamamen tersine dönmekte böylece insanın var olacağı, kendisini gözlemleyeceği için, insan oluşumunun gerekli tüm koşullarını sağlayacak olan evren meydana gelmiştir. Dolayısıyla gözlemcilerin, algılayıcıların var olmadığı bir evren yok demektir. Yani, Hiper uzaydan ya hiç var olmamakta ya da daha açılmadan (gerekli enerjiye sahip olamadan) hemen yok olmaktadırlar. Biz, Hiper uzaydan açığa çıkan evrenlerin, o evrenleri gözlemleyen birimlerin var olması sonucu mevcut olduğunu da söyleyebiliriz. İster evren, kendi özelliklerini ortaya koymak, daha doğrusu seyretmek için insanı meydana getirdi diyelim, isterse de insan kendi özelliklerini seyretmek için evreni meydana getirdi diyelim fark etmez, sonuçta evren var oluşunu, insana borçludur, muhtaçtır. Burada her iki durumda da insan, merkez olmaktadır. Anti parantez, bugün resmi bilim, maddeyi esas aldığından o sonsuz evrenleri de sadece bu madde türünden evrenler (paralel evrenler) ve bu evrenleri gözlemleyen maddi varlıklar (?) olarak ele almaktadır. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya neden olmamak için bu maddesel evrenlerdeki gözlemcileri, insan ya da uzaylı dediğimiz madde türü canlılar olarak değil, tıpkı evrenimizde olduğu gibi maddesel boyuta yansımış olan melekler olarak düşünmeliyiz.

Maddenin derinliklerine indikçe gerçek yüzünü göstermeye başlayan evrenin, kuantum boyutlarındaki temel ilkesi olan, algılananların algılayıcılar tarafından oluşturulması fikri, gerçekte deneyimlenerek elde edilen Doğu Felsefelerinde ve İslam Sufizminde de temel ilkedir. Ancak, bu olayı derinliğine incelemeye başladığımızda da aynı temele dayanan bu görüşler arasında da büyük farklılıkların su yüzüne çıktığını da görmekteyiz. Bu yüzden, bu konuları samimi olarak sadece görünür boyutlardaki bilimsel yönlü verilere göre irdeleyen araştırmacılar, bir alt boyuttan ama sınırlı bir biçimde evren sistemini çözen doğu felsefelerini göz önünde bulundurarak, Kuran ve Hadislere dayalı olan İslam Sufizminin de benzer şeyler söylediğini dile getirip insanı her şeyin merkezine oturttuğunu, insan merkezli olaylara yaklaşım sağladığını ve yanı sıra Süper-pozisyon durumunun Tanrı olduğunu Tanrının da evreni ve insanı kendi güzelliklerini seyretmesi için yarattığını söylemektedirler ki, bunun nereye kadar doğru, nereye kadar doğru olmadığını şimdi görmeye çalışalım.

Öncelikle, evrenin sadece bizim madde olarak kabul ettiğimiz boyutun dışında boyutsal anlamda da sonsuz boyutlu olması, hiçbir boyutu merkez kılmamaktadır. Bu yüzden insan, evrenin merkezi değildir, her ne kadar algıladıklarının kendisinden projekte olması ve bunların hayal hükmünde bulunmasına rağmen. İnsanın kendisi bir merkez olmadığı gibi, haliyle evrenin kendisi de bir merkez değildir. Zaten gözlemlenen evrende bile bir merkezin olmayışı, buna işarettir. Kısacası, insan merkez değildir çünkü, sınırlı algılama, boyut ve yapıya sahiptir. Evren merkez olamaz, sınırlı bir birimin algıladığı bir evrenden söz ettiğimiz için. Algılayıcılar tarafından algılanan evrenler, ancak kendi boyutlarına göre var olan bir evreni tanımlar. Mutlak Evreni değil. Mesela, insanların beş duyusuna göre var olan evrenin, gözlemlediğimiz, ölçümlediğimiz evren, cinlerin Nar boyut içindeki skalada algıladıkları ve bizim algılayamadığımız evrenin de, o boyutun evreni olması gibi. Diğer yandan Mutlak Evren açısından ise, algılanan ve algılayan ayrımı olmadığı, kıyasa gelecek ikinci bir varlık olmadığı için yine, insanın ya da algıladığı evrenin merkez olması düşünülemez. Bu nedenle İslam Sufizmi, varlığı en derin boyuttan bu şekilde ele aldığı için, ne insanı, ne de başka bir boyutu merkez alır. Ayrıca insanın merkez olması, insanı, dolayısıyla evreni bir varlık haline getirir ki, gerek insan gerekse de evrenin varlığı sadece hayalden ibaret olup varlıkları hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Var olmayan bir şeyin merkezinden de bahsedilemez. Bu nedenle, “fenafillah anlayışı bile muhaldir” denmiştir. Çünkü fenafillah varlığını yok etmek değil, sadece varlığının ve dolayısıyla diğer tüm varlıkların hiçbir zaman mevcut olmadıklarını fark etmektir. Zaten ayet ve hadiste de “ nefislerinizde mevcut olan O, hâlâ görmüyor musunuz? ”, “Allah’a giden yollar nefisleriniz adedincedir” denerek açıkça her birimde mevcut olanın O Tek Nefs (Benlik) olduğunu, dolayısıyla bir merkezin, Orijinin var olmadığını, olamayacağını vurgulamaktadır.

Bununla birlikte, yine algıladıklarının, kendisinden projekte olmasına karşın insan bu durumunun farkında olmadığı, bilinçli olarak bunu ortaya koyamadığı için, her şeyi gerçekçi bir biçimde algılayarak var edici Hakikâtini görmeksizin bunun dışarıda olduğunu düşünmekte, Ondan gelecek olanı ötelerden ya da en iyisiyle bile ötesinden beklemekte, ölümü tadınca da ötelere, Onun yanına yolculuk yaparak gideceğini vehmetmektedir. Bu sınırlı algılamanın sonucu olarak kendimizi, bizden açığa çıkan sistem içinde kayıtlı olarak bulmamız, olayların bize hükmettiğini göstermektedir. Oysa, bizden açığa çıkmasına karşın bizim olaylara yön vermememiz gerekir ki, olaylara bile yön veremeyen birimlerin her şeyin merkezinde olabildiği nasıl düşünülebilir? Ayrıca insanı merkez kabul edersek, (yukarıda da belirttiğimiz gibi) insanın sınırlı birimsel yapısı dışındaki boyutlarını yani, sınırlı yapısı dışında onu kapsayan birimsel yapıların varlığını da göz ardı etmiş oluruz. Sufizmin de belirttiği üzere nasıl ki, afaki boyutlarda her bir birimi kapsayacak şekilde hiyerarşik olarak insan üstü bir sıralama varsa ve her an o yapıların daha doğrusu varlıkların hükmü altındaysa, bu durumun kaynağı olan enerji-data boyutunda da hiyerarşik projeksiyonel yapılanma mevcuttur. Bunu biraz daha açarsak, enerji-data boyutunda bir bilinç yığını olan insanın bu boyutta gördüğü, hissettiği ve düşündüğü somut ve soyut olarak algıladığı yani, kendisinden projekte olan her şey aslında bir üst ya da üst boyut bilinçlerin projeksiyonu içinde olan projeksiyonlardır. İşte ibadet adı altındaki tüm çalışmaların nedeni, sadece birimin kendi projeksiyon içi boyutlarından kendini kurtarıp projeksiyonunu meydana getiren boyutta kendini bulması, tanıması değil, tüm projeksiyonları meydana getiren terkiplere de sınırlanmaksızın (kayıtlı olmaksızın) bütün bu projeksiyonları yine idraklerince seyredebilmeleri içindir. Ancak o boyutta, sadece kendi terkibi yapısını müşahede ederse, bütüne olan sirayeti dolayısıyla o boyutta var olan Teklik algısı, kendi sınırlı terkipsel yapısına göre değerlendirme yapmasına sebep olacağından sonuçta birim, terkipsel yapısını göremeyip Mutlak Varlıkmış Zannı içine düşecektir ki, bu da onun her şeyin merkezinde olarak firavunlaşmasına neden olacaktır. Ancak şu da kesindir ki, bir birim kendini hangi boyutta, mertebede tanırsa tanısın ölüm ötesi sonsuz süreçlerde de terkipsel projeksiyonları içinde yaşamı devam edecektir. Sufizmin, insanın önce kendisini tanıması gerektiğini söylemesi de, insanı merkeze oturttuğu anlamında değil, her boyutun, her varlığın, insanın boyutsal derinliğinde olması nedeniyledir.

İşte insanın kendi derinliğinde tüm boyutlara sahip olması dolayısıyla, Antropik İlkece anlatılmak istenen insan, birimsel sınırlı terkipsel yapısı itibariyle mevcut olan insan değil, tüm boyutları kendinden açığa çıkartan İNSAN itibariyledir. İslam Sufizminin belirttiği üzere, Ben âlemi İnsan için yarattım” demesi sıradan insanlar için değil, velayetin en üst katmanı olan İNSAN için olmasıdır. Bu İNSANA, İnsanı Kamil adı verilmektedir. Aynı zamanda O, Halifetullahtır. Çeşitli özelliklerine ait aldığı isimle Kozmik Bilinç ya da Ruh Adlı Melek olarak da bilinen bu varlık, Aklı yönüyle Aklı Evvel, Benliği yönüyle Hakikâti Muhammedi ismi verilmektedir, Hz. Muhammed’in (sav) Hakikâti olan. Onun varlığı dışında bir varlık olmaması ve tüm varlığın kaynağı olması itibariyle hangi boyutta ne tür varlık olursa olsun gerçekte var olan hep O İNSANDIR, İnsanı Kâmildir. Ve sonsuz tüm varlık O’nun birer azası, O’nun belli özelliklerini açığa çıkartan suretleridir. Mutlak Evren, Kâinat olması itibariyle İNSAN, merkez olmaktan da münezzehtir. “Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim” ayeti hükmünce H. Muhammed (sav), O Ruhun yeryüzünde açığa çıktığı en Kemal Zuhuru olması itibariyle yeryüzü İnsanı Kamili ve aynı zamanda da O Ruhun Halifesidir. Gavsı Azam A. K. Geylani ‘de bu konuda, “Allah, hiç bir şeyde zahir olmadı, insanda zahir oluşu gibi” demektedir, Gavsiye Risalesinde. Her boyutta da kapasitelerince O Ruhun halifeleri (kendini bilen varlıklar) mevcuttur. Yeryüzünde bugüne kadar altı İnsanı Kamil gelip geçmiştir ki, yedinci son İnsanı Kamil, (ne zaman zuhur edeceği bilinmez) Mehdi lakaplı O Zattır. Bu Zatlar da Hz Muhammed’in (sav) halifeleri olarak yeryüzü İnsanı Kamilleridir. Cinlerin daha velayet basamağına bile gelememelerine rağmen böyle bir kemal zuhurun olamayacağını da belirtmek gerekir. Resulullah’ın “âlemlere Rahmet olarak gelmesinin” nedeni de bu Ruh yönüyledir. Zaten dikkât edilecek olursa bir köye, şehre, ülkeye, dünyaya, galaksiye, evrene... denmiyor, “Âlemlere” denerek O’ nun sınırsızlıktaki varlığına işaret edilmektedir. Ayrıca bu Rahmetin yeryüzüne olan yansımasında da, Rahmetin acıyla karışık olan yanını da görmek gerekir.

Şimdi önemli bir noktayı daha vurgulayalım. “Evren” derken genellikle bugün anlaşıldığı üzere görünen ya da gözlemlenen evren ve bunun boyutları anlaşıldığı için, birbirlerinde özelliklerini seyreden evren- insanın ilişkisi, materyalist bir anlayışla maddenin bilinci olarak ele alındığından İslam Sufizminin bahsettiği, bu değildi. Çünkü Sufizm, varlığın sadece maddesel yönüyle mevcut olmadığını onun derinliğinde Nar ve bunun da altında Nur boyutlarının mevcut olduğunu belirterek Zatı, Allah’ın Zatı olan ve O’ nun tüm isim ve sıfatlarına sahip Kozmik Bilincin, melek, cin, insan adı altında tüm özelliklerini seyrettiğini belirtmektedir. Ancak, bu bize göre yaratılmamış olan Ruhu Azam açısından ifade edilmiş olan bir gerçekken, olay her ne kadar bu boyut itibariyle görünse de gerçekte olay bu boyut itibariyle değil, Ruha nispetle yaratılmamışlık boyutu olan Allah’ın İlminde manalarının seyri sonucu oluşmaktadır. Yani bizdeki özellikler, Kâinata ya da O Ruha ait özellikler olsa da gerçekte Allah’a ait olan, Allah’ın ilmindeki manalara ait özelliklerdir ki, bizler ve tüm Kâinat Onun ilmindeki mana suretlerinden başka bir şey değiliz. Bu durum ayet ve hadislerde şöyle anlatılmaktadır. “Allah var idi, onunla birlikte hiçbir şey yok idi”, “ Allah, İNSANI kendi sureti üzerine yarattı”, “Ona Ruhumdan nefhettim (üfledim)” diyerek, İNSANdaki Allah’a ait boyutların varlığını yani, Allah’ın İNSANI, Zatına ait Sıfat ve Esmasıyla var kıldığını, dolayısıyla kendi varlığından, varlığıyla meydana getirdiğini anlatmaktadır. Burada ifade edilen Ruh kelimesi, Ceberrut boyutudur ki, bu Ruh, Ruhun da Ruhudur. Bunun yanında, “bilinmekliğimi istedim Âlemi, bilmekliğimi istedim Ademi halk ettim”, “Allah bütün isimlerini Ademe talim etmiştir”, diyerek de kendindeki manaları açığa çıkartmak için Âlemi, Âlemi seyir içinde Ademi meydana getirdiğini belirtmektedir. Başka bir deyişle Allah, İnsanı Kamil ismi aynasında kendi özelliklerini seyretmektedir. Ya da Allah’a ayna olan İnsanı Kamil, Kâinat adı altında kendi özelliklerini seyretmektedir. Böylece tüm Âlem, O İnsanı Kâmilin bir “an”lık bakışından (nazarından) meydana gelmiştir, Âlemler de “an”lık bakışlarından. Eğer Allah, İNSAN adı altında bu âlemleri seyretmeseydi, Ef’al boyutu yani âlemler oluşmayacaktı. Allah, en kemal haliyle İnsanı Kamilde kendini aşikare çıkarttığı için tüm Âlemler, İNSANI anlatır, insan kendini tanımakla kapasitesi oranında aslı olan İNSANI, dolayısıyla Allah’ı tanır. Maalesef, Sufizmin ifade ettiği, Allah, İNSAN ve İnsan arasındaki ilişki net olarak değerlendirilemediği, ilgili ifadeler insanların cehaletinden yanlış anlaşıldığı için gerek geçmişte gerekse de günümüzde, İslam’ın temel noktalarından sapılmış, gerçeğiyle hiçbir ilgisi olmayan bu nedenle de gerçek anlayışı ters gösteren düşünce akımları meydana gelmiş, bunlar da anlamadığını bile anlayamayan Tanrıya tapanlarca her dönemde gerçeği kötüleme aracı olmuşlardır.

Görüldüğü üzere, ötelerde bir Tanrı var da  o Tanrı, kendisini ve kendinden ayrı yarattığı bir sistemi, bir başka yerdeki seçtiği kullarına seyrettirmiyor, mekaniksel (Newtonsal) dünya anlayışının ürünü olarak. Ya da bu anlamda bir Tanrıya inanmayan ancak, sınırlı algılamayla boyutsal bir Tanrı anlayışını ortaya koyanların da söylediği gibi, Tek’ in bir parçası olan insanın, o parçada var olan, parçaların Bütünü olanın özelliklerini de seyretmiyor. Çünkü Allah, algıladığımız ya da beş duyusu ile algılayamadığımız parçaların toplamı olan bir varlık değildir. Sadece bir boyutta ve de maddenin bir alt boyutundan maddesel plana dönük bütünden oluşmuş bir varlık değildir Allah. Kısaca insan, ne uzaktan, ötesinde bir sistem ya da her neredeyse Tanrının yüzünü, Cemalini seyretmekte, ne de parçası olması dolayısıyla belli bir boyutla sınırlı Bütünü (yataysal olarak bu katman sonsuz olduğundan ve Tekin oluşu derken de bu anlamı kastetmektedirler) kendi özellikleri olarak seyretmekte. Çokluktan yola çıkarak kuantum boyutlarından evren-insan ilişkisine bağlı bu seyirde olanlar, evreni, insandaki evren dolayısıyla, insanı ve sonuçta kuantum boyutunu tanrısallaştırmaktadırlar. Başka bir deyişle, seyrettiği sınırlı boyuttaki varlıklarla, sadece o  varlıkları meydana getireni seyretmektedir, kendi olarak. Bu durum da, panteizmi doğurur. Gerçekte var olmayan, varlığı hayal olanı hele hele bir de sınırlı boyuttan olanı seyretmekle Allah seyretmek, Allah’ı da hayal kılar ki, Allah hayal değildir. Böyle bir şey olmaktan münezzehtir. O gerçekler gerçeği, Mutlak Gerçektir. Bu yüzden, yaratılmışlık boyutu içinde bir boyutun seyri değildir, Allah seyri. Allah, varlıklardan, evrenden, evrenlerden, âlemlerden yani, tüm yaratılmışlardan gani olarak İNSAN adı altında yaratılmışı seyretmektedir ki, seyreden yine Allah’tır. Dolayısıyla, beş duyu ve ötesi duyularla terkibe dayanan seyir ile terkibe dayanmayan seyri ve daha da önemlisi Mutlak Seyri birbirleriyle karıştırmamak gerekir. Bir birimin Allah seyrinde olabilmesi için öncelikle, Hakikâti olan Allah’ın Zatı, Sıfatları ve Esmasının ne olduğunu kendi derinliğinde bulmalı, sonrada bu Sıfatlarının meydana getirdiği Esmasıyla ilminde, âlemin nasıl meydana geldiğini müşahede etmelidir ki, bunun otomatik sonucu olarak âlemin seyri denilen bu manaların kuvveden fiile çıkışları seyredilsin. Seyir denen şey gerçekte ilminde, şuurunda olur ve varlık adı altında açığa çıkar. Şuurda oluşan seyrin adıdır Tecelli. Bu yüzden denmiştir ki, “yolculuk Allah’tan başlar, Allah’la, Allah’a olursa ana hedefe varılır”. Özetle, Allah’ı seyir, insan gibi değil, Allah gibi düşünerek, O’nun bakış açısıyla âlemleri seyretmekle olur ki, seyreden yine kendisidir.

Resul ve Nebilerin, rüya da, sekaret halinde ya da bizatihi uyanıkken Afakta Allah’ı çeşitli şekillerde görmeleri ya da Allah’ın belli suretlerde belirmesi ise, gerçekte Enfüsünde var olanın, Enfüste algılananın dışta veri tabanına göre görüntü vermesi, algılanmasından başka bir şey değildir. Enfüssüz, Enfüse dayanmayan bir görüş, tamamıyla hayali suretleri, sureti, bir Tanrıyı görmekten ibarettir.

 

(Kaynakça: Allah, Okyanus Ötesi II, Tekin Seyri, İnsan Ve Sırları I, II, Kendini Tanı – Ahmed Hulusi / O, İnsanı Kamil, Hiç, Esma Terkibi (tasavvuf) – Ahmed Fevzi Yüksel / Karadelikler Ve Bebek Evrenler – S. Hawking)

(1) Süper pozisyon durumu: kuantum boyutlarında olası tüm her şeyin birbirinden ayrılmaksızın (parçanın da söz konusu olmadığı) Tek Bir Bütün halde mevcut olma halidir.

 

 
 
İstanbul -29.01.2008
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com