* Klasik
Boyut Bakış Açısına Göre Algılayanın Varlığından
Bağımsız Olarak Var Görünen Evrenin, Değişmeyen Sabit
Yapısı, Yine O Evrenin Bir Boyutu Olan Kuantum Boyutu
Açısından Gerçekte Nasıldır?
İlk zamanlarda dalgalarla, parçacıkların farklı farklı
şeyler olduğu düşünülmekteydi. Ama bilimsel bulgular
geliştikçe dalga ve parçacıkların aslında aynı şeyin
farklı iki görünümü olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin
fotonlar, elektromanyetik dalgaların (alanların) belli
noktalar arası yoğunlaşmış hali olduğu gibi, diyelim ki
nötrinolar da bir nötrino alanının iki düğüm noktası
arasında yoğunlaşmış hali olmaktadır. Böylece alan-
parçacık ilişkisi bize, aynı tür parçacıkların evrenin
her yerinde niçin hep aynı olduklarının cevabını
vermektedir. Böylece tüm uzay- zaman, alanlardan,
nihayetinde ise, tek bir alandan meydana gelmiştir.
Foton taneciklerinin iki düğüm noktası arasında
kümelenmiş elektromanyetik dalgalarının bir görüntüsü
olması, dalgaların (alanların) sürekli olmayıp tıpkı
tespih tanecikleri gibi kesikli olmaları anlamına gelir.
Yani, tanecik görünümündeki bu alanlar birbirlerine
(daha iyi anlamak için tasvir edilirse) sıfır nokta
düğümüyle bağlıdırlar (bunu, birbirinden tamamen kopuk
olarak da düşünmemek gerekir). Dolayısıyla, tüm uzay
–zaman bu süreksiz alanlardan oluşmuş tekil bir yapıdır.
Bununla birlikte, görme dediğimiz şeyin aslı,
nesnelerden yayınlanan ya da onlardan kaynaklanan ışığın
yani fotonların, gözümüzdeki alıcıları uyarması ve bunun
da elektrik sinyalleri olarak beyinde değerlendirilmesi
sonucu oluşmaktaydı. Fotonların ise sürekli değil
kesikli bir yapıda olması dolayısıyla da, algıladığımız
görüntüler de devamlı olmamakta, bizim algılayamadığımız
çok çok kısa süreler içerisinde sekteye uğramakta yani,
bir görünüp bir kaybolmakta ve yokken tekrar var
olmaktadırlar. Benzer anlamla gördüğümüz bir şeyin bir
anlık görüntüsü, aslında iki yokluk arasındaki bir var
oluştur. Hareketlilik ise, bu yokluk arasında var
oluşların devamlılığı ile meydana gelmektedir. Bu durum
aynı zamanda, “Allah her an yeni bir yaratıştadır”
hükmünce bir sonraki anda görünen ile bir önceki anda
görünenin aynı olmayıp varlığın her an yeniden, yeniden
yaratıldığını göstermektedir. Görme dışında diğer
duyularımızın da kökeninin elektriksel alanlara,
dolayısıyla fotonlara dayanması nedeniyle aynı durum,
bunlar için de aynen geçerlidir.
Zaten Biyo-fizikçiler gözün retina tabakası üzerinde
yaptıkları çalışmalar sonucu, insan beynindeki sinir
hücrelerinin (bir elektronun atomdaki yörüngeler arası
ya da bir enerji durumundan bir diğerine geçişini
yansıtan, bu geçiş ile açığa çıkan) tek bir fotonun
emilimini kaydedecek hassasiyette olduğunu bulmuşlardır.
Aynı şekilde bu hassasiyet indeterminizm ve yerel
olmayan etkiler de dahil, kuantum düzeylerinde tüm garip
davranışlardan etkilenecek derecededir (ki bu durum,
kuantum altı düzeyi için de geçerlidir).
*
Renklerin Kökenini Düşündüğümüzde, Bunların da Diğer
Nesneler Üzerinde Bir Etkisi Var mıdır? Mesela Kırmızı
Renkli Arabaların Kazaya Daha Açık Olduğu Söyleniyor.
Tüm Bunlar Doğruysa, Acaba Sistemi Nedir?
Aslında bu soru basitmiş gibi görünse de gerçekte,
beraberinde çok daha derin soruların cevaplarını
barındırmaktadır. Renk dediğimiz şey, dalga spektrumu
içersinde görünür skaladaki belli frekanslarda titreşen
elektromanyetik dalgalardan başka bir şey değildir. Bir
nesneye ait renk ise, o nesnenin kendisinden yayınlanan
ya da o nesneden yansıyan belli dalga boylarındaki
ışınlardır. Bunu biraz daha açarsak, bir nesneye çarpan
elektromanyetik dalgaların bir kısmı nesne molekülleri
tarafından değerlendirilerek ısıya dönüşürken yani, ısı
frekansında elektromanyetik yayınımı yaparken, belli
frekanslar, atomun elektronlarının farklı yörüngelere
çıkmasına neden olur. Çok kısa süreler içerisinde
uyarılan elektronlar tekrar eski yörüngelerine
dönerlerken eşdeğer frekanstaki fotonları dışarı
yayınlarlar. Yani, gördüğümüz renkleri. Böylece tıpkı
maddenin kendisi gibi, renk dediğimiz şey de gerçekte
mevcut olmayıp belli frekanstaki ışınların beyin
tarafından renk olarak algılanması sonucu oluşmaktadır.
Zaten renk körü dediğimiz kişiler de, beyin veri
tabanlarının farklı açılması dolayısıyla aynı rengi,
farklı olarak görmüyorlar mı? Ya da renkli bir objeyi,
köpek gibi bazı hayvanlar siyah-beyaz olarak algılamıyor
mu? Dolayısıyla nesne yüzeyindeki her atomun, kendine
özgü farklı renkleri soğurma ve yansıtma özelliği
bulunmaktadır. Tek bir rengi soğuran atom da, aynı
şekilde o rengi dışa yayar (atomlar renkler dışında
bizler için görünür olmayan farklı ışınlar da
yaymaktadır). Bu yüzden bir nesnenin dalga spektrumu, o
nesnede hangi atomların var olduğunu bize gösterir.
Tıpkı beyaz ışığın bir prizmadan geçirildiğinde renk
yelpazesinin ortaya çıkması gibi, yıldızlardan ve
galaksilerden gelen ışınların renk yelpazesine
bakılarak (spektrumu incelenerek) o yıldız ve
galaksilerde hangi elementlerin, kimyasal maddelerin
olduğu ve hangi oranda bulundukları, renk ile sıcaklık
arasında ilişki nedeniyle de o ortam sıcaklığı tespit
edilebilmektedir.
Kısacası renk dediğimiz şey, nesneye gelen dalga
boylarının nesne tarafından yutularak sadece göründüğü
rengi dışa yansıtmasıyla oluşur. Gerçekte üç tane temel
renk vardır: Kırmızı, yeşil ve mavi. Diğer tüm renkler,
bu üç ana rengin karışımlarından, karışımların
karışımlarından...meydana gelmektedir ki, bu da
sayısızdır. Eğer nesne bütün dalga boylarını absorbe
ederse cisim siyah, yutmaksızın tamamını dışa
yansıtıyorsa o zaman da cisim beyaz görünür. Keza
Resulullah’ın beyaz elbise giymesinin nedeni ya da bunun
sünnet oluşu elbisenin şekli değil, renginin beyaz
olmasıyla ilgilidir. Çünkü bu bir sisteme dayanmaktadır.
Zaten gerçek anlamda sünnete uymak, evrensel sistemi,
sistem ve düzenin işleyiş prensiplerini dikkate alarak
gereği olanı yapmaktır. Aslında Resulullah’ın, sağ elle
yemek yiyip içmesi, aynı yere gidiyorsa farklı yollardan
da gitmesi, su içerken oturması ve bu sırada sol elini
başına koyması, evden çıkarken ve mescide girerken önce
sağ ayağını, mescitten çıkarken de sol ayağını atması,
kimi zaman saçı ve sakalını uzatırken kimi zaman
kısaltması, orucunu hurmayla açması,...vb. yaptığı her
işte (bizlerin algılayamadığımız) bir şuurluluk, sisteme
uygun hareket etme vardır. Dolayısıyla Resulullah’ın
beyaz giyinmesinin nedeni de beyazın tüm ışınları geri
yansıtması nedeniyle o sıcak şartlarda vücudunu sıcaktan
koruma amacına dayanmasıdır. Eğer bir kişi, onun
sünnetine uyuyorum diye kutuplarda da beyaz elbise
giyinmeye kalkarsa yaptığı bu iş sisteme, sünnete ne
kadar uygun olacaktır? Çünkü bu birim, sisteme göre o
şartlarda ısınması, dalgaları (fotonları) üzerine
çekebilmesi için siyah elbise giymesi daha uygun olur.
Eğer Resulullah kutuplarda yaşasaydı siyah ya da çok
koyu renkli elbiseleri tercih eder, üstelik giydiği
kıyafetlerin şekilleri tamamen farklı olurdu.
Dolayısıyla sünnetin ruhunu kavrayamamış, Hz
Muhammed’in(sav) hangi amaca, sisteme dönük olarak o
şeyi yaptığını düşünemeyen birimlerin iddia ettikleri
gibi, kılık kıyafet şekillerinin, ne evrensellikle, ne
de ölüm ötesi boyut gerçeğiyle bir ilgisi vardır
(elbette isteyen yine dilediği kıyafeti giymekte
serbesttir ki bu da işin başka yönüdür). Aynı şekilde
“
kim başka milletlere, toplumlara benzerse onlardandır ”
ifadesi de kılık, kıyafet benzerliğini değil, şuursal
anlamda onlar gibi (sisteme de ters düşen) aynı
zihniyete sahip olmayı anlatmaktadır. Eğer şekliniz,
kıyafetiniz söylenene uygun olmasına karşın zihniniz
maddeye, bedenin tatminine dönük düşünce ve fiiller
ortaya koyan toplumlar, topluluklar gibi olsa siz, Hz
Resulullah’ın sünnetine mi uymuş olacaksınız? Kaldı ki,
kendi döneminde müşrikler de Hz Muhammed (sav) gibi
giyinmiyor muydu?
Tekrar asıl konumuza dönersek, her şeyin Allah esmasının
terkipsel biçiminde dalgasal yapıda olması, dalgasal
yapının boyutuna göre maddesel yapı olarak da
algılanması ve her bir terkibin diğer bir terkibi
etkilemesi dolayısıyla da evrende, hiçbir şey, hiçbir
“dalga boyu” boşuna, süs olsun diye yaratılmamıştır. Her
bir dalga boyu mana yüklü olması itibariyle de kainatta
her bir varlık, birim boyutunun gereğince tespihini,
zikrini yapmaktadır. Bu yüzden nasıl ki, beyinden
yayınlanan anlam yüklü dalgalar, insanları, diğer canlı
ve cansız tüm her şeyi yani, çevresini, olayları
etkiliyorsa (ki insanların çoğu bunun farkında
değillerdir), cansız nesnelerden yayınlanan ve her biri
yine belli bir anlam yüklü dalgalar da o anlam
istikametinde canlıları, çevresindeki olayları bir bir
etkilemektedir. Bu yüzden, kırmızı renge sahip ya da o
renk olarak algılanan belli frekanstaki elektromanyetik
dalgaları yayan arabalar da çevresini, sistemi kazalara
yol açabilecek yönde her an bilgilendirdiği, irrite
ettiği için kaza riski diğerlerine nispetle oldukça
fazla olacaktır. Elbette bu rengin, konusuna göre olumlu
olan farklı farklı yönleri, özellikleri de mevcuttur.
Bunun tam tersi durum yani, koruyucu yönde anlam yüklü
dalgalar yani renkler de bulunmaktadır (ki, bunları
ilgili kitaplarda ya da internet sitelerinden
bulabilirsiniz). Ayrıca renkler üzerinde yapılan bazı
araştırmalar sonucunda renklerin, insan psikolojisi
üzerinde de büyük etkilerde bulunarak davranışlarını
etkilediği ortaya çıkmıştır. Bugün alelade şeylermiş
gibi bunlara “renk” deyip geçiyoruz. Oysa, her ne kadar
belli özellikleri keşfedilmeye başlanmış olsa da bunlar
daha işin başındaki şeyler olup sistemde daha ne tür
işlevler ortaya koydukları şimdilik tam olarak
çözülebilmiş değildir.
*
EPR Olarak Bilinen Düşünce Deneyini Açıklayabilir
misiniz?
EPR ismi, “Gerçekliğin
Kuantum Mekaniğiyle Tasvirinin Eksiksiz Olduğu Kabul
Edilebilir mi?” adlı makale ile kuantum fiziğinin
standart yorumuna karşı tez oluşturan Einstein, Podolsky
ve Rosen’in baş harflerinden oluşmaktadır. Bu hayali
deney ise, kısaca şöyledir.
Elimizde iki tane tanecik olsun ve bunlardan birini,
aralarında milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan A
galaksisine, diğerini de B galaksisine götürelim. A’
daki ve B’ deki kişi ölçüm yapmadıkları müddetçe
parçacık spinlerinin yüzde ellişer aşağı veya yukarı
gelme ihtimali bulunmaktadır. Kuantum fiziğine (daha
doğrusu Kophenag yorumuna) göre, parçacıklar
ölçümlenmediği müddetçe parçacık spinleri, süperpozisyon
halinde aşağı ve yukarı olarak üst üste durmaktadır.
Hangi sonucun geleceğinin belirlenmesi için ölçümleme
yapılması gerekir. Aksi halde bunların gerçekliğinden
bahsedilemez. Böylece A da ki kişi ölçümleme yapar ve
süperpozisyonu çökertir (ve diyelim ki) spini aşağıya
doğru olduğunu görür. Dolayısıyla diğer parçacığın spini
de yukarıya doğru olduğu anlaşılır (belirlenir). B de ki
kişi ölçümlemeyi yapar gerçektende spinin yukarı doğru
olduğunu ölçer. Yani, B’ deki kişi, A’ daki kişinin
ölçümleme yapmadan önce, spinlerin yönü hakkında yüzde
elli ihtimale sahipken A ‘daki kişinin ölçümlemeyi
yapmasıyla bu birden, yüzde yüz olarak diğerinin (A’
dakinin) zıttı yönde deneyi ölçümleyeceği ortaya çıkar.
Böylece A’ daki kişinin gözlemleme olayıyla tespit
ettiği spin yönü, o anda ışıktan hızlı bir şekilde diğer
spine ulaşıp onu bilgilendirerek B’ dekinin deney
sonucunu etkilemekte ve onun ne şekilde ölçüm yapması
gerektiğini belirlemektedir.
Bu
deneyin Einstein yorumuna göreyse, A ve B’ deki
kişilerin, deneyi yapmadan önce de yani, ilk durumda
parçacıklar ayrılmadan önce de hangi konumda oldukları
bellidir. Onları gözlemleme işlemi gözlemcilerin, sadece
var olan olay (durum) hakkında bilgi sahibi olmalarından
öte bir şey değildir. Deney sonuçları hakkında bir şey
söylenememesi, kestirimde bulunulamaması gözlemcinin
bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır (dolayısıyla gözlemci
gözlemlenene müdahale edememekte, belirsizlik diye bir
şeyin varlığı da söz konusu olmamaktadır). Böylece
Einstein’a göre Kophenakçılar, deneyi yanlış
yorumlamakta dolayısıyla da, ne yerel nedensizlik
ilkesinin ihlali olan telepati olayı (ışıktan hızlı
bilgi aktarımı, haberleşme) söz konusu, ne de
ölçümlenmedikleri zaman parçacıkların (nesnelerin) var
olmayışları söz konusudur. Bu bakış açılarından
hangisinin doğru olduğunun anlaşılabilmesi için, A’ daki
kişinin ölçümü, B’ dekinin ölçümü ile uyuşmuyorsa yani,
çok daha farklı yönlerde spin durumu belirliyorsa
kuantum fiziği yanlış, Einstein haklı, yok eğer her
defasında A’ daki ölçüm, B’ deki ölçümle uyuşuyorsa o
zaman da kuantum fiziği doğru, Einstein yanlış
olacaktır. Gerçekten de teknik ilerlemeler sonucu yıllar
sonra yapılan farklı deneylerle, her seferinde ani
etkileşmenin varlığı kanıtlanarak kuantum fiziğinin
doğruluğu ispatlanmıştır.
Yine Einstein, bir başka deneyle belirsizlik ilkesini
çürütmeye çalışmıştır. Bu ise, şöyledir. Yine A ve B
olmak üzere iki tane taneciğimiz olsun.
Ancak bunlar dönü hareketi yapmaksızın sadece etkileşim
sonrası bir doğru boyunca hareket etmiş olsunlar. Ve biz
bu taneciklerden birini mesela, B olsun, Kuantum
fiziğince imkansız olan, hem momentumunu hem konumunu
ölçmek isteyelim. Bunun için ilkin, A’ nın momentumunu
kesin olarak ölçerim. Bu sırada B’ ye dokunmam. Çünkü
yine klasik yasalarca biliyorum ki B ‘nin momentumu, A’
da bulduğum momentum değerinin tam tersidir. Daha sonra
da B’ nin konumunu kesin olarak ölçerim. Böylece B’ nin
hem momentumunu hem de konumunu kesin olarak ölçmüş
yani, Haysenberg’in belirsizlik ilkesini ortadan
kaldırmış olurum. Peki şimdi hata nerede ya da kimde?
Elbette Einstein’ da. Çünkü Einstein, bunu yaparken
tıpkı üstteki deneyde olduğu gibi Kuantum fiziğinin
temel yasası olan yerel nedensellik ilkesinin
olmamasını, deney ölçümü olmaksızın parçacıklar hakkında
hiçbir şey bilinemeyeceğini, söylenemeyeceğini (ki
parçacıkların varlıklarının yok olduğunu) varsaymıyor. O
kendi açısından, kendi bulgularına göre, klasik boyutta
geçerli olan yasalara göre deneyleri yorumlamıştır (ki
teknik imkansızlıklar nedeniyle yeterince deneyin
gerçekleşememesi de Einstein’a çanak tutmuştur). Böylece
A taneciğinin momentumunu ölçümlerken, B’ nin
momentumunun değiştiğini göz ardı ediyor. Oysa A nın
ölçümlenme işlemi, B ^’nin ilk durumundaki momentumunu
değiştirmiş oluyor.
Einstein bunlardan başka tek yarıklı ışın deneyi ile
kendisinin geliştirmiş olduğu çok zeki ve dahiyane bir
düşünce deneyiyle de Neils Bhor’ un karşısına çıktı.
Fakat sonuçta yine belirsizlik ilkesinin varlığı aynı
deney üzerinden Neils Bhor tarafından ispatlanmıştır.
Bundan sonra Einstein belirsizlik ilkesini çürütmekten
vazgeçti, ama hiçbir zaman da (bizzat kendisinin ortaya
çıkarttığı) kuantum fiziğinin temel ilkelerini kabul
etmedi. Fakat yukarıda da değindiğimiz üzere, yapılan
birçok gözlem ve deney bize, olayları Kuantum fiziğinin
bakış açısıyla değerlendirmemiz gerektiği şeklindedir.
Ancak şunu da kesin olarak belirtmek gerekir ki, kuantum
boyutlarında birçok şey doğru olsa da bazı şeyler de tam
olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Bu nedenle, David
Bohm da parçacıkların ışıktan hızlı haberleşmeleri,
gözlemcinin gözlemlenene müdahale etmesi, onu meydana
getirmesi...vb. kuantum fiziğinin temel ilkelerini kabul
ederek Neils Bohr’ un yanında yer alırken,
Kophenakçıların (Bohr’ un) varlığın bütünselliğini kabul
etmelerine rağmen kuantum bütünselliğinin yani, gözlemci
algılamadığı takdirde süper pozisyon durumunun bir
anlamı olmadığını ve bu nedenle de olayın derinine
inmemeleri ve kendi bulgularını bile görmezden gelmeleri
dolayısıyla, birtakım deney sonuçlarına dayalı olarak
geliştirdiği hologram teorisiyle kuantum altı boyutunun,
belirlenebilir bir yapıya sahip olması ile örneğin, bir
elektronun gözlemlenmediği zaman da varlığını (farklı
formlarda da olsa) sürdürmesi nedeniyle Einstein’ nın
yanında yer almıştır. Ancak bir elektronun ya da
varlığın (nesnelerin) gözlemlenmediği zaman da var
olması durumu, klasik fizik anlayışındaki gibi maddesel
yapılarının koruması anlamında değil, daha alt (kuantum
altı) enerji boyutunda, enerji dalgaları halinde var
olması şeklindedir. Ve her birim, hiyerarşik olarak öze
doğru kademe kademe tüm birim ve bütünselliği
barındırmakta ve birim (farkında ya da değil), bir şeyin
tüm olası durumunu ihtiva eden gizli düzendeki mevcut
ilgili enerji alanlarını, (enfüsi olarak) deşifre
edebildiği ölçüde görünür düzende (kendince maddesel
boyutlarda) bunları (afaki olarak) algılayabilmektedir.
Bunlara da çeşitli yazılarımızda ve bilhassa Kuantum
Potansiyeli I ve II. bölümlerinde detayıyla değinmiştik.
Son zamanlarda kuantum altı boyutun ispatına dönük
olarak devrim niteliğindeki bulgularla bir taraftan
dünyanın önde gelen üniversitelerinde neden-sonuç
ilişkisini tersine çeviren ışıktan hızlı hareketler
gerçekleştirilirken diğer tarafından Nobel ödüllü ünlü
fizikçi Gerardt’h Hooft da, belirsizlik ilkesinin yani,
kuantum boyutunun olasılıklı yapısının belirlenebileceği
ile ilgili olarak dahiyane bir yöntem (model)
geliştirerek parçacıkların tüm özelliklerinin aynı anda
kesin olarak belirlenebileceğini (böylece taneciklerin
geçmiş ve gelecekteki tüm durumları da belli
olmaktadır), dolayısıyla daha derin boyuttaki bir Akıl
tarafından ise, evrendeki tüm parçacıkların tüm durum ve
özelliklerinin tespit edilmiş olduğunu göstermeyi
başarmıştır (bunların detaylarına başka bir yazıda
değineceğiz). Bu, aynı zamanda seçimlerimizin (Kuran ve
Hz Resulullah’ın dile getirdiği gibi) daha öz boyutlarda
belli olduğunu ortaya koymaktadır ki, bu konu ileriki
günlerde daha da net olarak kendini güçlü bir biçimde
hissettirecektir.
(Bkz. Tekin Seyri / İnsan Ve Din / Hz
Muhammed Neyi Okudu – Ahmed Hulusi /Sünnet – Ahmed Fevzi
Yüksel,
www.sufizmveinsan.com , Tasavvuf / Tubitak Bilim Ve
Teknik Dergisi- Ekim 2000 / Kuantum Benlik - Danah Zohar
/Kozmik Kod – Heinz Pagels / Haber 7Com – 6 Haziran
2006) |