İki hafta
önce, sabah zihnimde “Hologram” diye bir kelime ile
uyandım. Bütün gün, beynime kıymık batmış gibi
dolaştıktan sonra, anlamını bilmediğim bu kelimenin
mecburen peşine düştüm.
İyi ki
internet var. Hologramın, lazer yardımı ile oluşturulmuş
üç boyutlu bir görüntü olduğunu çabucak öğrendim.
Sönmeyen merakım beni Michael Talbot’un yazdığı,
Holografik Evren adlı bir kitaba götürdü. Kitabı üç
günde bitirebildim. Okuduklarımın hiç değilse bir
bölümünü bir fizikçi ile tartışma ihtiyacı hissettim.
Kuantum fiziğini iyi bilen, metafiziğe “öcü” diye
bakmayan; ama bilimsel soğukkanlılığını da daima
koruyan, bilim dilini popüler dile aktarmada becerikli,
her şeyden önemlisi bu kitabı okumuş ve lise dışında
fizik eğitimi almayan bir gazetecinin soruları
doğrultusunda yürüme alçakgönüllülüğünü gösterecek biri
olmalıydı.
Belki on fizikçi ile telefonda konuştum, hiçbiri bu
konuyu konuşmaya yanaşmadı. Sonunda, TÜBİTAK Başkanı
Namık Kemal Pak’ı aradım. Bu röportajı aslında
Türkiye’nin yetiştirdiği en parlak bilim adamlarından
biri olan Pak’la gerçekleştirmek isterdim. Ama vakti
yoktu. Kendisi de kuantum fizikçisi olduğu için,
vereceği isimler benim için çok önemliydi. Ali Kaya,
Pak’ın verdiği isimlerden biriydi.
Kaya, aradığım bütün niteliklere sahipti. Onu
tanıdığıma, sizlerle tanıştırdığıma çok seviniyorum.
Ali
Bey, teşekkür ederim ricamı kırmadınız, bu röportaj için
kitabı okudunuz; ama okurlarımıza konuyu özetlemek
amacıyla şöyle bir girizgah yapacağım: Londra
Üniversitesi öğretim üyelerinden Fizik Profesörü David
Bohm ve Stanford Üniversitesi’nden Nörofizyoloji
Profesörü Karl Pribram 1950’li yıllarda, birbirlerinden
bağımsız olarak, evreni yeni bir algılama modeli
sunuyorlar bize. Dünyada gözümüzün gördüğü her şeyin,
tüm fenomenlerin, uzay ve zaman ötesindeki bir gerçeklik
düzeyinden yansıtılan hayaletimsi imgeler olabileceğini
söylüyorlar. Bu, zihnin fiziksel gerçeklikle psişik
yolla etkileşebildiği anlamına da geliyor. Talbot’un
kitabında, bu iki bilim adamından etkilenerek özellikle
kuantum fiziğinin olanaklarıyla araştırmalarını sürdüren
pek çok bilim adamının, 80’li ve 90’lı yıllarda
ulaştıkları sonuçlara da yer veriliyor. Şimdi, söz
sizin.
Pribram’ın beyinle alakalı görüşlerini bilmiyordum. Ben
de onun gibi, ruh ve beyin arasında bir ilişki olmadığı,
her şeyin tamamen beynin içinde elektriksel olarak olup
bittiği düşüncesine çok sıcak bakamıyorum. David Bohm’la
ilgili kısımlar ise, uzun süreden beri bu işin içinde
olduğumdan, kolay anladığımdan belki, çok etkilemedi.
Ama beynin çalışma yapısının bir şekilde holografik
olabileceği, elektrik dalgalarının, “girişim desenleri”
oluşturması bana çok ilginç geldi.
Okurlarımıza açıklayalım. Pribram, anıların beyinde
nasıl ve nerede depolandığı sorusuna cevap ararken bu
noktaya geldi. Ona göre beyin hücreleri tek tek, mini
hologramlar gibiler ve gelen uyaranları frekanslarına
ayırarak algılıyorlar. Hücrelerin dalga boyları
birbirleri ile kesişerek, “girişim” yapıyor. Yani
birbirinin içinden geçen çapraz çizgili desenler meydana
getiriyorlar. Oluşan holografik model, bizim beş
duyumuzla algıladığımız görüntüydü. Yani fiziksel
gerçeklik, bir hayalden ibaretti.
Beynin gerçeğinde hem bu girişimsel olayın hem de
nöronların, elektriksel etkilerinin bir anlamı olabilir.
Bilimsel gelişmede “Tamam, bu holografik modeli bulduk.
Eskilerin hepsini çöpe atalım” gibi bir mantık
yürütemezsiniz. İşte Newton, bir şeyler bulur, ondan
sonra Einstein gelir, yeni şeyler üzerine koyar. Hiçbir
zaman “Newton tamamen geçersizdir” demez. Newton’un
yaptığı şeyler belli olayları anlatmak için geçerlidir.
Böyle iç içe büyüyen halkalar şeklinde bir gelişme var
bilimde. Bu beynin hologram olması meselesi de öyle.
Pribram’ın teorisi, ne kadar kabul görüyor, hangi
fenomenleri ne kadar açıklayabiliyor bilmiyorum.
Hiçbir teori, tek başına, evrenin bütününü, eksiksiz bir
biçimde anlatmaya yetmez. En azından bunu biliyoruz.
Katılıyorum. Ama bu kitap, “holografik evren” diye bir
kavramla her şeyin açıklanabileceğini söylüyor. Kitabın
arkasında, Dr. Fred Alan Wolf’un bir sözü var: “Evrenin,
hem madde hem de şuuru tek bir alan halinde içeren dev
bir hologram olduğu kavramı; ‘Gerçeklik nedir?’ sorusunu
soran herkesi heyecanlandıracaktır. Bu kitap bu soruyu
bir daha sorulmamak üzere cevaplıyor.”
Bu
Wolf’un yorumu. Kitabın yazarına haksızlık yapmayalım.
Birçok yerde söylüyor ki: “Bu, hâlâ tartışmaya açıktır.
Bütün bilim adamları buna katılmamaktadır.”
Diyelim, bütün bilim adamları bu kitapta söylenen görüşe
katıldılar ve bağımsız olarak teorinin deneylerle uyumlu
olduğu görüldü. Buna rağmen, bu yine son nokta değildir.
Gelelim, Bohm’a. O da evrenin, tek ve dev bir hologram
olduğunu, yani gördüğümüzü zannettiğimiz şeyin aslında
bir hayal olduğunu ve ayrı ayrı parçalar değil de,
sadece bütünün olduğunu söylüyor.
Kuantum dersini almaya başladığınız zaman üniversitede,
iki farklı görüşten bahsedilir. Biri Bohr Felsefesi’dir
diğeri de Bohm’dur. Bohm’un yorumu aslında Newton
felsefesine daha yakındır. Bohm’a göre gördüğümüz
dünyanın arkasında başka bir fiziksel gerçeklik var.
Fakat bu gerçeklik tam olarak klasik fizik kavramlarıyla
anlaşılabilir. Bohr’a göre ise, fiziksel gerçeklik biraz
da gözlem yapana bağlı bir durum. Mesela “Kimse
elektrona bakmazsa, onun nerede olduğu fiziksel bir
gerçeklik değildir.” Bohr’a göre.
Belki de bunlar aynı denklemlere getirilen farklı
yorumlardır.
Tabii. Bir yorumu diğerinden şu an için üstün kılan bir
ayırım yok. Kuantum teorisinde maddenin yapı taşları,
gözlemlenemeyen dalgaların farklı frekansları şeklinde
düşünülüyor. Bunda herkes hemfikir. Bunlar bilinen
dalgalar gibi girişim desenleri de meydana getiriyorlar
ve bu desenlerde farklı parçacıklar gibi ortaya
çıkıyorlar. Einstein’ın uzay–zaman fikrini teorik
düzeyde de olsa kuantum teorisiyle birleştirdiğinizde,
aslında üç boyutlu mekanın iki boyut üzerine
kodlanabileceği sonucuna ulaşmak da mümkün. Tabii bu
fikir şu an yalnızca teoride geçerli. Deneylerle
desteklenen bir durum değil. Bütün bunlar bize belki
holografi fikrini çağrıştırıyor. Fakat başka isimler de
koymak mümkün tabii. Bir de bütün bu yorumlarımızı
teorilerimiz doğruymus gibi yapıyoruz. Yani ileride
bilimsel anlayışımız geliştiğinde bu yorumlarımız da
değişebilir.
Elektronların gözlemlendikleri zaman var,
gözlemlenmedikleri zaman yok olduğuna herkes inanıyor
mu?
Hayır. Dediğim gibi yoruma bağlı. Kuantum fiziğinde bir
elektronun fiziksel durumunu inceliyorsunuz diyelim.
Bunu yaparken fiziksel dünyada var olmayan fakat
elektronun hareketlerini yönlendiren bir dalgadan
bahsetmek zorundasınız. Elektronla ilgili öğrenmek
istediğiniz şeyler, bu fiziksel olmayan dalgada saklı.
Sanki elektronun kendisi teoride görünmüyor. Teorinize
çok güveniyorsanız bunu “Elektron aslında yoktur.”
diyerek yorumlayabilirsiniz. Ya da bu teorinin bir
eksikliği var şeklinde de yorumlayabilirsiniz. Mesela
Einstein kuantum teorisine karşıydı ve onun eksik bir
kuram olduğunu düşünüyordu. Fakat bütün bu felsefi
yorumları, kuantum fiziği doğruymuş gibi yapıyoruz.
Bu,
“Bakarsan var, bakmazsan yok” fikri eğer doğruysa, bir
şey hem var, hem yok demektir. Bu düaliteyi felsefi
olarak nasıl yorumlarsınız?
Aslında bu insanı merkeze oturtan bir düşünce. Bence
bunun doğru ifadesi, “Bakarsan var, bakmazsan ne
olduğunu bilemezsin” olmalı. İşte felsefi olarak kuantum
mekaniğini çok ileri götüren bazı insanlar, şu tip
sorular sormuşlar: “Hiç kimse Ay’a bakmıyorsa, acaba Ay
orada mıdır?” Yani bu birazcık, tasavvufta, Vahdet–i
Vücutçuların fikrini anımsatıyor. Onlar da bütün varlığı
bir olarak görüyorlardı. Bence iki grup da biraz iç
dünyalarının coşkunluğu içinde yorum yapmışlar.
Bütün bunların bizi cevaplamaya zorladığı soru şu: Demek
ki zihin fiziksel gerçeklikle psişik yolla
etkilenebiliyor. Öyle değil mi?
Zihin bence de fiziksel dünya ile etkileşebilir. Belki
buna ruh demek de mümkün. Bunun örneklerini görmek
mümkün. Belki de insanlar zamanla bunu bir kabiliyet
olarak da geliştirecekler. Fakat etrafımızda gördüğümüz
her şeyi zihnin bir yansıması şeklinde görmek, ya da biz
zihinsel olarak onları düşlediğimizde, mesela Ay’a
baktığımızda, onların gerçeğe dönüştüğünü düşünmek bence
doğru değil.
Oysa
bana çok sevimli gelmişti bu düşünce. Peki, bir parçacık
okyanus içinde yüzüyoruz ve parçalardan her biri, diğer
sonsuz parçacığın ne yapacağını biliyormuş gibi
davranıyor; değil mi?
Evet. Evren içinde her şey birbiriyle ilgili. Aslında bu
kuantum teorisi için geçerli değil sadece. Mesela şu
kitabı düşünün, Newton fiziğine göre evrendeki her
parçacık bu kitaba çekim kuvveti uygular. Kitabın
hareketinde bu kuvvetlerin hepsi bir rol oynar.
Klasik bilim, tüm sistemin durumunu, parçaları
arasındaki ilişkinin sonucu olarak görmüyor muydu?
Kuantum potansiyeli de bu görüşü tam tersine döndürüp,
parçaların davranışlarının gerçekte bütün tarafından
örgütlenmekte olduğuna işaret etmiyor muydu?
Bu
da biraz yoruma bağlı. Klasik fizik de evreni bir bütün
kabul edip parçacıkların hareketlerinin bu bütüne göre
şekillendiğini söylüyor. Bununla birlikte kuantum
teorisinde de birbirinden bağımsız hareket eden
parçacıklar düşünmek mümkün. Şimdi bizim klasik
mekanikte kafamızda geliştirdiğimiz fiziksel kavramlar
var. İşte hız, konum, boyut. Kuantum mekaniği aslında
bunları bayağı sarsmış. O yüzden, bence kuantum mekaniği
sanki bize şu an, yani şu gördüğümüz evrenin gerisinde
başka bir şey var izlenimini veriyor.
Her
şeyin gördüğümüz kadar olmaması ne anlama geliyor?
Gerçekten gördüğümüzün dışında, yani çok farklı bir
dünya işliyor arkada. Biz algılarımızla anlamaya,
düşünmeye alışmışız. Algılayabildiğimiz şeylerin
varlığını daha kolay kabul ediyoruz. Algılarımız üzerine
kavramlar geliştirmişiz. Fakat modern fizik algılarımız
üzerine inşa ettiğimiz bu evren anlayışının tamamen
doğru olmadığını söylüyor.
Yani, bir rüyada mı yaşıyoruz?
Yani
bir kere gördüğümüz evrenin böyle olmadığı kesin.
Gördüğümüz evren fiziksel bir evren. Rüyada yaşıyor
olsak bile, bu çok gerçek bir rüya.
Evren, bir rüya düzeninin bir yansıması olabilir mi?
Tıpkı lazerle yaratılan birtakım görüntüler gibi, biz de
birtakım ışınlardan gelen, girişim desenleri miyiz
aslında?
Ben
bu tip tanımlamalara biraz mesafeliyim. Bunun böyle olup
olmadığını bilemeyiz.
Ama
“Asla böyle bir şey olamaz.” da diyemiyoruz değil mi?
Evet, bu ispatın dışında, insanın kendi iç dünyası ile
alakalı bir şey. Bazen benim kendime de öyle şeyler
oluyor. Yani böyle durup, ben nerdeyim diyorum.
Gerçeklik duygusunu sorguluyorsun. O zaman belki her
şeyin holografik bir yansımadan ibaret olduğu izlenimine
de kapılıyor olabilir insan. Fakat bu o hali açıklamanın
tek yolu da olmayabilir. Dediğim gibi evren büyük bir
hologram mı değil mi belki bunu hiçbir zaman
anlayamayacağız.
Hologram, bir nesneyi orada olmadığı halde, oradaymış
gibi gösteren bir illüzyon yarattığına göre, bu bir
düşmanı yanıltmak için savaşta kullanılabilir mi? Hani,
eski zaman hikayelerinde geçer, savaşlarda birtakım
hayali yardım kuvvetleri gelir yardıma.
Bu
biraz teknolojik gelişmeyle alakalı. Hologram teknik
olarak, gayet iyi bilinir. İşte, lazerlere
yansıtıyorsunuz, orada bir şekil görünüyor. Ve bu şekil
görüntü olarak gerçeğe çok yakın. Uzaktan baktığınız
zaman gerçeği ile ayırt edemezsiniz. Böyle silahlar
yapılabilir. Eskiden, dediğiniz şekilde, böyle bir
teknik çok daha yararlı olabilirdi. Mesela iki ordu
karşılıklı savaşacaklar, siz sayıca azsınız. Elinizde
hologram makinesi var. Sayınızı on kat artırıp
şaşırtıyorsunuz düşmanınızı!
Şimdi de yapılabilir farklı şeyler...
Şimdiki savaşlar, Amerika’nın biraz havadan bombalaması
şeklinde gelişiyor. Belki küçük operasyonlarda
kullanılabilir. Teröristler gelmişler, içeriyi
basmışlar, içeriye adam göndermeden önce, holograflarını
gönderip adamları korkutmak, ya da bir yerlere ateş
ettirip, kurşunlarını bitirmek şeklinde yapılabilir.
Schwarzenegger’in eski bir filminde vardı böyle bir şey.
ALİ
KAYA KİMDİR?
1972
Bursa doğumlu. 1993’te Boğaziçi Üniversitesi Fizik
Bölümü’nden mezun oldu. 1995’te aynı üniversiteden
master derecesini aldı. 2002 yılında Texas A&M
Üniversitesi Fizik Bölümü’nden doktorasını aldı. Bu
tarihten itibaren TÜBİTAK ve Boğaziçi Üniversitesi’ne
bağlı Feza Gürsey Enstitüsü’nde uzman araştırmacı olarak
çalışıyor. Çalışma alanları; “Sicim teorisi, Kuantum
alanlar teorisi, Genel görecelik kuramı”. Evli ve 3,5
yaşında bir oğlu var. Çalışmaları nedeniyle 2002 yılında
Türkiye Gazeteciler Vakfı, Sedat Simavi Ödülü’ne layık
görüldü. |