*Kuantum
Fiziğine Dayanan Antropik İlke İle Benzer Söylemleri
Dile Getiren Sufizmi Nasıl Değerlendiriyorsunuz ?
Haysenberg’ in
belirsizlik ilkesi ve çift yarıklı deneyin bize
gösterdiği üzere kuantum fiziğinin en temel ilkelerinden
biri, algılananların algılayıcılarca (onu
gözlemleyenlerce) meydana getirilmesiydi, Newton
fiziğinin aksine. Bizler ne düşünüyor, ne hissediyor,
ne görüyorsak, tüm maddesel yapımızı, çevremizdeki nesne
ve varlıkları ve hatta tüm evreni, maddi ve manevi
olarak özden gelen bir biçimde (süper pozisyon durumunu
çöküntüye uğratarak (1)) boyut boyut
oluşturmaktayız. Başka bir açıdan, biz tüm bu evreni ve
içindekilerini algılıyoruz, çünkü evren süper pozisyon
durumunu çökerterek kendini gözlemleyecek varlıklar
meydana getirmiştir. Yani bizim var olmamız, evrenin var
olmasını, evrenin var olması da bizim var oluşumuzu
sağlamaktadır, kendi kendini besleyen bir sistemle. Bu
nedenle, evrendeki özellikler, (bizim projeksiyonumuz
olması nedeniyle) bizde mevcut özelliklerken, insanda
var olan özellikler de evrenin kendisinde var olan
özellikledir. İşte bu duruma Antropik İlke adı
verilmektedir. Aslında bu ilke, zayıf insancıl ilke ve
güçlü insancıl ilke adı altında birbirleriyle bağlantılı
iki farklı şekilde de ele alınmaktadır. Bunlardan zayıf
insancıl ilkeye göre, gerekli koşulların oluşmasıyla
insan meydana gelmiştir, eğer bu şartlar mevcut
olmasaydı insan (dolayısıyla tüm varlıklar) oluşmazdı.
Mesela, evrenin oluşumu o kadar hassas değerler üzerine
kurulmuştu ki, proton ve nötron arasındaki kütle farkı
yaklaşık elektronun iki katına eşit olmasaydı, evrenimiz
oluşturan kararlı elementlerin çekirdekleri var
olmayacaktı. Ya da, evrenin oluşum anındaki genişleme
hızı biraz daha az ya da çok olsaydı, evren yıldız ve
galaksileri oluşturmadan önce çökmüş ya da bu yapıları
oluşturan gazlar kütle çekim ile bir merkez etrafında
yoğunlaşmadan dağılıp giderlerdi. Keza, dört temel
kuvvette de çok küçük farklılıklar olsaydı, evren,
dolayısıyla bizler oluşamazdık...vs. Kısacası, evrenin
ve bizlerin var olması, tamamıyla bir mucizedir.
Güçlü insancıl
ilkeye göreyse, evrenin var oluşu, demin de değindiğimiz
üzere, onu gözlemleyen, algılayan birimlerin mevcut
olmasına bağlıdır. Yanı onu algılayacak varlıklar
olmasaydı evren var olmayacaktı. Bu nedenle, klasik
fizik açısından şartlandığımız neden-sonuç ilişkisi
tamamen tersine dönmekte böylece insanın var olacağı,
kendisini gözlemleyeceği için, insan oluşumunun gerekli
tüm koşullarını sağlayacak olan evren meydana gelmiştir.
Dolayısıyla gözlemcilerin, algılayıcıların var olmadığı
bir evren yok demektir. Yani, Hiper uzaydan ya hiç var
olmamakta ya da daha açılmadan (gerekli enerjiye sahip
olamadan) hemen yok olmaktadırlar. Biz, Hiper uzaydan
açığa çıkan evrenlerin, o evrenleri gözlemleyen
birimlerin var olması sonucu mevcut olduğunu da
söyleyebiliriz. İster evren, kendi özelliklerini ortaya
koymak, daha doğrusu seyretmek için insanı meydana
getirdi diyelim, isterse de insan kendi özelliklerini
seyretmek için evreni meydana getirdi diyelim fark
etmez, sonuçta evren var oluşunu, insana borçludur,
muhtaçtır. Burada her iki durumda da insan, merkez
olmaktadır. Anti parantez, bugün resmi bilim, maddeyi
esas aldığından o sonsuz evrenleri de sadece bu madde
türünden evrenler (paralel evrenler) ve bu evrenleri
gözlemleyen maddi varlıklar (?) olarak ele almaktadır.
Oysa herhangi bir yanlış anlamaya neden olmamak için bu
maddesel evrenlerdeki gözlemcileri, insan ya da uzaylı
dediğimiz madde türü canlılar olarak değil, tıpkı
evrenimizde olduğu gibi maddesel boyuta yansımış olan
melekler olarak düşünmeliyiz.
Maddenin
derinliklerine indikçe gerçek yüzünü göstermeye başlayan
evrenin, kuantum boyutlarındaki temel ilkesi olan,
algılananların algılayıcılar tarafından oluşturulması
fikri, gerçekte deneyimlenerek elde edilen Doğu
Felsefelerinde ve İslam Sufizminde de temel ilkedir.
Ancak, bu olayı derinliğine incelemeye başladığımızda da
aynı temele dayanan bu görüşler arasında da büyük
farklılıkların su yüzüne çıktığını da görmekteyiz. Bu
yüzden, bu konuları samimi olarak sadece görünür
boyutlardaki bilimsel yönlü verilere göre irdeleyen
araştırmacılar, bir alt boyuttan ama sınırlı bir biçimde
evren sistemini çözen doğu felsefelerini göz önünde
bulundurarak, Kuran ve Hadislere dayalı olan İslam
Sufizminin de benzer şeyler söylediğini dile getirip
insanı her şeyin merkezine oturttuğunu, insan merkezli
olaylara yaklaşım sağladığını ve yanı sıra
Süper-pozisyon durumunun Tanrı olduğunu Tanrının da
evreni ve insanı kendi güzelliklerini seyretmesi için
yarattığını söylemektedirler ki, bunun nereye kadar
doğru, nereye kadar doğru olmadığını şimdi görmeye
çalışalım.
Öncelikle,
evrenin sadece bizim madde olarak kabul ettiğimiz
boyutun dışında boyutsal anlamda da sonsuz boyutlu
olması, hiçbir boyutu merkez kılmamaktadır. Bu yüzden
insan, evrenin merkezi değildir, her ne kadar
algıladıklarının kendisinden projekte olması ve bunların
hayal hükmünde bulunmasına rağmen. İnsanın kendisi bir
merkez olmadığı gibi, haliyle evrenin kendisi de bir
merkez değildir. Zaten gözlemlenen evrende bile bir
merkezin olmayışı, buna işarettir. Kısacası, insan
merkez değildir çünkü, sınırlı algılama, boyut ve yapıya
sahiptir. Evren merkez olamaz, sınırlı bir birimin
algıladığı bir evrenden söz ettiğimiz için.
Algılayıcılar tarafından algılanan evrenler, ancak kendi
boyutlarına göre var olan bir evreni tanımlar. Mutlak
Evreni değil. Mesela, insanların beş duyusuna göre var
olan evrenin, gözlemlediğimiz, ölçümlediğimiz evren,
cinlerin Nar boyut içindeki skalada algıladıkları ve
bizim algılayamadığımız evrenin de, o boyutun evreni
olması gibi. Diğer yandan Mutlak Evren açısından ise,
algılanan ve algılayan ayrımı olmadığı, kıyasa gelecek
ikinci bir varlık olmadığı için yine, insanın ya da
algıladığı evrenin merkez olması düşünülemez. Bu nedenle
İslam Sufizmi, varlığı en derin boyuttan bu şekilde ele
aldığı için, ne insanı, ne de başka bir boyutu merkez
alır. Ayrıca insanın merkez olması, insanı, dolayısıyla
evreni bir varlık haline getirir ki, gerek insan gerekse
de evrenin varlığı sadece hayalden ibaret olup
varlıkları hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Var olmayan
bir şeyin merkezinden de bahsedilemez. Bu nedenle,
“fenafillah anlayışı bile muhaldir” denmiştir. Çünkü
fenafillah varlığını yok etmek değil, sadece varlığının
ve dolayısıyla diğer tüm varlıkların hiçbir zaman mevcut
olmadıklarını fark etmektir. Zaten ayet ve hadiste de
“ nefislerinizde mevcut olan O, hâlâ görmüyor musunuz?
”, “Allah’a giden yollar nefisleriniz adedincedir”
denerek açıkça her birimde mevcut olanın O Tek Nefs
(Benlik) olduğunu, dolayısıyla bir merkezin, Orijinin
var olmadığını, olamayacağını vurgulamaktadır.
Bununla
birlikte, yine algıladıklarının, kendisinden projekte
olmasına karşın insan bu durumunun farkında olmadığı,
bilinçli olarak bunu ortaya koyamadığı için, her şeyi
gerçekçi bir biçimde algılayarak var edici Hakikâtini
görmeksizin bunun dışarıda olduğunu düşünmekte, Ondan
gelecek olanı ötelerden ya da en iyisiyle bile ötesinden
beklemekte, ölümü tadınca da ötelere, Onun yanına
yolculuk yaparak gideceğini vehmetmektedir. Bu sınırlı
algılamanın sonucu olarak kendimizi, bizden açığa çıkan
sistem içinde kayıtlı olarak bulmamız, olayların bize
hükmettiğini göstermektedir. Oysa, bizden açığa
çıkmasına karşın bizim olaylara yön vermememiz gerekir
ki, olaylara bile yön veremeyen birimlerin her şeyin
merkezinde olabildiği nasıl düşünülebilir? Ayrıca insanı
merkez kabul edersek, (yukarıda da belirttiğimiz gibi)
insanın sınırlı birimsel yapısı dışındaki boyutlarını
yani, sınırlı yapısı dışında onu kapsayan birimsel
yapıların varlığını da göz ardı etmiş oluruz. Sufizmin
de belirttiği üzere nasıl ki, afaki boyutlarda her bir
birimi kapsayacak şekilde hiyerarşik olarak insan üstü
bir sıralama varsa ve her an o yapıların daha doğrusu
varlıkların hükmü altındaysa, bu durumun kaynağı olan
enerji-data boyutunda da hiyerarşik projeksiyonel
yapılanma mevcuttur. Bunu biraz daha açarsak,
enerji-data boyutunda bir bilinç yığını olan insanın bu
boyutta gördüğü, hissettiği ve düşündüğü somut ve soyut
olarak algıladığı yani, kendisinden projekte olan her
şey aslında bir üst ya da üst boyut bilinçlerin
projeksiyonu içinde olan projeksiyonlardır. İşte ibadet
adı altındaki tüm çalışmaların nedeni, sadece birimin
kendi projeksiyon içi boyutlarından kendini kurtarıp
projeksiyonunu meydana getiren boyutta kendini bulması,
tanıması değil, tüm projeksiyonları meydana getiren
terkiplere de sınırlanmaksızın (kayıtlı olmaksızın)
bütün bu projeksiyonları yine idraklerince
seyredebilmeleri içindir. Ancak o boyutta, sadece kendi
terkibi yapısını müşahede ederse, bütüne olan sirayeti
dolayısıyla o boyutta var olan Teklik algısı, kendi
sınırlı terkipsel yapısına göre değerlendirme yapmasına
sebep olacağından sonuçta birim, terkipsel yapısını
göremeyip Mutlak Varlıkmış Zannı içine düşecektir
ki, bu da onun her şeyin merkezinde olarak
firavunlaşmasına neden olacaktır. Ancak şu da
kesindir ki, bir birim kendini hangi boyutta, mertebede
tanırsa tanısın ölüm ötesi sonsuz süreçlerde de
terkipsel projeksiyonları içinde yaşamı devam edecektir.
Sufizmin, insanın önce kendisini tanıması gerektiğini
söylemesi de, insanı merkeze oturttuğu anlamında değil,
her boyutun, her varlığın, insanın boyutsal derinliğinde
olması nedeniyledir.
İşte insanın
kendi derinliğinde tüm boyutlara sahip olması
dolayısıyla, Antropik İlkece anlatılmak istenen insan,
birimsel sınırlı terkipsel yapısı itibariyle mevcut olan
insan değil, tüm boyutları kendinden açığa çıkartan
İNSAN itibariyledir. İslam Sufizminin belirttiği üzere,
“Ben âlemi İnsan için
yarattım” demesi sıradan insanlar için değil,
velayetin en üst katmanı olan İNSAN için olmasıdır. Bu
İNSANA, İnsanı Kamil adı verilmektedir. Aynı zamanda O,
Halifetullahtır. Çeşitli özelliklerine ait aldığı isimle
Kozmik Bilinç ya da Ruh Adlı Melek olarak da bilinen bu
varlık, Aklı yönüyle Aklı Evvel, Benliği yönüyle
Hakikâti Muhammedi ismi verilmektedir, Hz.
Muhammed’in (sav) Hakikâti olan. Onun varlığı
dışında bir varlık olmaması ve tüm varlığın kaynağı
olması itibariyle hangi boyutta ne tür varlık olursa
olsun gerçekte var olan hep O İNSANDIR, İnsanı Kâmildir.
Ve sonsuz tüm varlık O’nun birer azası, O’nun belli
özelliklerini açığa çıkartan suretleridir. Mutlak Evren,
Kâinat olması itibariyle İNSAN, merkez olmaktan da
münezzehtir. “Ben yeryüzünde bir halife meydana
getireceğim” ayeti hükmünce H. Muhammed (sav), O
Ruhun yeryüzünde açığa çıktığı en Kemal Zuhuru olması
itibariyle yeryüzü İnsanı Kamili ve aynı zamanda
da O Ruhun Halifesidir.
Gavsı Azam A. K. Geylani ‘de bu
konuda, “Allah, hiç bir şeyde zahir olmadı, insanda
zahir oluşu gibi” demektedir, Gavsiye Risalesinde.
Her boyutta da kapasitelerince O
Ruhun halifeleri (kendini bilen varlıklar) mevcuttur.
Yeryüzünde bugüne kadar altı İnsanı Kamil gelip
geçmiştir ki, yedinci son İnsanı Kamil, (ne zaman zuhur
edeceği bilinmez) Mehdi lakaplı O Zattır. Bu Zatlar da
Hz Muhammed’in (sav) halifeleri olarak yeryüzü İnsanı
Kamilleridir. Cinlerin daha velayet basamağına bile
gelememelerine rağmen böyle bir kemal zuhurun
olamayacağını da belirtmek gerekir. Resulullah’ın
“âlemlere Rahmet olarak gelmesinin” nedeni de bu
Ruh yönüyledir. Zaten dikkât edilecek olursa bir
köye, şehre, ülkeye, dünyaya, galaksiye, evrene...
denmiyor, “Âlemlere” denerek O’ nun sınırsızlıktaki
varlığına işaret edilmektedir. Ayrıca bu
Rahmetin yeryüzüne olan yansımasında da, Rahmetin acıyla
karışık olan yanını da görmek gerekir.
Şimdi önemli bir
noktayı daha vurgulayalım. “Evren” derken genellikle
bugün anlaşıldığı üzere görünen ya da gözlemlenen evren
ve bunun boyutları anlaşıldığı için, birbirlerinde
özelliklerini seyreden evren- insanın ilişkisi,
materyalist bir anlayışla maddenin bilinci olarak ele
alındığından İslam Sufizminin bahsettiği, bu değildi.
Çünkü Sufizm, varlığın sadece maddesel yönüyle mevcut
olmadığını onun derinliğinde Nar ve bunun da altında Nur
boyutlarının mevcut olduğunu belirterek Zatı, Allah’ın
Zatı olan ve O’ nun tüm isim ve sıfatlarına sahip Kozmik
Bilincin, melek, cin, insan adı altında tüm
özelliklerini seyrettiğini belirtmektedir. Ancak, bu
bize göre yaratılmamış olan Ruhu Azam açısından ifade
edilmiş olan bir gerçekken, olay her ne kadar bu boyut
itibariyle görünse de gerçekte olay bu boyut itibariyle
değil, Ruha nispetle yaratılmamışlık boyutu olan
Allah’ın İlminde manalarının seyri sonucu oluşmaktadır.
Yani bizdeki özellikler, Kâinata ya da O Ruha ait
özellikler olsa da gerçekte Allah’a ait olan, Allah’ın
ilmindeki manalara ait özelliklerdir ki, bizler ve tüm
Kâinat Onun ilmindeki mana suretlerinden başka bir şey
değiliz. Bu durum ayet ve hadislerde şöyle
anlatılmaktadır. “Allah var idi, onunla birlikte
hiçbir şey yok idi”, “ Allah, İNSANI kendi sureti
üzerine yarattı”, “Ona Ruhumdan nefhettim (üfledim)”
diyerek, İNSANdaki Allah’a ait boyutların varlığını
yani, Allah’ın İNSANI, Zatına ait Sıfat ve Esmasıyla var
kıldığını, dolayısıyla kendi varlığından, varlığıyla
meydana getirdiğini anlatmaktadır. Burada ifade edilen
Ruh kelimesi, Ceberrut boyutudur ki, bu Ruh, Ruhun da
Ruhudur. Bunun yanında, “bilinmekliğimi istedim
Âlemi, bilmekliğimi istedim Ademi halk ettim”, “Allah
bütün isimlerini Ademe talim etmiştir”, diyerek de
kendindeki manaları açığa çıkartmak için Âlemi, Âlemi
seyir içinde Ademi meydana getirdiğini belirtmektedir.
Başka bir deyişle Allah, İnsanı Kamil ismi aynasında
kendi özelliklerini seyretmektedir. Ya da Allah’a ayna
olan İnsanı Kamil, Kâinat adı altında kendi
özelliklerini seyretmektedir. Böylece tüm Âlem, O İnsanı
Kâmilin bir “an”lık bakışından (nazarından) meydana
gelmiştir, Âlemler de “an”lık bakışlarından. Eğer Allah,
İNSAN adı altında bu âlemleri seyretmeseydi, Ef’al
boyutu yani âlemler oluşmayacaktı. Allah, en kemal
haliyle İnsanı Kamilde kendini aşikare çıkarttığı için
tüm Âlemler, İNSANI anlatır, insan kendini tanımakla
kapasitesi oranında aslı olan İNSANI, dolayısıyla
Allah’ı tanır. Maalesef, Sufizmin ifade ettiği, Allah,
İNSAN ve İnsan arasındaki ilişki net olarak
değerlendirilemediği, ilgili ifadeler insanların
cehaletinden yanlış anlaşıldığı için gerek geçmişte
gerekse de günümüzde, İslam’ın temel noktalarından
sapılmış, gerçeğiyle hiçbir ilgisi olmayan bu nedenle de
gerçek anlayışı ters gösteren düşünce akımları meydana
gelmiş, bunlar da anlamadığını bile anlayamayan Tanrıya
tapanlarca her dönemde gerçeği kötüleme aracı
olmuşlardır.
Görüldüğü üzere, ötelerde
bir Tanrı var da o Tanrı, kendisini ve kendinden ayrı
yarattığı bir sistemi, bir başka yerdeki seçtiği
kullarına seyrettirmiyor, mekaniksel (Newtonsal) dünya
anlayışının ürünü olarak. Ya da bu anlamda bir Tanrıya
inanmayan ancak, sınırlı algılamayla boyutsal bir Tanrı
anlayışını ortaya koyanların da söylediği gibi, Tek’ in
bir parçası olan insanın, o parçada var olan, parçaların
Bütünü olanın özelliklerini de seyretmiyor. Çünkü Allah,
algıladığımız ya da beş duyusu ile algılayamadığımız
parçaların toplamı olan bir varlık değildir. Sadece bir
boyutta ve de maddenin bir alt boyutundan maddesel
plana dönük bütünden oluşmuş bir varlık değildir
Allah. Kısaca insan, ne uzaktan, ötesinde bir sistem ya
da her neredeyse Tanrının yüzünü, Cemalini seyretmekte,
ne de parçası olması dolayısıyla belli bir boyutla
sınırlı Bütünü (yataysal olarak bu katman sonsuz
olduğundan ve Tekin oluşu derken de bu anlamı
kastetmektedirler) kendi özellikleri olarak seyretmekte.
Çokluktan yola çıkarak kuantum boyutlarından evren-insan
ilişkisine bağlı bu seyirde olanlar, evreni, insandaki
evren dolayısıyla, insanı ve sonuçta kuantum boyutunu
tanrısallaştırmaktadırlar. Başka bir deyişle,
seyrettiği sınırlı boyuttaki varlıklarla, sadece o
varlıkları meydana getireni seyretmektedir, kendi
olarak. Bu durum da, panteizmi doğurur. Gerçekte var
olmayan, varlığı hayal olanı hele hele bir de sınırlı
boyuttan olanı seyretmekle Allah seyretmek, Allah’ı da
hayal kılar ki, Allah hayal değildir. Böyle bir şey
olmaktan münezzehtir. O gerçekler gerçeği, Mutlak
Gerçektir. Bu yüzden, yaratılmışlık boyutu içinde bir
boyutun seyri değildir, Allah seyri. Allah,
varlıklardan, evrenden, evrenlerden, âlemlerden yani,
tüm yaratılmışlardan gani olarak İNSAN adı altında
yaratılmışı seyretmektedir ki, seyreden yine Allah’tır.
Dolayısıyla, beş duyu ve ötesi duyularla terkibe dayanan
seyir ile terkibe dayanmayan seyri ve daha da önemlisi
Mutlak Seyri birbirleriyle karıştırmamak gerekir. Bir
birimin Allah seyrinde olabilmesi için öncelikle,
Hakikâti olan Allah’ın Zatı, Sıfatları ve Esmasının ne
olduğunu kendi derinliğinde bulmalı, sonrada bu
Sıfatlarının meydana getirdiği Esmasıyla ilminde, âlemin
nasıl meydana geldiğini müşahede etmelidir ki, bunun
otomatik sonucu olarak âlemin seyri denilen bu manaların
kuvveden fiile çıkışları seyredilsin. Seyir denen şey
gerçekte ilminde, şuurunda olur ve varlık adı altında
açığa çıkar. Şuurda oluşan seyrin adıdır Tecelli. Bu
yüzden denmiştir ki, “yolculuk Allah’tan başlar,
Allah’la, Allah’a olursa ana hedefe varılır”.
Özetle, Allah’ı
seyir, insan gibi değil, Allah gibi düşünerek, O’nun
bakış açısıyla âlemleri seyretmekle olur ki, seyreden
yine kendisidir.
Resul ve
Nebilerin, rüya da, sekaret halinde ya da bizatihi
uyanıkken Afakta Allah’ı çeşitli şekillerde görmeleri ya
da Allah’ın belli suretlerde belirmesi ise, gerçekte
Enfüsünde var olanın, Enfüste algılananın dışta veri
tabanına göre görüntü vermesi, algılanmasından başka bir
şey değildir. Enfüssüz, Enfüse dayanmayan bir görüş,
tamamıyla hayali suretleri, sureti, bir Tanrıyı
görmekten ibarettir.
(Kaynakça: Allah, Okyanus Ötesi II, Tekin Seyri, İnsan
Ve Sırları I, II, Kendini Tanı – Ahmed Hulusi / O,
İnsanı Kamil, Hiç, Esma Terkibi (tasavvuf) – Ahmed Fevzi
Yüksel / Karadelikler Ve Bebek Evrenler – S. Hawking)
(1) Süper pozisyon durumu:
kuantum boyutlarında olası tüm her şeyin birbirinden
ayrılmaksızın (parçanın da söz konusu olmadığı) Tek Bir
Bütün halde mevcut olma halidir. |