Din-Bilim Soru ve Cevapları

8. Bölüm

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

* Klasik Boyut Bakış Açısına Göre Algılayanın Varlığından Bağımsız Olarak Var Görünen Evrenin, Değişmeyen Sabit Yapısı, Yine O Evrenin Bir Boyutu Olan Kuantum Boyutu Açısından Gerçekte Nasıldır?

İlk zamanlarda dalgalarla, parçacıkların farklı farklı şeyler olduğu düşünülmekteydi. Ama bilimsel bulgular geliştikçe dalga ve parçacıkların aslında aynı şeyin farklı iki görünümü olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin fotonlar, elektromanyetik dalgaların (alanların) belli noktalar arası yoğunlaşmış hali olduğu gibi, diyelim ki nötrinolar da bir nötrino alanının iki düğüm noktası arasında yoğunlaşmış hali olmaktadır. Böylece alan- parçacık ilişkisi bize, aynı tür parçacıkların evrenin her yerinde niçin hep aynı olduklarının cevabını vermektedir. Böylece tüm uzay- zaman, alanlardan, nihayetinde ise, tek bir alandan meydana gelmiştir. Foton taneciklerinin iki düğüm noktası arasında kümelenmiş elektromanyetik dalgalarının bir görüntüsü olması, dalgaların (alanların) sürekli olmayıp tıpkı tespih tanecikleri gibi kesikli olmaları anlamına gelir. Yani, tanecik görünümündeki bu alanlar birbirlerine (daha iyi anlamak için tasvir edilirse) sıfır nokta düğümüyle bağlıdırlar (bunu, birbirinden tamamen kopuk olarak da düşünmemek gerekir). Dolayısıyla, tüm uzay –zaman bu süreksiz alanlardan oluşmuş tekil bir yapıdır.

Bununla birlikte, görme dediğimiz şeyin aslı, nesnelerden yayınlanan ya da onlardan kaynaklanan ışığın yani fotonların, gözümüzdeki alıcıları uyarması ve bunun da elektrik sinyalleri olarak beyinde değerlendirilmesi sonucu oluşmaktaydı. Fotonların ise sürekli  değil kesikli bir yapıda olması dolayısıyla da, algıladığımız görüntüler de devamlı olmamakta, bizim algılayamadığımız çok çok kısa süreler içerisinde sekteye uğramakta yani, bir görünüp bir kaybolmakta ve yokken tekrar var olmaktadırlar. Benzer anlamla gördüğümüz bir şeyin bir anlık görüntüsü, aslında iki yokluk arasındaki bir var oluştur. Hareketlilik ise, bu yokluk arasında var oluşların devamlılığı ile meydana gelmektedir. Bu durum aynı zamanda, “Allah her an yeni bir yaratıştadır” hükmünce bir sonraki anda görünen ile bir önceki anda görünenin aynı olmayıp varlığın her an yeniden, yeniden yaratıldığını göstermektedir. Görme dışında diğer duyularımızın da kökeninin elektriksel alanlara, dolayısıyla fotonlara dayanması nedeniyle aynı durum, bunlar için de aynen geçerlidir. Zaten Biyo-fizikçiler gözün retina tabakası üzerinde yaptıkları çalışmalar sonucu, insan beynindeki sinir hücrelerinin (bir elektronun atomdaki yörüngeler arası ya da bir enerji durumundan bir diğerine geçişini yansıtan, bu geçiş ile açığa çıkan) tek bir fotonun emilimini kaydedecek hassasiyette olduğunu bulmuşlardır. Aynı şekilde bu hassasiyet indeterminizm ve yerel olmayan etkiler de dahil, kuantum düzeylerinde tüm garip davranışlardan etkilenecek derecededir (ki bu durum, kuantum altı düzeyi için de geçerlidir).

* Renklerin Kökenini Düşündüğümüzde, Bunların da Diğer Nesneler Üzerinde Bir Etkisi Var mıdır? Mesela Kırmızı Renkli Arabaların Kazaya Daha Açık Olduğu Söyleniyor. Tüm Bunlar Doğruysa, Acaba Sistemi Nedir?

Aslında bu soru basitmiş gibi görünse de gerçekte, beraberinde çok daha derin soruların cevaplarını barındırmaktadır. Renk dediğimiz şey, dalga spektrumu içersinde görünür skaladaki belli frekanslarda titreşen elektromanyetik dalgalardan başka bir şey değildir. Bir nesneye ait renk ise, o nesnenin kendisinden yayınlanan ya da o nesneden yansıyan belli dalga boylarındaki ışınlardır. Bunu biraz daha açarsak, bir nesneye çarpan elektromanyetik dalgaların bir kısmı nesne molekülleri tarafından değerlendirilerek ısıya dönüşürken yani, ısı frekansında elektromanyetik yayınımı yaparken, belli frekanslar, atomun elektronlarının farklı yörüngelere çıkmasına neden olur. Çok kısa süreler içerisinde uyarılan elektronlar tekrar eski yörüngelerine dönerlerken eşdeğer frekanstaki fotonları dışarı yayınlarlar. Yani, gördüğümüz renkleri. Böylece tıpkı maddenin kendisi gibi, renk dediğimiz şey de gerçekte mevcut olmayıp belli frekanstaki ışınların beyin tarafından renk olarak algılanması sonucu oluşmaktadır. Zaten renk körü dediğimiz kişiler de, beyin veri tabanlarının farklı açılması dolayısıyla aynı rengi, farklı olarak görmüyorlar mı? Ya da renkli bir objeyi, köpek gibi bazı hayvanlar siyah-beyaz olarak algılamıyor mu? Dolayısıyla nesne yüzeyindeki her atomun, kendine özgü farklı renkleri soğurma ve yansıtma özelliği bulunmaktadır. Tek bir rengi soğuran atom da, aynı şekilde o rengi dışa yayar (atomlar renkler dışında bizler için görünür olmayan farklı ışınlar da yaymaktadır). Bu yüzden bir nesnenin dalga spektrumu, o nesnede hangi atomların var olduğunu bize gösterir. Tıpkı beyaz ışığın bir prizmadan geçirildiğinde renk yelpazesinin ortaya çıkması gibi, yıldızlardan ve galaksilerden gelen ışınların renk yelpazesine bakılarak  (spektrumu incelenerek) o yıldız ve galaksilerde hangi elementlerin, kimyasal maddelerin olduğu ve hangi oranda bulundukları, renk ile sıcaklık arasında ilişki nedeniyle de o ortam sıcaklığı tespit edilebilmektedir.

Kısacası renk dediğimiz şey, nesneye gelen dalga boylarının nesne tarafından yutularak sadece göründüğü rengi dışa yansıtmasıyla oluşur. Gerçekte üç tane temel renk vardır: Kırmızı, yeşil ve mavi. Diğer tüm renkler, bu üç ana rengin karışımlarından, karışımların karışımlarından...meydana gelmektedir ki, bu da sayısızdır. Eğer nesne bütün dalga boylarını absorbe ederse cisim siyah, yutmaksızın tamamını dışa yansıtıyorsa o zaman da cisim beyaz görünür. Keza Resulullah’ın beyaz elbise giymesinin nedeni ya da bunun sünnet oluşu elbisenin şekli değil, renginin beyaz olmasıyla ilgilidir. Çünkü bu bir sisteme dayanmaktadır. Zaten gerçek anlamda sünnete uymak, evrensel sistemi, sistem ve düzenin işleyiş prensiplerini dikkate alarak gereği olanı yapmaktır. Aslında Resulullah’ın, sağ elle yemek yiyip içmesi, aynı yere gidiyorsa farklı yollardan da gitmesi, su içerken oturması ve bu sırada sol elini başına koyması, evden çıkarken ve mescide girerken önce sağ ayağını, mescitten çıkarken de sol ayağını atması, kimi zaman saçı ve sakalını uzatırken kimi zaman kısaltması, orucunu hurmayla açması,...vb. yaptığı her işte (bizlerin algılayamadığımız) bir şuurluluk, sisteme uygun hareket etme vardır. Dolayısıyla Resulullah’ın beyaz giyinmesinin nedeni de beyazın tüm ışınları geri yansıtması nedeniyle o sıcak şartlarda vücudunu sıcaktan koruma amacına dayanmasıdır. Eğer bir kişi, onun sünnetine uyuyorum diye kutuplarda da beyaz elbise giyinmeye kalkarsa yaptığı bu iş sisteme, sünnete ne kadar uygun olacaktır? Çünkü bu birim, sisteme göre o şartlarda ısınması, dalgaları (fotonları) üzerine çekebilmesi için siyah elbise giymesi daha uygun olur. Eğer Resulullah kutuplarda yaşasaydı siyah ya da çok koyu renkli elbiseleri tercih eder, üstelik giydiği kıyafetlerin şekilleri tamamen farklı olurdu. Dolayısıyla sünnetin ruhunu kavrayamamış, Hz Muhammed’in(sav) hangi amaca, sisteme dönük olarak o şeyi yaptığını düşünemeyen birimlerin iddia ettikleri gibi, kılık kıyafet şekillerinin, ne evrensellikle, ne de ölüm ötesi boyut gerçeğiyle bir ilgisi vardır (elbette isteyen yine dilediği kıyafeti giymekte serbesttir ki bu da işin başka yönüdür). Aynı şekilde

“ kim başka milletlere, toplumlara benzerse onlardandır ” ifadesi de kılık, kıyafet benzerliğini değil, şuursal anlamda onlar gibi (sisteme de ters düşen) aynı zihniyete sahip olmayı anlatmaktadır. Eğer şekliniz, kıyafetiniz söylenene uygun olmasına karşın zihniniz maddeye, bedenin tatminine dönük düşünce ve fiiller ortaya koyan toplumlar, topluluklar gibi olsa siz, Hz Resulullah’ın sünnetine mi uymuş olacaksınız? Kaldı ki, kendi döneminde müşrikler de Hz Muhammed (sav) gibi giyinmiyor muydu?

Tekrar asıl konumuza dönersek, her şeyin Allah esmasının terkipsel biçiminde dalgasal yapıda olması, dalgasal yapının boyutuna göre maddesel yapı olarak da algılanması ve her bir terkibin diğer bir terkibi etkilemesi dolayısıyla da evrende, hiçbir şey, hiçbir “dalga boyu” boşuna, süs olsun diye yaratılmamıştır. Her bir dalga boyu mana yüklü olması itibariyle de kainatta her bir varlık, birim boyutunun gereğince tespihini, zikrini yapmaktadır. Bu yüzden nasıl ki, beyinden yayınlanan anlam yüklü dalgalar, insanları, diğer canlı ve cansız tüm her şeyi yani, çevresini, olayları etkiliyorsa (ki insanların çoğu bunun farkında değillerdir), cansız nesnelerden yayınlanan ve her biri yine belli bir anlam yüklü dalgalar da o anlam istikametinde canlıları, çevresindeki olayları bir bir etkilemektedir. Bu yüzden, kırmızı renge sahip ya da o renk olarak algılanan belli frekanstaki elektromanyetik dalgaları yayan arabalar da çevresini, sistemi kazalara yol açabilecek yönde her an bilgilendirdiği, irrite ettiği için kaza riski diğerlerine nispetle oldukça fazla olacaktır. Elbette bu rengin, konusuna göre olumlu olan farklı farklı yönleri, özellikleri de mevcuttur. Bunun tam tersi durum yani, koruyucu yönde anlam yüklü dalgalar yani renkler de bulunmaktadır (ki, bunları ilgili kitaplarda ya da internet sitelerinden bulabilirsiniz). Ayrıca renkler üzerinde yapılan bazı araştırmalar sonucunda renklerin, insan psikolojisi üzerinde de büyük etkilerde bulunarak davranışlarını etkilediği ortaya çıkmıştır. Bugün alelade şeylermiş gibi bunlara “renk” deyip geçiyoruz. Oysa, her ne kadar belli özellikleri keşfedilmeye başlanmış olsa da bunlar daha işin başındaki şeyler olup sistemde daha ne tür işlevler ortaya koydukları şimdilik tam olarak çözülebilmiş değildir.

* EPR Olarak Bilinen Düşünce Deneyini Açıklayabilir misiniz?

EPR ismi, “Gerçekliğin Kuantum Mekaniğiyle Tasvirinin Eksiksiz Olduğu Kabul Edilebilir mi?” adlı makale ile kuantum fiziğinin standart yorumuna karşı tez oluşturan Einstein, Podolsky ve Rosen’in baş harflerinden oluşmaktadır. Bu hayali deney ise, kısaca şöyledir.     

Elimizde iki tane tanecik olsun ve bunlardan birini, aralarında milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan A galaksisine, diğerini de B galaksisine götürelim. A’ daki ve B’ deki kişi ölçüm yapmadıkları müddetçe parçacık spinlerinin yüzde ellişer aşağı veya  yukarı gelme ihtimali bulunmaktadır. Kuantum fiziğine (daha doğrusu Kophenag yorumuna) göre, parçacıklar ölçümlenmediği müddetçe parçacık spinleri, süperpozisyon halinde aşağı ve yukarı olarak üst üste durmaktadır. Hangi sonucun geleceğinin belirlenmesi için ölçümleme yapılması gerekir. Aksi halde bunların gerçekliğinden bahsedilemez. Böylece A da ki kişi ölçümleme yapar ve süperpozisyonu çökertir (ve diyelim ki) spini aşağıya doğru olduğunu görür. Dolayısıyla diğer parçacığın spini de yukarıya doğru olduğu anlaşılır (belirlenir). B de ki kişi ölçümlemeyi yapar gerçektende spinin yukarı doğru olduğunu ölçer. Yani, B’ deki kişi, A’ daki kişinin ölçümleme yapmadan önce, spinlerin yönü hakkında yüzde elli ihtimale sahipken A ‘daki kişinin ölçümlemeyi yapmasıyla bu birden, yüzde yüz olarak diğerinin (A’ dakinin) zıttı yönde deneyi ölçümleyeceği ortaya çıkar. Böylece A’ daki kişinin gözlemleme olayıyla tespit ettiği spin yönü, o anda ışıktan hızlı bir şekilde diğer spine ulaşıp onu bilgilendirerek B’ dekinin deney sonucunu etkilemekte ve onun ne şekilde ölçüm yapması gerektiğini belirlemektedir.

Bu deneyin Einstein yorumuna göreyse, A ve B’ deki kişilerin, deneyi yapmadan önce de yani, ilk durumda parçacıklar ayrılmadan önce de hangi konumda oldukları bellidir. Onları gözlemleme işlemi gözlemcilerin, sadece var olan olay (durum) hakkında bilgi sahibi olmalarından öte bir şey değildir. Deney sonuçları hakkında bir şey söylenememesi, kestirimde bulunulamaması gözlemcinin bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır (dolayısıyla gözlemci gözlemlenene müdahale edememekte, belirsizlik diye bir şeyin varlığı da söz konusu olmamaktadır). Böylece Einstein’a göre Kophenakçılar, deneyi yanlış yorumlamakta dolayısıyla da, ne yerel nedensizlik ilkesinin ihlali olan telepati olayı (ışıktan hızlı bilgi aktarımı, haberleşme) söz konusu, ne de ölçümlenmedikleri zaman parçacıkların (nesnelerin) var olmayışları söz konusudur. Bu bakış açılarından hangisinin doğru olduğunun anlaşılabilmesi için, A’ daki kişinin ölçümü, B’ dekinin ölçümü ile uyuşmuyorsa yani, çok daha farklı yönlerde spin durumu belirliyorsa kuantum fiziği yanlış, Einstein haklı, yok eğer her defasında A’ daki ölçüm, B’ deki ölçümle uyuşuyorsa o zaman da kuantum fiziği doğru, Einstein yanlış olacaktır. Gerçekten de teknik ilerlemeler sonucu yıllar sonra yapılan farklı deneylerle, her seferinde ani etkileşmenin varlığı kanıtlanarak kuantum fiziğinin doğruluğu ispatlanmıştır.

Yine Einstein, bir başka deneyle belirsizlik ilkesini çürütmeye çalışmıştır. Bu ise, şöyledir. Yine A ve B olmak üzere iki tane taneciğimiz olsun.
Ancak bunlar dönü hareketi yapmaksızın sadece etkileşim sonrası bir doğru boyunca hareket etmiş olsunlar. Ve biz bu taneciklerden birini mesela, B olsun, Kuantum fiziğince imkansız olan, hem momentumunu hem konumunu ölçmek isteyelim. Bunun için ilkin, A’ nın momentumunu kesin olarak ölçerim. Bu sırada B’ ye dokunmam. Çünkü yine klasik yasalarca biliyorum ki B ‘nin momentumu, A’ da bulduğum momentum değerinin tam tersidir. Daha sonra da B’ nin konumunu kesin olarak ölçerim. Böylece B’ nin hem momentumunu hem de konumunu kesin olarak ölçmüş yani, Haysenberg’in belirsizlik ilkesini ortadan kaldırmış olurum. Peki şimdi hata nerede ya da kimde? Elbette Einstein’ da. Çünkü Einstein, bunu yaparken tıpkı üstteki deneyde olduğu gibi Kuantum fiziğinin temel yasası olan yerel nedensellik ilkesinin olmamasını, deney ölçümü olmaksızın parçacıklar hakkında hiçbir şey bilinemeyeceğini, söylenemeyeceğini (ki parçacıkların varlıklarının yok olduğunu) varsaymıyor. O kendi açısından, kendi bulgularına göre, klasik boyutta geçerli olan yasalara göre deneyleri yorumlamıştır (ki teknik imkansızlıklar nedeniyle yeterince deneyin gerçekleşememesi de Einstein’a çanak tutmuştur). Böylece A taneciğinin momentumunu ölçümlerken, B’ nin momentumunun değiştiğini göz ardı ediyor. Oysa A nın ölçümlenme işlemi, B ^’nin ilk durumundaki momentumunu değiştirmiş oluyor.

Einstein bunlardan başka tek yarıklı ışın deneyi ile kendisinin geliştirmiş olduğu çok zeki ve dahiyane bir düşünce deneyiyle de Neils Bhor’ un karşısına çıktı. Fakat sonuçta yine belirsizlik ilkesinin varlığı aynı deney üzerinden Neils Bhor tarafından ispatlanmıştır. Bundan sonra Einstein belirsizlik ilkesini çürütmekten vazgeçti, ama hiçbir zaman da (bizzat kendisinin ortaya çıkarttığı) kuantum fiziğinin temel ilkelerini kabul etmedi. Fakat yukarıda da değindiğimiz üzere, yapılan birçok gözlem ve deney bize, olayları Kuantum fiziğinin bakış açısıyla değerlendirmemiz gerektiği şeklindedir. Ancak şunu da kesin olarak belirtmek gerekir ki, kuantum boyutlarında birçok şey doğru olsa da bazı şeyler de tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Bu nedenle, David Bohm da parçacıkların ışıktan hızlı haberleşmeleri, gözlemcinin gözlemlenene müdahale etmesi, onu meydana getirmesi...vb. kuantum fiziğinin temel ilkelerini kabul ederek Neils Bohr’ un yanında yer alırken, Kophenakçıların (Bohr’ un) varlığın bütünselliğini kabul etmelerine rağmen kuantum bütünselliğinin yani, gözlemci algılamadığı takdirde süper pozisyon durumunun bir anlamı olmadığını ve bu nedenle de olayın derinine inmemeleri ve kendi bulgularını bile görmezden gelmeleri dolayısıyla, birtakım deney sonuçlarına dayalı olarak geliştirdiği hologram teorisiyle kuantum altı boyutunun, belirlenebilir bir yapıya sahip olması ile örneğin, bir elektronun gözlemlenmediği zaman da varlığını (farklı formlarda da olsa) sürdürmesi nedeniyle Einstein’ nın yanında yer almıştır. Ancak bir elektronun ya da varlığın (nesnelerin) gözlemlenmediği zaman da var olması durumu, klasik fizik anlayışındaki gibi maddesel yapılarının koruması anlamında değil, daha alt (kuantum altı) enerji boyutunda, enerji dalgaları halinde var olması şeklindedir. Ve her birim, hiyerarşik olarak öze doğru kademe kademe tüm birim ve bütünselliği barındırmakta ve birim (farkında ya da değil), bir şeyin tüm olası durumunu ihtiva eden gizli düzendeki mevcut ilgili enerji alanlarını, (enfüsi olarak) deşifre edebildiği ölçüde görünür düzende (kendince maddesel boyutlarda) bunları (afaki olarak) algılayabilmektedir. Bunlara da çeşitli yazılarımızda ve bilhassa Kuantum Potansiyeli I ve II. bölümlerinde detayıyla değinmiştik.
Son zamanlarda kuantum altı boyutun ispatına dönük olarak devrim niteliğindeki bulgularla bir taraftan dünyanın önde gelen üniversitelerinde neden-sonuç ilişkisini tersine çeviren ışıktan hızlı hareketler gerçekleştirilirken diğer tarafından Nobel ödüllü ünlü fizikçi Gerardt’h Hooft da, belirsizlik ilkesinin yani, kuantum boyutunun olasılıklı yapısının belirlenebileceği ile ilgili olarak dahiyane bir yöntem (model) geliştirerek parçacıkların tüm özelliklerinin aynı anda kesin olarak belirlenebileceğini (böylece taneciklerin geçmiş ve gelecekteki tüm durumları da belli olmaktadır), dolayısıyla daha derin boyuttaki bir Akıl tarafından ise, evrendeki tüm parçacıkların tüm durum ve özelliklerinin tespit edilmiş olduğunu göstermeyi başarmıştır (bunların detaylarına başka bir yazıda değineceğiz). Bu, aynı zamanda seçimlerimizin (Kuran ve Hz Resulullah’ın dile getirdiği gibi) daha öz boyutlarda belli olduğunu ortaya koymaktadır ki, bu konu ileriki günlerde daha da net olarak kendini güçlü bir biçimde hissettirecektir.

(Bkz. Tekin Seyri / İnsan Ve Din / Hz Muhammed Neyi Okudu – Ahmed Hulusi /Sünnet – Ahmed Fevzi Yüksel, www.sufizmveinsan.com , Tasavvuf / Tubitak Bilim Ve Teknik Dergisi- Ekim 2000 / Kuantum Benlik - Danah Zohar /Kozmik Kod – Heinz Pagels / Haber 7Com – 6 Haziran 2006)

 

 
 
İstanbul - 09.01.2007
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com