*Allah’ın “Ol” demesiyle oluşan nedir?Hangi boyutta ve
nasıl oluştu?
Öncelikle Allah’ın “ol” emri, bizim nedensellik zinciri
içerisinde belli bir süre sonra oluşan bir şey değildir.
Çünkü biz bir şeye “ol” derken oluşum, en kısa süre
içinde açığa çıksa bile bu, belli bir süreç alırken,
zamanın, dolayısıyla neden-sonuç ilişkisinin var
olmadığı zamansızlık boyutunda “ol” emri, zaten o şeyin
o “an” da olup bitmesidir. Bu da, Allah’ın
bölünmez-parçalanmaz bir bütün halindeki sonsuz
özelliklerinin (manalarının), varlığın kaynağı olan mana
terkiplerine dönüşmesi yani, yaratılışın (yoktan var
oluşun) meydana gelmesidir. Yaratılmanın başı (“an” daki
boyutsal önceliği göz önüne aldığımızda), enerji ve onun
türleri değil, bu esma terkiplerine olan dönüşümdür.
Bunun sonucu olarak mistisizmde genel anlamda madde
olarak ifade edilen gerçekte ise, Ana Enerji ve bunun
yoğunlaşmasıyla oluşan sonsuz boyut ve varlıklar meydana
gelmiştir. Başka bir deyişle, zamanın olmadığı Allah
ilmindeki hükmünün, yine zaman kavramının geçersiz
olduğu varlık âlemi adı altında efal boyutunda bir
Bütün olarak açığa çıkmasıdır. Çünkü
zamansızlıkta boyutlar, bir “an”da oluşur. Zaman ise,
efal boyutu içinde onu algılayan birime göre var olan
bir kavramdır. Dolayısıyla, Ana Enerjinin
yoğunlaşmasıyla enerji, parçacık, atom, molekül ve
nihayetinde bildiğimiz evrenimizi meydana getiren
big-bang değil, yine bu Ana Enerjiden sınırsız
maddesel evrenleri oluşturan sonsuz big-bangler,
tüm Nar ve Nur (meleki) boyutları
ve bunların da ana cevheri olan mana terkipleri yani
bütün yaratılmışlık boyutu, bu “ol” emriyle, bir “an”da
oluşmuştur. Dolayısıyla, bu durumu sadece bizim maddesel
evren ve ona bağlı boyutlarına bağlamak doğru olmaz.
Ayrıca, zaman kavramının adının bile geçerli olmadığı
bir “Nokta” da, tüm boyutların oluşumu ile bu
boyutların yok oluşu da aynı “An” dadır.
* “Allah,
kaderimizi bizimle beraber şu anda yazıyor” sözü,
gerçekte hangi anlamda ifade edilmiş bir kavramdır?
Bu konunun anlaşılamamasının en büyük nedeni, her zaman
üzerinde sıkça durduğumuz gibi, boyutsallık kavramının
tamamen oturtulamamış olmasıdır. Üst boyut bakış
açısını, yaşadığımız alt boyuttaki düşünce ve mantık
yapısıyla değerlendirdiğimiz ve bunun da bize perde
oluşturması nedeniyle, gerek Kuran ve gerekse de
Resulullah açıklamalarının ne anlatmak istediğini bir
türlü kavrayamamakta, sonucunda da olayları çelişkisiz
bir biçimde açıklayamamaktayız. Bu perdeli anlayıştan
kurtulmanın yegâne yolu ise, bulunduğumuz bakış açısını
bir kenara bırakarak yorum yapmaksızın üst boyut
bilgilerini, yine o boyutun bakış açısına göre objektif
olarak değerlendirmektir.
Bu beş duyusal bakış açısına göre, bir tanrı ve bir de
ondan ayrı, ama devamlı ondan geldiği söylenen kullar
bulunmaktadır. Böylece bir tanrının, bir de kulun
aralarında bir çizgiyle ayrılmış ayrı ayrı akıl ve
iradeleri vardır, birbirlerine bağlı olarak. Bu akıl ve
iradeler kimi zaman kesişirken, kimi zaman da
birbirleriyle kesişmemekte, bağımsız hareket
etmektedirler. Sonuçta kul, özgür aklı ile irade eder,
dilediğini yapar. Tanrı ise bu sırada olaylara karışmaz,
sadece kulun neler yapabileceğini bildiğinden, her birim
kaderini kendi yazmakta ama kaderi, tanrı ezeli
bilgisiyle sadece bildiğinden, indinde adının bile
geçmediği kulun iradesine endeksli olarak, onunla
kayıtlı olarak yaratımda bulunmaktadır. Ya da bir
anlamda tanrı, kulu ile birlikte o kaderi o anda
yazmaktadır. Eğer tanrı böyle olmasaymış, merhametli,
adil, eşitlikli olamazmış. Oysa kendinde olmayan,
kendisinin olmayan, kendisi dışındaki bir şeye, o şeyin
iradesi istikametinde ya da o iradeye rağmen ters
gelecek tasarrufta bulunması bu durumu oluşturur ki,
zaten bu da imkânsızdır. Çünkü, varlık dediğimiz şey,
onun esmasının, özelliklerinin belli terkipler halindeki
manaları toplamı değil miydi? Her biri manalar toplamı
olan terkiplere, belli isimler verilmesiyle varlık
oluşmuştur ki, bu isimleri kaldırdığımızda ya da o
isimleri görmediğimizde o varlık mevcut değildir. Şu
haliyle de öyledir. Makrokozmos dan mikrokozmosa kadar
tüm enerji türlerinde, parçacıklarda ve bunlardan oluşan
tüm birimlerde açığa çıkan hareketler, tüm eylem ve
düşünceler ve de varlıkları, yapıları o terkipteki
manaların (ki bu onların takdiridir, kaderidir) açığa
çıkmasıyla meydana gelmektedir. Zaten günümüzde de,
gözlemlenen, gözlemleyen, yaratılan, yaratan olarak ayrı
ayrı şeylerin mevcut olmadığını, birtakım deneysel
verilerin sonuçlarına dayalı olarak kuantum fiziği
bilimsel olarak kesinkes göstermiş durumdadır.
Ayrıca bir başka açıdan Kuran ve Resulullah
açıklamalarına göre bu, Allah’ın Ahadiyetine,
Vahidiyetine, Samediyetine aykırı bir durumdur. Çünkü
Allah, Hayydır. Kul da Hayydır, canlı ve şuurludur.
Allah Alimdir. Kul da Alimdir. (Kapasitesi oranında)
akıl ve ilim sahibidir. Allah Müriddir. Kul da Müriddir.
Belli bir irade sahibidir. Allah Kadirdir. Kul da
kadirdir. Terkibi nispetinde, güç ve kudret sahibidir.
Dolayısıyla, yaratılmışın, Allah yanı sıra bir hayatı,
aklı, şuuru, iradesi ve gücü yoktur. Çünkü Allah indinde
kul ile arasında bir sınır yoktur. Sınır olmayan bir
yerde de kimin hayatından, şuurundan, ilminden, irade ve
kudretinden bahsedilebilir. Olmayan bir şeyin böyle
vasıflara sahip olması mümkün müdür? Yani, Kul yoktur,
her boyutta var Olan Allah’ tır. Buna karşılık “kul
vardır” diyorsan “kul” adı altında var olan zaten yine
Allah’ tır. Bu nedenle cüzi akıl ya da cüzi irade,
Mutlak Akıl, Mutlak İradenin zuhuru olan birimlerin
(terkiplerin) birbirlerine olan bakışından dolayı bu
ismi alır ki, bu cüzi akıl ve cüzi irade de tıpkı o
birim gibi hayalden ibarettir. Gerçek varlığı yoktur.
Ve şu an dahi öyledir. İşte mistisizmde,
“Allah’ın kaderi kul ile birlikte yazması” denilen
olay, zamansızlığın, zamanın her yerinde olması
dolayısıyla ifade edilmiş bir kavramdır. Tüm
zamanların bir arada bulunduğu “an” ın, aynı şekilde her
bir zaman diliminde mevcut olması nedeniyle “An”
boyutunda oluşturulan program, zaman içindeki şu anda
meydana gelmektedir, bir anlamda. Yoksa, yukarıda
anlatıldığı gibi tanrısal anlayışla söylenmiş bir söz
değildir.
Bu yüzdendir ki, Allah indinde her şey olmuş bitmiş,
kalem kurumuş ve tüm yaratılmışlar olanlar ile bizler,
hiçbir şeyden haberdar olmaksızın o boyutta olan biteni,
yaşamaktayız sanki yeni oluşmakta olan ya da
oluşturduğumuz olaylarmış gibi. Ancak, kendi maddesel
boyutumuzda ise, bizden açığa çıkan, görünen ilim ve
irade ile dilediğimiz şekilde özgürce kararlar ve
seçimlerimizi yaptığımız ve o doğrultuda kendi istek ve
arzumuzla (dışarıdaki bir varlığın bize dayatması
şeklinde değil) o fiilleri ortaya koyduğumuz için de bir
sonraki adımda (bu boyutta ya da ahirette)
yaptıklarımızın sonuçlarını iyi ya da kötü olarak
yaşamaktayız. Mutlaka öyle ya da böyle bir şeyler
yapacağız ve yapmaktayız da. Ama bu da Allah’a aittir.
Tıpkı, “attığında sen atmadın, atan Allah idi”
yada “siz isteyemezsiniz, sizdeki istek Allah’a
aittir”...vb ayetlerinde olduğu gibi. Başka bir
deyişle, zamansızlık var ise, zaman kavramı yoktur.
Zaman kavramı varsa, bu seferde zamansızlık yoktur.
Çünkü demin de dediğimiz gibi, zaman içinde çokluk
boyutu adı altında o fiilleri ortaya koyan kul değil,
yine Allah’ tır.
* Kuran ve Hadislerde çelişkiymiş gibi görünen ifadeleri
çözümleme sistemimiz nasıl olmalıdır?
Her birinin, bir diğerini meydana getirdiği boyutların
sadece birini temel alarak diğer boyutsal anlamları
bunun üzerine bina etmek, tam anlamıyla gerçeği ne kadar
yansıtır? Bu nedenle tüm boyutları ihtiva eden Kuran ve
Resulullah açıklamalarını sadece bir boyut ya da aynı
boyutun belli yönlerini baz alarak diğerlerini buna göre
inşa etmek doğal olarak çelişkileri de beraberinde
getirmektedir. Oysa yapılması gereken en içteki, en tepe
noktadaki ya da en kapsamlı olan boyut veya anlam temel
alınarak diğerlerini bunun ışığında, buna göre
değerlendirmemiz gerekmektedir.
Bu nedenle Kuran, bir taraftan Allah’ın kendi bakış
açısından Ahadiyetinden, Samediyetinden, doğmamış ve
doğurmamış olmasından yani, herhangi bir merkez, sınır
olmaksızın (dolayısıyla bir şeyin girmesi yada çıkması
diye bir şeyden bahsedilemez) sonsuz sınırsız, Som Tekil
bir yapı olduğundan ve bunun her bir boyut katmanında
geçerli olduğundan bahsedip diğer taraftan da bize
göre, bizim anlayabileceğimiz örneklemelere göre
mesela, ötelerde bir varlıkmış gibi meleklerle, İblisle
diyaloğa girmekte, Hz. Muhammed’e (s.a.v) sitemde
bulunmakta, varlıklara hitap etmekte iken biz ikinci
kısımda olanı göz önüne alarak tüm kavramları buna göre
oluşturamaz, düşünemeyiz. Bu yüzden Kuran ve
Resulullah açıklamaları birinci yerine, hep ikinci yani
bize göre tanımlanan anlayışla insanlara anlatıldığı,
yazılıp çizildiği için bu yorumlar gerçeği
yansıtmamakta, günümüz bilimsel verileri ve anlayışıyla
da çelişki oluşturmakta, sonucunda da kaos meydana
gelmektedir. Böylece din, böylesi yorumlar nedeniyle
günümüze hitap etmemektedir.
Aynı şekilde, bir taraftan Allah’ın Seriül Hisab
olduğunu söylerken bunu bir tarafa bırakıp yine Kuran ve
Resulullah açıklamalarına göre, olayın sadece bir yönünü
ya da belli yönlerini ifade eden cümlelere bakarak belli
bir zaman sonra hesaba çekileceğimizi düşünmek de yine
yanlıştır. İkici ifadedeki, bir şeyin karşılığının
görülmesi veya sonuçlarının yaşanmasıdır. Veya bir
taraftan ayette, “din içinde zorlama yoktur “
denirken, diğer yandan bütünden kopuk değerlendirmeyle
kendine, kendi çıkarlarına göre çeşitli mantık ve zeka
oyunlarıyla zorla, baskıyla din uygulaması içine
girilmesi, bu ayeti yok saymak, inkar etmek değil de
nedir?
Ya da Allah’ın, her an yeni bir şanda yani, hiçbir
tekrarı olmaksızın yeni, bambaşka bir yaratışta
bulunduğunu (ki bu, mikro-kozmostan, makro-kozmosa kadar
her şeyi kapsadığından varlıkta yaratılan hiçbir şey bir
diğerinin aynısı değildir, aksi şen’iyetine aykırı bir
durumdur) yanı sıra bu konuyla ilgili Resulullah
ifadelerini göz önüne almamız gerekirken, (hatta günün
bilimsel verilerini hiç kaale almayarak) tabanda insan
anlayışına göre ölüm ötesi yaşamın varlığını delil
olarak o boyuttan ifade eden diğer ayet ve Resulullah
açıklamalarını baz alarak, insan ruhlarının
kabirlerinden tekrar yaratılacak olan aynı bedenlerine
girip dirileceklerini düşünmek yine sistemi anlamamak
demektir (bu konuya “Güneşin Siyah Cüceye Dönüşümü ve
Kıyamet” başlıklı makalede değinmiştik). Kuran’ın her
idrak seviyesindeki, anlayıştaki insana hitap ettiği
için, dar görüşlü insanlara göre de bu türden ifadelerin
olması gayet normaldir. Zaten ayette de bu durum,
“Sizi (bedeninizi) benzerlerinizle değiştirmeye ve yeni
bir yapıya kavuşturmaya Kadiriz...” şekliyle ifade
edilmektedir. Buradaki benzeri olan yapı, kendi
boyutunca somut olan, o anki beden suretindeki
holografik nitelikli dalga bedendir. Bu da, yeni bir
yapı olarak ifade edilmektedir. Geçmişte de, ölümü
takip eden süreçlerde bedenin olmaması nedeniyle azabın
da olamayacağını düşündükleri bedensel dirilme olayı,
bilimsel açıdan bakıldığında da doğru değildir. Çünkü
bizler gerçekte, şu anda bile madde boyutunda değil,
ışınsal boyutta yaşamaktayız. Çünkü evrende ışınsal
boyut dışında başka boyut yok. Dolayısıyla bizler ölümle
birlikte, ışınsal bir boyuttan yine ayrı bir ışınsal
boyuta geçiş yapmakta ve bulunduğumuz boyutu maddi
(cismani) olarak, diğer boyutları da buna göre latif
boyutlar olarak değerlendirmekteyiz. Bu nedenle geçmişte
bazıları bedenen azap olunmayacağını olayın tamamen
ruhsal, düşsel olduğunu belirterek zamanla azabı da
kaldırdıkları için, buna karşın evliya cismani azap
vardır demiştir ki bu da bir nevi doğrudur. Çünkü nasıl
ki, rüyalarımızda bedenimize bıçak batırıldığında ya da
benzeri şeylerden bizatihi bedenimize
yapılıyormuşçasına azap duyuyorsak aynı şekilde, kabir
âleminde de böyle azapların görülmesi ya da cehennem
ortamında, o ortam radyasyonunun ruh bedende
oluşturacağı deformasyon dolayısıyla cisim olarak
algılanan boyutta, fiziksel bir azabın varlığı söz
konusu olacaktır. Zaten ölüm ötesi boyutlarda da ruh
bedenin zamanla kendi içinde sayısız baasları,
değişimleri söz konusudur.
Dolayısıyla, “ And olsun
ki biz bu Kuran’ da her çeşit misalden (sembolden)
insanlar için sayıp döktük” /“İnsanlar
için misalleri saydık...bilenlerden başka, nerede akıl
eden” / “And olsun ki zikir için Kuran’ı
kolaylaştırdık...nerede anlayan?”/ “Muhakkak ki, bu
ayetlerde akıl, öz akıl sahipleri için alınacak ibretler
vardır” / “ Bu mübarek kitabı ancak şunun için inzal
ettik; ayetler üzerinde derin düşünsünler diye ve de öz
akıl sahipleri tezekkür etsinler diye...”,
“Sağırdırlar, kördürler, laldırlar, dolayısıyla akıl
etmezler...”...vb.
açık ayetlere, günümüz biliminin anlamayı
kolaylaştırdığı boyutsallık kavramına rağmen hâlâ
boyutumuza, insanca düşüncelere göre ifade edilmiş
söylemleri mesela, (yukarıda ifade ettiklerimizle
beraber) mahşerde kurulacak olan bildiğimiz gibi
terazilerden, Allah’ın elinden (uzuvlarından), insan
omuzlarında kalemle yazı, not tutan meleklerden,
cennette kurulacak köşklerden, içilecek şaraplardan,
beraber olunacak hurilerden, gılmanlardan, altından
ırmaklar akan mekânlardan ...vb bire bir gerçekmiş gibi
bahsetmek, hep papağan gibi, her devrin kitabı olduğunu
söylediğimiz Kuran’ın zamanımıza hitap eden deşifresini
yansıtamamakta, bu yüzden de dinsel anlatımlar günümüze
hitap etmemekte, insanları tatmin etmemektedir. Maddenin
bir üst boyutu olan atomik boyutta bile bilinen tüm
kavramların geçersiz olduğunu bilmemize rağmen, bundan
tamamen farklı olan boyutlarda, bulunduğumuz beş duyu
boyut yapısının, şartlarının ve yasalarının devam
ettiğini düşünmek ham hayalden başka bir şey değildir.
Dikkât edilirse, ayetlerde sıradan bir akıl sahibini
değil, geniş, detaylı ve derinlikli tefekkür, düşünce ve
sorgulama gücüne sahip birimlerden bahsetmektedir. Yoksa
Allah var mıdır, yok mudur diye düşünüp var’da karar
kılan bir akıldan bahsedilmiyor. Kuran ve Sünnette
anlatılmakta olan Allah’ın ne olduğunu, nasıl bir varlık
olduğunu, sistemle ve insanla ne şekilde bir ilişkisi,
bağlantısının olduğunu anlayıp, hissedip, yaşayabilecek
bir Akıldan bahsediyor. Zaten böyle sıradan bir akıl
için ne Kurana, ne de Müslümanlığa gerek var. Pekala
Müslümanlık dışında da bir insan, mutlak bir gücün
varlığına inanabilmekte, kabul edebilmektedir. Ama o
gücün, kudretin ne olduğunu hangi vasıf ve özelliklere
sahip olarak kendisinde mevcut bulunduğunu
bilememektedir. Tıpkı, sisteme ve Hakikâte ait gelmiş ve
gelecek içerisinde en pik noktada bilgiler verilmesine
rağmen, bunu değerlendiremeyen Müslümanlar gibi.
Diğer taraftan şunu da belirtmek gerekir ki, bu
mecazi ifadeler, söylemler, tamamen farklı şeyleri
anlatmış olsalar da bu kelimeler, o bambaşka gerçeklere
götüren işaretler, anahtar olmaları dolayısıyla da asla
alelade cümleler olmayıp aynı zamanda bu gerçekleri
anlayabilmeyi, idrak edebilmeyi sağlayacak belli
potansiyelleri, enerjileri de ihtiva etmektedirler.
İkinci olarak da, bu mecazları, sembolleri gerçekmiş
gibi kabul etmek, her ne kadar tabanda kişinin imanına
zarar vermese de Sistemin ve Hakikâtin yaşantısını
elde etmek için bunların çözümlenmesi zorunludur, Hz
Resulullah’ın söylediği Bühl yani, ahmaklar, yani,
anlamadığını anlayamayanların cennetinde yer almak
istemiyorsak. Çünkü cennette, yani, Nur bilinç boyutunda
kendi boyutlarında yaşam iki sınıftır. Dünya
hayatındayken Allah’a irfan sahibi olanlarla, Allah’a B
sırrıyla iman etmemiş, ama tabanda iman sahibi olan
insanlar, yani ahmaklar sınıfı.
(Kendini Tanı / Cuma Sohbetleri /
Sistemin Seslenişi I, II / Okyanus Ötesinden I / Akıl Ve
İman / İnsan Ve Din – Ahmed Hulusi) |