Evrende toplam madde-enerji miktarı, uzay-zaman
geometrisini, uzay-zaman geometrisi de madde ve
enerjinin nasıl davranacağını belirler. Eğer evrende
yeteri kadar madde varsa çekim gücü, evren genişlemesini
bir gün durdurup kendi üzerine çökmesine neden
olacaktır. Bu tür evren geometrisi, küre şeklinde kendi
üzerine kapalı olup sonlu ama sınırsız bir yapıya
sahiptir. Bu yüzden, (zaman boyutunda) sanal bir yarı
çapı bulunmaktadır. Herhangi bir kenarı, merkezi,
başlangıç noktası da yoktur. Tıpkı bir balonun yüzeyi
gibi. Evreni, balonun yüzeyi, içindeki yıldızları,
galaksileri de bu iki boyutlu yüzey üzerinde yer alan
yapılar olarak düşünürsek evrenin, üçüncü (yani,
dördüncü) boyut olan zaman boyutunda kapalı olduğunu
görürüz. Bu evrenin bir noktasından yola çıktığımızda
(ışık hızıyla milyarlarca yıl sürecek olsa da) tekrar
aynı yere gelirsiniz. Böyle bir evrende zamanın,
big-bang le bir başı olduğu gibi aynı zamanda, evrenin
kendi içine doğru büzülmeye başlamasıyla evrensel bir
karadeliğe dönüşerek bir sonu da vardır. Eğer evrenin
genişleme hızı çekim gücüne eşdeğerde ise, o zaman
evrenin eğriliği sıfır yani, düz (öklid geometrisi
şeklinde) olup çekim, genişleme hızını yavaşlatmasına
karşın onu asla durdurmaya gücü yetmeyeceğinden evren
sonsuza dek az da olsa artan bir hızla genişlemesini
sürdürecektir. Buna karşılık çekime neden olan maddenin
birbirlerinden kaçma hızı, çekim gücünden çok fazlaysa
yani, genişlemeyi durduracak yeteri düzeyde evrende
madde yoksa, o zaman evren artan bir hızla çok hızlı bir
şekilde genişleyecektir ki, bu durumdaki evrenin
uzay-zaman geometrisi, kürenin tam tersi olan negatif
eğrilikte semer (hiperbolik) biçimindedir (ki big-bang
içermeyen bu nedenle sonsuzdan gelip sonsuza giden
benzerinden, bu yönüyle farklıdır). Sahip olduğu bu
eğiklikten dolayı yine de sanal bir yarıçapı
bulunmaktadır. Hiperbolik ve düz evren, sonlu olmaksızın
yine merkezi, sınırı, kenarı yoktur ve evrenin uçları da
sonsuza doğru açıktır. Hiçbir şekilde ikiye ya da kendi
üzerine katlanamaz. Böyle bir evrende bir kişi,
başladığı noktaya da geri dönemez. Bununla birlikte
öklid (düz) geometrisinde iki nokta arası çizilen çizgi
düz iken, küre yada hiperbolik geometride iki nokta
arasındaki düz doğru parçası, bir yay uzunluğudur.
Düz uzayda bir doğruya, o doğru dışındaki her hangi
bir noktadan tek bir paralel doğru çizilebilirken aynı
durum, bir küre üzerinde hiçbir şekilde çizilemez.
Hiperbolik uzayda ise böyle bir doğruya, sonsuz sayıda
paralel çizgi çizilebilmektedir. Elbette bu paralel
çizgiden kasıt düz çizgi değil, eğik çizgilerdir. Nasıl
ki dünya üzerindeki bizler, dünyanın eğikliğini düz
olarak algılıyorsak aynı şekilde, genel anlamda düz
olmasına karşın nesneler dolayısıyla, yerel bazda var
olan uzayın eğikliğini ya da olması halinde küre veya
hiperbolik bir evrenin eğikliğini algılayamazdık.Küre
şeklindeki uzay-zamanda, iki paralel ışın demeti
gönderdiğimizde bu ışınlar milyon yada milyarlarca ışık
yılı uzaklıktaki bir noktada birleşir, kesişirler. Bu
geometrik evren yüzeyine bir üçgen çizmiş olsak üçgenin
iç açıları toplamı, 180 dereceden büyük olurdu. Buna
karşılık negatif eğriliğe sahip hiperbolik uzay-zaman
geometrisinde ise, yine böyle mesafedeki bir noktada,
ışınlar birbirlerinden uzaklaşmaya başlardı. Bu
geometrideki üçgenin iç açıları toplamı da, 180
dereceden küçüktür. Düz evrende de bu ışınlar sonsuza
değin paralellik durumunu korurlar. Öklid (düz) uzay
üzerindeki bir üçgenin iç açıları toplamı ise, 180
dereceyi gösterecektir. Evrenin davranış biçimini, evren
yoğunluğuyla karşılaştırarak da ifade edebiliriz.
Böylece düz evrenin yoğunluğu, kritik yoğunlukta olup bu
yoğunluğun üstünde, galaksilerin birbirlerinden kaçma
hızı yeterli olmadığından evren kapalı modeli verirken,
evren yoğunluğu kritik yoğunluğun altında ise,
galaksiler birbirlerinden hızla uzaklaşacaklardır.
Geçmişte ise, Newton’a göre evren, sabit ve
hareketsizdi (durağandı). Çünkü yine ona göre, evren
sonsuz ve homojen olduğundan cisimler birbirlerine
uyguladıkları çekim gücü dolayısıyla, birbirlerini
dengelemekteydi. Hatta Einstein bile ilk zamanlarda
kendi kurduğu denklemlerin aksine, evrenin statik
olduğunu düşündü ve daha sonra bunun kariyerinin en
büyük hatası olduğunu dile getirdi. Oysa evren, De
Sitter tarafından yapılan hesaplamalar sonucunda sadece
boş uzayda yani, hiçbir madde ve enerjinin bulunmadığı
bir evren için bu durgunluk gerçek olabilirdi ki, eğer
madde varsa mutlaka evren hareketli olmak zorundadır. Bu
boş uzaya aynı zamanda Einstein - De Sitter uzayı adı
verilmektedir. Ancak Edwin Hublle tarafından yapılan
gözlemlerle evrenin, tıpkı şişen bir balon yüzeyi gibi,
o yüzey üzerinde düşündüğümüz tüm galaksilerin
birbirinden hızla uzaklaştığı yani, uzayın genişlediği
ispatlanmıştır. Ayrıca evrenin genişlemesi, uzayın
genişlemesi olduğundan, evren plank boyutlarında
(big-bang in 10 üzeri (-43) saniye, 10 üzeri (-33) cm
de) iken madde ve enerjinin yoğun halde bulunması, aynı
zamanda bildiğimiz uzayın kendisinin de o noktada
yoğunlaştığı anlamına gelir. Yani big-bang olmadan önce,
bildiğimiz uzayın kendisi de yoktu.
Bununla birlikte, geniş bir açıdan evrene baktığımızda
evren yapısının homojen (üniform) olduğu ortaya
çıkmıştır. Yani evrenin her yerinde yoğunluk, eşit
olduğundan evren oldukça düzgündür. Homojen olan evrenin
içindeki her bir cisim (galaksi), aralarındaki uzaklıkla
doğru orantılı olarak genişlediğinden evrenin hangi
galaksisinden bakılırsa bakılsın evren, yine aynı
şekilde görünür. Ve yine aynı zamanda evrenin hangi
noktasından bakılırsa bakılsın bakana nispetle gözlemci,
kendisini evrenin merkezinde görür. Galaksilerin
birbirlerinden kaçma (dolayısıyla evrenin genişleme)
hızı ise (tam olarak bilinemese de yaklaşık olarak),
3,26 milyon ışık yılı için saniyede 55-70 km dir. 6,52
milyon ışık yılı içinse bu, 110-140 km dir...vs. Yapılan
çok hassas gözlemlerle artık kesin olarak evrenin,
sanılanın aksine yeterince yoğunluğa (madde miktarına)
sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Böylece evren, kritik
yoğunluğun hemen altındaki yakın bir değerde bulunup düz
bir geometriyle sonsuza dek genişlemesini
sürdürmektedir. Yalnız burada bir sorun var. Bu sorun
ise evrenin, bilinen tüm maddesi dışında hiçbir madde ve
enerji içermemiş olsaydı çoktan kendi içine çökmüş ya da
genişleyip çözülmeye başlamış olması gerekirdi. Demek ki
şu anda görünen evreni, kritik hızın biraz üzerinde
genişlemesini sağlayan karanlık bir madde olması
gerekmektedir. Sadece bu değil yapılan çeşitli
gözlemlerle de mesela, bir galaktik küme içerisindeki
galaksilerin toplam kütlesinin, onları bir arada tutan
kütle çekim kuvvetini yaratacak düzeyde olmadığı
gösterilmiştir. Keza benzer bir durum galaksilerin kendi
içlerinde de gözlemlenmiştir. Mesela sarmal bir
galaksiye bakıldığında ışıldayan yıldız miktarının,
galaksi merkezine yakın yerlerde daha yoğun, galaksi
merkezinin uzaklarında ise, daha az yoğun olmaktadır.
Eğer merkezkaç kuvveti ile çekim kuvveti eşitliğini göz
önüne alırsak dönme hızının, cisimlerin sahip olduğu
kütle ile doğru orantılı olarak artması dolayısıyla,
galaksi merkezine yakın bölgelerin dönme hızının yüksek,
merkezden uzak daha seyrek olan kısmının ise, daha yavaş
olması gerekir. Oysa durum böyle olmayıp galaksinin
dönme hızının, galaksinin her yerinde aynı olduğu
görülmektedir. Dolayısıyla galaksinin, karanlık maddeden
meydana gelen bir hale içinde olduğu ortaya çıkmaktadır.
Keza, gözlemlenen tüm sarmal galaksilerin hemen hepsinde
aynı durumun varlığı kanıtlanmıştır. Yapılan
hesaplamalarla da evrende bilinen madde ve enerji, var
olanın ancak %4’ ünü teşkil ederken, % 96’ sı da
gözlemlenmeyen ama etkileri ölçümlenen karanlık madde ve
enerjiden oluşmaktadır. Bu %96’ lık dilimin %73’ ü
karanlık enerji, % 23’ ü ise karanlık maddedir (ki bu
anladığımız manadaki madde değildir). Karanlık madde ve
enerji, ışık yayımlamadığı gibi, ışığı soğurmamaktadır
da. Karanlık madde, aynı anda hem kendi cinsi olan
karanlık madde ile hem de görünen (bilinen) maddeyle
kütle çekimle birbirleriyle etkileşirken,
kümeleşebilirken, karanlık enerjinin tanecikleri,
birbirlerini itmekte böylece, evreni
genişletmektedirler. Ayrıca karanlık enerji, evrenin her
yerinde homojen olarak bulunmaktadır. Karanlık madde,
bilinen madde ile kümeleşebildiğinden galaksileri
meydana getirebilmiştir. Çünkü evren ilk zamanlarında
hidrojen ve helyumdan oluşan tek bir gaz bulutu halinde
idi. Bu yüzden eğer karanlık madde olmasaydı, evren o
kadar homojen olurdu ki kümeleşme oluşmayacağından
gezegenler, yıldızlar, galaksiler meydana
gelemeyeceklerdi.
Karanlık maddenin ne olabileceğine ilişkin birçok neden
gösterildi. Bunlardan bazıları sırasıyla, sanılandan
fazla olduğu düşünülen karadelikler ve bilhassa güneşten
milyon kat büyüklükteki dev karadelikler, ihmal
edilebilecek kütlelere sahip olmalarına karşın çok büyük
yığınsal kütleye sahip olmalarından ötürü nötrinolar ile
bugün için bilemediğimiz farklı türden parçacıklar ve
tahminlerin ötesinde hesaba katılmayan gezegenler,
astroidler, kuyruklu yıldızlardır. Ancak, bunlar hesaba
katılsa bile, yine de kütle açığının çok gerisinde
bulunulmaktadır. Bunların dışında karanlık maddeye çok
yakın davranışı sergilemesi dolayısıyla en büyük aday
ise, “beşinci kuvvet” olarak adlandırdığımız Boşluk
Enerjisidir. Bildiğimiz gibi, evrendeki tanecikler o
tanecikleri temsil eden alanların belli düğümler
arasında yoğunlaşmış enerji bloklarıydı. Mesela,
pionlar, bir pi mezonu alanının, fotonlar
elektromanyetik alanının, pozitronlar da bir pozitron
alanının kuantlarıdır. Haysenberg’in belirsizlik
ilkesine göre de, boşluğun tamamen boş olması, boşluğun
tanımlanması anlamına geldiğinden o boyutta boşluk
tamamen enerji alanları, dolayısıyla taneciklerle dolu
olması gerekir. Bu yüzden boşluk olarak düşündüğümüz
ortam (boyut) ilk bakışta bile, bir enerji alanının yada
alanlarının asla sıfır olamadığı böylece, sıfırın
üstünde ancak en alt enerji seviyesinde (0,1 gibi) bir
gitarın telleri gibi sonsuz şekillerde titreşen dalgalar
ve onların bir görünümü olan parçacıklarla tıka basa
doludur. Sıradan bir hesaplamayla bile bu en alt enerji
düzeyine denk düşen boşluk enerjisi, çok düşük enerji
seviyesine sahip kuantum alanlarını barındırmış olsa da,
sonsuz sayıdaki titreşim biçimlerine karşılık gelen
(çünkü sonsuz sayıda enerji (dalga) olasıdır) bu küçük
enerji seviyelerini üst üste koyduğumuzda sonsuz bir
değer elde ederiz. Dolayısıyla evrenin her yerinde
bulunması nedeniyle çok küçük bir alandaki toplam vakum
enerji miktarı, evrenin bilinen tüm enerji miktarının
toplamından (ya da enerji kütle eşitliğinden ötürü,
toplam kütlesinden) çok daha fazla olmaktadır. Mesela,
birtakım şeyleri ihmal ederek bu toplamı yaptığımızda
bile, bir santimetreküpteki vakum enerjisinin (ya da
kütlesinin), evrenin bilinen 10 üzeri 50 ton olan
ağırlığından, kıyasa gelmeyecek ölçülerde çok daha
yüksek olduğu görülmektedir.
Böylece boşluktaki alandan yaratılan tanecik çiftleri,
belli bir süre titreştikten sonra tekrar birleşerek bu
alana geri dönüp yok olurlar. Serbest hareket
edememelerinin nedeni ise, gerçek (kararlı) parçacıklar
arasında tanecik türüne göre geçerli olan kuvvetlerin,
bu sanal parçacıklar arasında da geçerli olmasından
kaynaklanmaktadır. Bu vakumdaki parçacıklar, maddesel
dünyamızı oluşturan parçacıklar gibi kararlı
olmadıklarından, belli bir süre içinde var olmaları
nedeniyle sanal, edimsiz (kararsız) parçacıklar ismini
alırlar. Boşluktaki bu sanal parçacık çiftlerinin
yığınsal etkileri, kütle çekim etkisi yarattığı gibi,
oluşturduğu kütle çekim etkisinin çok çok üzerinde
negatif bir basınca da sahip olarak kütle çekimine karşı
büyük bir güçle ters itim oluşmasını sağlamakta, böylece
evreni genişletmekte, evren hacmi genişledikçe de boşluk
enerjinin miktarı artmaya başlamaktadır. Yani kendisini
besleyen bir sistemle evren sürekli genişlemesini
sürdürmektedir. Bununla birlikte bu boşluk enerjisinin
neden olduğu itici kuvvet, zaman ve mekana göre
değişiklikte gösterebilmektedir. Öyle ki bu güç,
enflasyon teorisi olarak da bilinen yaratılışın 10 üzeri
(-35) sn. de evrenin bir anda 10 üzeri 50 kat büyümesini
sağlamıştır. Ancak buradaki bazı sorular da giderilmiş
değildir. Çünkü bu boşluktaki sonsuz enerji durumu,
evreni çoktan parçalayıp yok etmesi gerekirdi. Ama
gerçek öyle değil. Bu sorunu ortadan kaldırmak içinde
olayı daha iyi betimleyen yeni yeni beşinci kuvvet
modelleri ortaya konmaktadır.
Vakumdaki (boşluk) durumu, daha derinden anlayabilmek
için alan kavramını göz önüne almamız gerekir.
Bildiğimiz gibi, Newton fiziğinde madde ve boşluk iki
ayrı kavram olarak ele alınır. Ancak Einstein’ nın genel
rölativite teorisiyle birlikte çekim dediğimiz şey,
Newton fiziğindeki gibi boşlukta hareket eden parçacık
etkileşmeleri değil, uzayın kendi yapısındaki eğrilikten
kaynaklanan bir durum olduğu ortaya çıkmıştır. Yani,
zaman boyutu içindeki eğri uzay, çekimin kendisi
oluyordu. Bu yüzden cisimlerin çevresine uyguladıkları
çekim etkisi, bu kütlelerin çevresindeki uzayı
eğmesinden kaynaklanmaktadır. Tıpkı gerilmiş bir bez
üzerine konmuş ağır bir güllenin, etrafında oluşturduğu
bezdeki eğrilikte hareket eden bir bilyeyi kendine
çekmesi gibi. Daha da ilginci, aslında kütle dediğimiz
şeyin de bu eğrilikten ayrı bir yapısı olmayıp aynı
uzaydaki eğimden ibaret olmasıdır. Dolayısıyla kütle ve
çekim dediğimiz şey gerçekte, Tek Bir Alandaki çeşitli
eğriliklerden başka bir şey değildir. Böylece madde ve
alan kavramı da tek bir şeye indirgenmiş olmaktadır. Bu
gravitasyonel kuvvet (kütle çekimi) ile kütle arasındaki
durum, kuantum boyutlarında parçacık ve ilgili kuvvetler
arası ilişkiler için de aynen geçerlidir. Böylece atom
altı boyutlarda her şey, sadece alanlarla ifade
edilebilmekte mesela, fotona ait elektromanyetik alanı
ya da pozitron, elektrona ait pozitron, elektron alanı
şekline bürünen, Tek Bir Alanın varlığı söz konusu
olmaktadır. Bozon olarak ifade ettiğimiz
elektromanyetik, gravitasyonel, güçlü ve zayıf kuvvet
parçacıkları, o alan üzerinde hareket eden
titreşimlerken, parçacıklar da yine aynı titreşim
özelliğindeki alanın bölgesel yoğunlaşmaları olmaktadır.
Dolayısıyla, parçacıkların kuvvetler aracılığıyla
birbirleriyle etkileşimi, yine aynı alanda ama farklı
yoğunlaşma ile kendini gösteren parçacıkların,
birbirlerini aralarındaki aynı özellikli alan
dalgalanmalarıyla etkilemeleri şeklinde meydana
gelmektedir. Parçacıkların hareketi ise, yine bu
bölgesel alan yoğunlaşmalarının, alan üzerindeki
hareketiyle oluşmaktadır. Bir parçacığın birden fazla
kuvvet alanına ve o alanın yoğunlaşmış şekline sahip
olması ise, onun içsel özelliklerinin bir sonucudur.
Bununla birlikte, parçacıklar yok olabildikleri gibi,
farklı alanların parçası da olabilmektedirler. Özetle,
her ne kadar boşlukta titreşen alanlardan bahsetmiş
olsak da aslında tüm bu alanlar Tek Bir Alanın farklı
görünümlerinden, farklı eğim, şekil almalarından başka
bir şey değildir. Bildiğimiz maddeyi oluşturan parçacık
ve onların alanları, kararlı yapıda iken, boşluktaki
sanal parçacıklar ve dolayısıyla alanları,
kararsızdırlar. Bu yüzden boşlukta oluşan sanal
parçacıkların Vakumda bir anda var olup yok olmaları, bu
alandaki parçacık çifti, dolayısıyla alan çifti olarak
belirip belli bir süre sonra birleşerek yok olmalarıyla
oluşur. Mesela bir foton çifti yani, elektromanyetik
alan çifti böyledir. Ya da bir gulon, graviton gibi
boson çiftleri veya proton, antiproton gibi fermion
çiftleri. Böylece bir fermion olan elektron- pozitron
çifti, bu alanı dalgalandırıp belli bir mesafe yol
aldıktan sonra aralarındaki elektromanyetik çekim
kuvveti nedeniyle bir araya gelerek alanda yok olurlar.
Daha doğrusu alandaki eğrilikleri yok olur. Uzayın her
yerinde her an, en hafifinden en ağırına kadar sayısız
parçacık türleri ya da enerji dalgaları (alanları) bu
Tek Alanda daima mevcutturlar. Aslında, uzay-zamandan
bağımsız, ama onu oluşturan bu Tek Alan, bilebildiğimiz
şeylerin de ötesinde, her şeyin kaynağıdır. Bu
bölünmez-parçalanmaz Bütünsel Alana, çeşitli yönlerden
yaklaşan ya da farklı bakış açılarıyla aynı şeyi
anlatmaya çalışan başarılı teorilerden biri de David
Bohm’un Hologram Teorisidir (Ayr. bkz. Birleşik Alanlar
7).
Bilebildiğimiz, bilemediğimiz, düşünebildiğimiz,
düşünemeyeceğimiz tüm varlıkların meydana geldiği bu
“Tek Enerji Alanı”, tüm fotonların (dalgaların) da özü
olarak bir terkip haline gelmemiş yönüyle (sınırsız bir
biçimde her şeyi yapabilecek potansiyelle) Salt Enerji
halinde iken bu Enerji Denizi, tıpkı su üzerindeki
dalgalanmalar gibi, sadece bir “an”lık dalgalanmasıyla,
sonsuzluğa uzanan varlığı meydana getirmekte ve sonra bu
dalgalar yine o “an” içinde aslına rücu etmesi sonucu
Salt Enerji Okyanusunda yok olmaktadırlar. Bu Salt
Enerjinin Bilinci olan Kozmik Bilinç, hayalinde bir şey
yarattığı anda, hayal aleminde bu şey enerji dalgası
olarak açığa çıkmaktadır. Allah’ın özelliklerinin sonu
olmadığı için açığa çıkanların, ortaya konanların da
hiçbir sonu yoktur. Bu yüzden bu Bilinçli Enerji, sonsuz
“an” lardan sadece bir “an”lık dalgalanmanın sonucu
olarak, tüm boyutlarıyla (içinde bizim de yer aldığımız)
sonsuz evrenler dediğimiz yapıyı meydana getirdiği gibi
bunun yanında, farklı “an” lar dan her biri diğerinden
farklı dalgalanmalarla da “her “an” yeni bir yaratışla”
hiçbir zaman kavrayamayacağımız âlemleri
oluşturmaktadır. Ve bu farklı “an” lardan oluşan
dalgalanmalar ise, durmaksızın sonsuza dek devam edip
gitmektedir. Ayrıca, bu dalgalanmaların her birinin de
kendi içinde, “an” içere“an” lardan oluşan sonsuz, ayrı
ayrı dalgalanmaları ve bunların yok olması da söz
konusudur ki bu yönüyle de Allah, “her an yeni bir
yaratışta” bulunmaktadır. Tüm varlık, gerçekte farklı
frekanslara karşılık gelen bu dalgalardan ya da bilinç
(enerji) titreşimlerinden, bilgi paketlerinden
ibarettir. Ve her şey bu boyutta olup bitmesine karşın
bizler, dünyayı, evreni, maddesel bir biçimde gerçekten
varmışçasına algılamakta, yaşamaktayız. Başka bir
deyişle, bildiğimiz ya da farklı boyutları algılama
aracımız olan beynimiz de dahil olmak üzere şu anda bile
o boyutta (holografik özellik dolayısıyla sonsuzluğa
açılabilecek) bir bilinç titreşimi olarak yer almakta
olup yine o boyutta bizlerin (biz bilinç dalgalarının)
uzantısı olan (aynı alanda yer alan) hareketli
frekansları çözebildiğimiz, deşifre edebildiğimiz ölçüde
bu dalgaları, (beynimizin kendisi de dahil) maddi evrene
dönüştürmekteyiz. Bu sistem, ölüm ötesi boyutlar ile
farklı boyutlarda yer alan diğer varlık ve algılamaları
için de aynen geçerlidir. Varlığın ve ondaki tüm
hareketliliğin, oluşumun kaynağı olan, bir “an” lık
açılımdaki sonsuz Enerji Okyanusundaki frekansların, her
an değişmesi, dönüşüme uğraması dolayısıyla da “Allah
her an yeni bir Şanda” dır (bu konuya Hangi Evreni
Algılamaktayız II ve III. bölümünde de değinmiştik).
Allah Esmasının yani soyut özelliklerinin somut olarak
açığa çıktığı ya da bir diğer ifadeyle çokluk boyutu adı
altında Enerji yapıya dönüştüğü sınır olan “Arş’ın”, su
üzerinde bulunmasının bir anlamı da bu “Arş” boyutunun
Enerji Okyanusu üzerindeki bir boyutta yer almasıdır.
Aynı şekilde, “Yer ve gök bitişikken biz ayırdık onları
ve her canlı şeyi sudan halk ettik” ayetinin bir anlamı
da yine bu Enerji Denizine işaret etmektedir, düşünceme
göre.
(Evrensel Sırlar / Tekin Seyri/ Sistemin
Seslenişi II – Ahmed Hulusi /Evrenin Kısa Tarihi- Joseph
Silk / Evrenin Evrimi Ve Yıldızların Oluşumu-W. J.
Kauffman /Fiziğin Taosu- Fridjof Capra /Son Üç
Dakika-Paul Davies / Tubitak Bilim Ve Teknik- Temmuz 99
/ Ocak 2004) |