* İnsan
ruhu dalgalardan meydana gelmesine karşın nasıl oluyor
da havada dağılmadan bir arada durmaktadır?
Bunun cevabını holografik açıdan vermeye çalışalım.
Bildiğimiz gibi, bedenimizdeki hücreler beynin ürettiği
bio-elektrik vasıtasıyla bir arada tutulmaktaydı. Bu
özellik otomatikman beyin tarafından üretilen ışınsal
bedende de aynıyla yansıdığından bu bilgi, dalgaların
boşlukta dağılmadan bir arada kalmasını sağlamaktadır.
Anti parantez bu ışınsal beden, her ne kadar E-M
dalgasal yapı olsa da bildiğimiz ışık, telsiz, radyo...
dalgası da değildir. Tıpkı bizim, topraktaki atomlardan,
minerallerden, maddelerden oluşmamıza rağmen bize toprak
denmemesi gibi. Ayrıca, bu beden yapısı için mikrodalga
terimi kullanılsa da, bu bizim sonsuz elektromanyetik
spektrum bandının sadece küçük bir bölümünü teşkil eden
ve dalga boyu 10 ile 10 üzeri (-4) m. arası dalgalar
kast edilmemekte, sadece ruh bedenin elektromanyetik
kökenli bir yapı olduğunun vurgulanması için
söylenmektedir. Tekrar konumuza geri dönersek; zaten
kuantum fiziğine göre, evrenin temel yapı taşı bilgi
olup aslında, evrendeki tüm yasalar ilgili bilgi
istikametinde hareket etmekteydi. Böylece, dünyada ve
evrende, makro ve mikro planda açığa çıkmakta olan tüm
kuvveler, büyük ya da küçük çekim güçleri, hareketler,
oluşumlar, aslında ilgili bilgilerin o mahalden,
mahallerden açığa çıkmalarıyla meydana gelmektedir.
Benzer anlamla, holografik özellikli evrende, nesneler,
varlıklar arasındaki güç, kudret etkileşmeleriyle ortaya
çıkan oluşlar, hareketler, fiziksel bir etkinin nedeni
olmak yerine, gerçekte ilgili bilgilerin birbirlerine
aktarılması sonucu nesnelerin boyutsallığında bulunan
verilerin (özelliklerin) o boyutta açığa çıkmasıyla
meydana gelmektedir. Oysa biz bu durumu, hep fiziksel
güçlerin etkileri olarak algılayıp değerlendirmekteyiz.
Dolayısıyla,
kendi boyutlarında yasalar değişmez olsa da, mutlak
değildir. Daha üst boyutlardaki ilgili bilgi
istikametinde bu yasalar farklı şekillere bürünebilir,
farklı biçimlere de dönüştürülebilirdi. Fakat o zaman da
o boyut ya da boyutlar var olmazdı. Bu yüzden insanlar,
cehennem boyutuna yaptıkları her şeye rağmen dışarıdan
biri tarafından gönderilmeyip dünya yaşantısındayken
cehennem boyutuna ait (şartlanmalar, değer yargıları ve
duygulardan oluşan) bilgileri yüklenmeleri nedeniyle,
ruhun kendisindeki o özellikleri ihtiva eden o ortam,
boyut ve şartlarına doğru çekilmesi ve o noktada
kendisini bulması sonucudur. Aynı şekilde cennet denilen
boyuta da ötedeki biri göndermeyip birimdeki bilgiler
istikametinde cehennemden kaçarak Nur boyutuna
dönüşmeleri (ki bu nedenle, mekansal bir yere girmek
değildir) sonucu oluşmaktadır. Bildiğimiz gibi, gerçekte
bir düşünceden ibaret olan insan, ışınsal ruh bedeniyle
de cennete girememektedir.
* Ölüm anında, Azrail (as)’ in göründüğü doğru mudur?
Azrail (as) da ruhunu aldığı anda birimlere bir suret
olarak görünebilmektedir. Ve sistemin holografik yapısı
dolayısıyla ruhunu kabz ettiği birim hakkında tüm her
şeyi, özünden gelen bir biçimde, kendisinde mevcut olan
bilgi ile bilir. Ya da “özündeki levhi mahfuzu
okuyarak”. Bu suretsiz bir biçimde de, basit biçimde
de olabilmektedir. Bu suretli oluşu da kişinin veri
tabanına, bundaki bilgiler istikametinde kişiye göre
farklı farklı şekillerde olur. Bu yüzden kimine tanıdığı
ya da çok sevdiği bir insan suretinde görünürken, kimine
de sevmediği, nefret ettiği, zulmettiği...vs kişi ya da
çeşitli varlık suretlerinde görünür. Hatta bazı
insanlara, Resulullah’ın suretinde gelir. Bazı insanlara
ise mesela, sadece bir koku olarak gelir ve o kişi bu
kokuyu duyar duymaz ruhu kabz olunur. Bu koku da kişinin
veri tabanına göre güzel ya da iğrenç şekillerde
olmaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki,
ruhun bedenden çıkması dahi bizim boyutumuza göredir.
Ruh açısından, bedenden çıkma diye bir şey yoktur. O
yine, tıpkı bedende olduğu gibi kendi ışınsal
boyutundadır (o boyuttaki hareketliliği, o boyutun
kendi içinde düşünmek gerekir). Sistemin holografik
yapısı nedeniyle de bu holografik nitelikli ışınsal
beden, karşılaştığı her şeyin hakikâtine yönelerek bir
bütün halinde onu araştırmaya, algılamaya çalışır. Bunun
yanında dünyada yaşarken başarabilenler, bedeninden,
bedenin sınırlamalarından sıyrılarak çeşitli mekansal ve
boyutsal seyahatler yapabilmektedirler. Bunu da
düşündüğü an o ortamda, boyutta olmasıyla
gerçekleştirebilir. Çünkü bilince, bilincin
değerlerine bağlı olan ruh, ruhla kayıtlı olmayan bir
bilinç tarafından dilenilen yere bir anda yer
değiştirebilir.
Bununla birlikte
Azrail (as)’in sadece ölüm anında işlev gördüğünü
düşünmek de yanlıştır. Aslında meleklerin sonsuz
boyutların her birinde sayısız işlevleri söz konusudur.
Mesela, Azrail (as)’ in, bir olaya son vermesini ve
ikinci bir yapının başlangıç ortamını sağlamasını, El
Bais isimli meleğin, İsrafil (as)’in dönüşümü oluşturup
bir sonraki hayatı, yaşamı başlatmasını, meydana
getirmesini göz önüne aldığımızda bu özelliği, mikro
kozmosta madde planına ait kararlı ya da kararsız
parçacıkların, fotonların var oluş ve yok oluşlarında,
hücrelerimizin her an yenilenmesinde, evrimin
kendisinde, makro kozmosta yer alan yıldızların,
galaksilerin, evrenlerin doğup büyüyüp tekrar dönüşüme
uğramalarında, bir çocuğun her an yeni bir şeyler
öğrenerek gelişimini sürdürmesinde...vs. görebiliriz.
Bununla birlikte, Nur bilinç boyutundaki dört baş
meleğin, yansıdığı her boyutta ayrı ayrı yapıları söz
konusudur. Dolayısıyla, Nari boyutlarda da o boyutça
hükmünü icra eden somut yapıları bulunmaktadır.
Bazı cinlerin, evliya ya da Resul ve Nebilerin,
dolayısıyla Resulullah’ın kılığında görünmelerine
gelince. Cinlerin şeytani vasıflı olanları, bu
şahsiyetlerin suretlerine girerek bazı insanlara
somutmuşçasına, gerçekmişçesine rüyalarda, sekaret
halinde ya da bizatihi görünebilmekte ve onları akla
hayale gelmedik şekilde kandırabilmektedirler. Oysa
bu suretler, gerçekten de o birimlere ait değildir.
Çünkü şeytanlar, onların gerçek suretlerine giremezler.
Onları, zaten gören, tanıyan olmadığı için de şeytanlar,
kişilerin kendi zanlarına göre o insanlarmış gibi
görüntü vermektedirler. Bu birimlerin orijinal
suretlerine ise, ancak melekler girer ve sisteme ve
hakikate dayalı olarak gereken bilgileri, işlemleri
yaparlar. Buna karşılık şeytanların görüntü verdiği güya
kutsal şahsiyetler ise, her zaman Kuran ve sünnete,
hakikate ve sisteme ters düşen bilgiler vermekte ve o
doğrultuda davranışlar sergilemelerini temin
etmektedirler.
* Ölüm ötesine geçen bir ruh, kabir aleminde, dünya
görüş alanından kaybolmadan önce maddesel bedeni ve
beyni devre dışı kaldığı için, tıpkı dünyadaki gibi
görebilir mi, duyabilir mi, tat alabilir mi,
koklayabilir mi, dokuna bilir mi, somut acı duyabilir
mi?.
Maddesel duyularımız çevreyi ve evreni, elektromanyetik
dalgaları yanı sıra, ışınsal yapısıyla ilgisi olmayan
madde dünyamıza ait mekanik dalgalar vasıtasıyla
algılar. Bunlardan görme dediğimiz, cisimlerden gelen
anlam yüklü elektromanyetik dalgaların gözler
vasıtasıyla, koku dediğimiz, cisimlerden yayınlanan koku
moleküllerinin burnumuz aracılığıyla, işitme dediğimiz,
varlıklardan ya da nesnelerin havadaki molekülleri
titreştirmeleri dolayısıyla kulaklar tarafından (ki,
uzay boşluğunda yeterli düzeyde molekül, atom
bulunmadığı için ses dalgaları yayılmadığından mesela,
güneşteki patlamaların sesini duyamamaktayız), tat ve
dokunma dediğimiz şey de dildeki, derideki alıcılar
vasıtasıyla beyinde değerlendirilmesi sonucu algılanır.
Buna karşın ölüm akabinde ruh (ışınsal) bedenin,
elektromanyetik dalgalar aracılığıyla görebilmesi
dışında diğer duyu organları olmadığından onları
algılayamaması gerekir. Oysa mistik kaynaklarda bir
ruhun, tıpkı madde bedeniyle olduğu gibi, hatta daha da
iyi algıladığı, hissettiği, duyumsadığı
belirtilmektedir. Bunun sistemine baktığımızda ise,
gelen ışınlar, direkt ruh tarafından değerlendirilirken
ruh maddi bir yapı olmadığı için, kesinlikle
dokunamamakta bununla birlikte dil olmadığından
tadamamakta, burun olmadığından koklayamamakta, kulak
olmadığından işitememektedir. Fakat tadı, kokuyu,
sesi yine de iki şekilde algılar ve hisseder.
Bunlardan birincisi, bunları tadan, koklayan, işiten
insanların beyinlerinden yayımlanan dalgalardan ikincisi
ise, o şeylerin bilgisinin ruhunda kayıtlı olmasından
ötürü, bizatihi algılar. Bu nedenle, gerek ölüm ve
akabinde gerekse de kabirde, birim bedeniyle kayıtlı
olduğu, bedeninden arınmadığı için bedenine yapılan ya
da oluşan her türlü şeye karşı tıpkı kendisine
yapılıyormuşçasına hissettiğinden, ortada fiziki bir
etki olmamasına karşın sanki bu etki varmışçasına, hâlâ
o bedende yaşıyormuşçasına aynen acıyı hisseder. Kabir
azabının bir kısmını teşkil eden bu bölümde, bedenin
çürümesi sürecinde, yılanlar, fareler, solucanlar,
kurtlar, bakteriler...bedenini yok ederken birimin bire
bir azap duymasının nedeni budur.
Ayrıca,
bedenlerini ölümlerinden sonra incelenmesi için bilim
uğruna ya da başka nedenlerden ötürü kadavra olarak
veren insan ruhlarının, bedenleri kesilirken, bizatihi,
gerçekten kesiliyormuşçasına acı duyması da bu
sebeptendir. Ya da nasıl olsa ruhum tanrının huzuruna
gidecek diye cesedini yaktırması da aynı şekilde korkunç
azapları beraberinde getirecektir. Gömülme işleminin
hemen ardından gidenlerin ayak seslerinin işitilmesinin
bir nedeni de budur.
* Mistik alanda ifade edilen, “Kendiliğinden” kavramını
açabilir misiniz?.
“Kendiliğinden
kavramı”,
materyalist felsefede maddenin, var olmasıyla sahip
olduğu bilinç ile bir nedeni ve sonucu olmaksızın yoktan
bir anda oluşmasıdır (?). Sadece maddeyi esas alan ve
hayattaki birçok gerçekle de uyuşmayan bu görüşe göre,
maddenin yani, evrenin ve içindekilerin bir amacı,
belirlenmiş, nihai bir noktası yoktur. Amaçsız bir
biçimde tesadüfen var olur yine, ihtimaller zinciri
içerisinde yaşar ve tekrar yok olur. Bu açıdan olayların
aslında bir nedeni de yoktur. Neden, niçin sorularını
barındırmaz. Çünkü, cevabı da yoktur. Oysa cevabı
olmayan, cevaplanmayacak hiçbir şey, hiçbir sistem, daha
doğrusu böyle bir kavram olamaz. Sistem ve düzen
varsa, bir şey bir şekilde meydana gelmişse, var
olmuşsa, oluşumun cevabı da mutlaka vardır, olmalıdır.
Aksi taktirde, akılcılık yapıyorum derken,
akılcılığın tam tersi olan çelişkili durumlara saparız
ki, bu da gerçekten hiçbir şey ifade etmez. Bilimin
geldiği son nokta da, Kuantum fiziğinin temelini
oluşturan hologram prensibine göre, algılanan ve
algılanmayan tüm varlık, Allah’ın İlim Sıfatının
zuhuru olan Kozmik Bilincin İndinde bir yanılsamadan
ibaret olup her bir yanılsama da o birimin yapısına
göre, görünenin bu Kozmik Bilinç olduğunu ifade
etmektedir. Böylece algıladığımız evren,
içinde kaosu da
barındıracak bir şekilde, Mutlak bir Şuurun meydana
getirdiği sistem ve düzenle vardır.
Bu nedenle, Mistik alanda
ifade edilen “kendiliğinden kavramı”, materyalist
felsefeden tamamen farklıdır. Çünkü sonsuz- sınırsız tüm
boyutlarıyla varlık, onu meydana getiren Tek’ in ilmine
göre, bir hayaldir. Gerçekte, kendi başına müstakil, hiç
bir varlığı yoktur. Hiçbir zamanda, “an”da da var
olmamıştır. Her bir hayalin, tümü içermesi, Tek’ in o
boyutta da yine kendisi olması dolayısıyla da bu hayal
suretleri, dışarıdan gelen bir biçimde değil (çünkü iç
ya da dış diye bir şey yoktur), özden dışa doğru
boyutsal olarak ve nedenini ile niçinini barındıracak
şekilde, birbirleriyle de bağlantılı olup yüklendikleri
belli bir tasarım, plan ve programla “kendiliğinden”
açığa çıkmakta, var görünmektedir. Bu nedenle Tek’
ten bakış açısına göre ister boyutsal, isterse de
mekansal her şey, belli bir amaca dönük olarak belli bir
sistem ve düzenle kendinden kendine, kendiliğinden var
olmakta, kendiliğinden hareket etmekte, kendiliğinden
dönüşüme uğramakta...vs. Dolayısıyla kim, kimden ne
görüyorsa, kim neyi yapıyorsa, hangi olaylarla
karşılaşıyorsa (ki bilgide bizler için kolay olsa da
yaşamı oldukça zordur) aslında kendisinde olanla
karşılaşmakta, kendi kendisini yaşamaktadır. Daha
doğrusu, var
olan her şey,Tek’ in tüm boyutlarda, çokluk boyutunda
kendini seyrinden, kendini yaşamasından ibarettir, hayal
suretleri şeklinde.
Ünlü sufist Şeyhül Ekber
M. İbnül Arabi, bu çokluk boyutu açısından değil,
sadece Teklik açısından (yukarıdan aşağıya bakış
açısına göre) olaya bakarak Mirat’ül İrfan
adlı eserinde şu gerçeği dile getirdi,
“O’nun Peygamberi O’dur,
yani Kendisi, Onun Risaleti O’ dur...Yani Elçisi O’ dur.
Yani, Kendisi. Keza Kelamı da O’ dur, yani Kendisi. O
bir Elçi gönderdi; Kendisinden; Kendisiyle, Kendisine.
Ne sebep, ne vasıta. Bunlar yok, çıkar bunları aklından.
Elçiyi gönderen, Elçinin getirdikleri, Elçinin Kendisi
ve Elçinin geldiği Kimse. Bunların Hepsi Aynı Varlıktır,
TEK Şeydir. Aralarında hiçbir fark, değişiklik ve
ayrılık yoktur. Onun gayrı için bir vücud düşünülemez.
Hatta yokluğu da; yani Fenası da. Hatta, ne ismi, ne de
müsemması düşünülebilir. Sakın ha, çok sakın. Bu
manâları inkâra kalkmayasın, sonra yanarsın. Çünkü
delilimiz kesindir; sağlamdır. Çünkü Resulullah şöyle
buyurdu: “Bir kimse ki Nefsini bildi, gerçekten Rabb’ını
bilen O oldu” ve Resulullah yine şöyle buyurdu:
“Rabbımı, Rabbımla bildim”.
Her iki (enfüs
ve afaki) boyutsal bakış açısını ise,
İbrahim El Cili hazretleri İnsanı Kamil adlı eserinde
şöyle dillendirmektedir: “
Dünyadan, Ahirete...Mutlak
Fezadan...Zerrelere...Arştan, Refrefe...Sidrei
Müntehadan; Salsala-ı Cerese...Parlak yıldızlardan,
kalplerin direği olan; Adn cennetine...Mülkten, Melakuta
olan; Her Şey Benim...Ancak dikkât et!.. Bütün bunlara
rağmen; Mevlasına tevbe ederek dönen; Aciz kul da yine
benim; Fakirim, bakirim; eğilenim...Zillet sahibiyim ve
günahların eseriyim”.
Geçmişte bazı
mistiklerin sadece enfüsi açıdan dile getirdikleri
söylemleri, onu algılayanlarca bir bütün olarak
değerlendirilememesi yüzünden anlaşılamamış ve bu yüzden
de tepki görmüşlerdir. Her zaman söylediğimiz gibi bu
ifadeler, çokluk (efal) boyutu ve kurallarını ortadan
kaldırmamaktadır. O boyutlar nasıl Hak ise, bu boyut
yasaları, kuralları, ibadet adı altındaki tüm çalışmalar
da aynı şekilde Haktır. Zaten bu tür söylemlerde
bulunan evliyanın hayatlarına baktığımızda, zahiri
kurallara herkesten çok riayet ettikleri, ibadet adı
altındaki çalışmalarının da, onları anlayamayan
insanların en az 10-50 katı kadar fazla olduğu
görülmektedir.
(Sistemin
Seslenişi I / İnsan Ve Sırları I, II / Akıl Ve İman /
Okyanus Ötesinden (3) – Ahmed Hulusi / İnsanı Kamil- A.
K. B. İbrahim El Cili / Miratül İrfan- M. İ. Arabi) |