Evrenin Geometrisi, Karanlık Madde ve Boşluk Enerjisi

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

Evrende toplam madde-enerji miktarı, uzay-zaman geometrisini, uzay-zaman geometrisi de madde ve enerjinin nasıl davranacağını belirler. Eğer evrende yeteri kadar madde varsa çekim gücü, evren genişlemesini bir gün durdurup kendi üzerine çökmesine neden olacaktır. Bu tür evren geometrisi, küre şeklinde kendi üzerine kapalı olup sonlu ama sınırsız bir yapıya sahiptir. Bu yüzden, (zaman boyutunda) sanal bir yarı çapı bulunmaktadır. Herhangi bir kenarı, merkezi, başlangıç noktası da yoktur. Tıpkı bir balonun yüzeyi gibi. Evreni, balonun yüzeyi, içindeki yıldızları, galaksileri de bu iki boyutlu yüzey üzerinde yer alan yapılar olarak düşünürsek evrenin, üçüncü (yani, dördüncü) boyut olan zaman boyutunda kapalı olduğunu görürüz. Bu evrenin bir noktasından yola çıktığımızda (ışık hızıyla milyarlarca yıl sürecek olsa da) tekrar aynı yere gelirsiniz. Böyle bir evrende zamanın, big-bang le bir başı olduğu gibi aynı zamanda, evrenin kendi içine doğru büzülmeye başlamasıyla evrensel bir karadeliğe dönüşerek bir sonu da vardır. Eğer evrenin genişleme hızı çekim gücüne eşdeğerde ise, o zaman evrenin eğriliği sıfır yani, düz (öklid geometrisi şeklinde) olup çekim, genişleme hızını yavaşlatmasına karşın onu asla durdurmaya gücü yetmeyeceğinden evren sonsuza dek az da olsa artan bir hızla genişlemesini sürdürecektir. Buna karşılık çekime neden olan maddenin birbirlerinden kaçma hızı, çekim gücünden çok fazlaysa yani, genişlemeyi durduracak yeteri düzeyde evrende madde yoksa, o zaman evren artan bir hızla çok hızlı bir şekilde genişleyecektir ki, bu durumdaki evrenin uzay-zaman geometrisi, kürenin tam tersi olan negatif eğrilikte semer (hiperbolik) biçimindedir (ki big-bang içermeyen bu nedenle sonsuzdan gelip sonsuza giden benzerinden, bu yönüyle farklıdır). Sahip olduğu bu eğiklikten dolayı yine de sanal bir yarıçapı bulunmaktadır. Hiperbolik ve düz evren, sonlu olmaksızın yine merkezi, sınırı, kenarı yoktur ve evrenin uçları da sonsuza doğru açıktır. Hiçbir şekilde ikiye ya da kendi üzerine katlanamaz. Böyle bir evrende bir kişi, başladığı noktaya da geri dönemez. Bununla birlikte öklid (düz) geometrisinde iki nokta arası çizilen çizgi düz iken, küre yada hiperbolik geometride iki nokta arasındaki düz doğru parçası, bir yay uzunluğudur. Düz uzayda bir doğruya, o doğru dışındaki her hangi bir noktadan tek bir paralel doğru çizilebilirken aynı durum, bir küre üzerinde hiçbir şekilde çizilemez. Hiperbolik uzayda ise böyle bir doğruya, sonsuz sayıda paralel çizgi çizilebilmektedir. Elbette bu paralel çizgiden kasıt düz çizgi değil, eğik çizgilerdir. Nasıl ki dünya üzerindeki bizler, dünyanın eğikliğini düz olarak algılıyorsak aynı şekilde, genel anlamda düz olmasına karşın nesneler dolayısıyla, yerel bazda var olan uzayın eğikliğini ya da olması halinde küre veya hiperbolik bir evrenin eğikliğini algılayamazdık.Küre şeklindeki uzay-zamanda, iki paralel ışın demeti gönderdiğimizde bu ışınlar milyon yada milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki bir noktada birleşir, kesişirler. Bu geometrik evren yüzeyine bir üçgen çizmiş olsak üçgenin iç açıları toplamı, 180 dereceden büyük olurdu. Buna karşılık negatif eğriliğe sahip hiperbolik uzay-zaman geometrisinde ise, yine böyle mesafedeki bir noktada, ışınlar birbirlerinden uzaklaşmaya başlardı. Bu geometrideki üçgenin iç açıları toplamı da, 180 dereceden küçüktür. Düz evrende de bu ışınlar sonsuza değin paralellik durumunu korurlar. Öklid (düz) uzay üzerindeki bir üçgenin iç açıları toplamı ise, 180 dereceyi gösterecektir. Evrenin davranış biçimini, evren yoğunluğuyla karşılaştırarak da ifade edebiliriz. Böylece düz evrenin yoğunluğu, kritik yoğunlukta olup bu yoğunluğun üstünde, galaksilerin birbirlerinden kaçma hızı yeterli olmadığından evren kapalı modeli verirken, evren yoğunluğu kritik yoğunluğun altında ise, galaksiler birbirlerinden hızla uzaklaşacaklardır.  Geçmişte ise, Newton’a göre evren, sabit ve hareketsizdi (durağandı). Çünkü yine ona göre, evren sonsuz ve homojen olduğundan cisimler birbirlerine uyguladıkları çekim gücü dolayısıyla, birbirlerini dengelemekteydi. Hatta Einstein bile ilk zamanlarda kendi kurduğu denklemlerin aksine, evrenin statik olduğunu düşündü ve daha sonra bunun kariyerinin en büyük hatası olduğunu dile getirdi. Oysa evren, De Sitter tarafından yapılan hesaplamalar sonucunda sadece boş uzayda yani, hiçbir madde ve enerjinin bulunmadığı bir evren için bu durgunluk gerçek olabilirdi ki, eğer madde varsa mutlaka evren hareketli olmak zorundadır. Bu boş uzaya aynı zamanda Einstein - De Sitter uzayı adı verilmektedir. Ancak Edwin Hublle tarafından yapılan gözlemlerle evrenin, tıpkı şişen bir balon yüzeyi gibi, o yüzey üzerinde düşündüğümüz tüm galaksilerin birbirinden hızla uzaklaştığı yani, uzayın genişlediği ispatlanmıştır. Ayrıca evrenin genişlemesi, uzayın genişlemesi olduğundan, evren plank boyutlarında (big-bang in 10 üzeri (-43) saniye, 10 üzeri (-33) cm de) iken madde ve enerjinin yoğun halde bulunması, aynı zamanda bildiğimiz uzayın kendisinin de o noktada yoğunlaştığı anlamına gelir. Yani big-bang olmadan önce, bildiğimiz uzayın kendisi de yoktu.

Bununla birlikte, geniş bir açıdan evrene baktığımızda evren yapısının homojen (üniform) olduğu ortaya çıkmıştır. Yani evrenin her yerinde yoğunluk, eşit olduğundan evren oldukça düzgündür. Homojen olan evrenin içindeki her bir cisim (galaksi), aralarındaki uzaklıkla doğru orantılı olarak genişlediğinden evrenin hangi galaksisinden bakılırsa bakılsın evren, yine aynı şekilde görünür. Ve yine aynı zamanda evrenin hangi noktasından bakılırsa bakılsın bakana nispetle gözlemci, kendisini evrenin merkezinde görür. Galaksilerin birbirlerinden kaçma (dolayısıyla evrenin genişleme) hızı ise (tam olarak bilinemese de yaklaşık olarak), 3,26 milyon ışık yılı için saniyede 55-70 km dir. 6,52 milyon ışık yılı içinse bu, 110-140 km dir...vs. Yapılan çok hassas gözlemlerle artık kesin olarak evrenin, sanılanın aksine yeterince yoğunluğa (madde miktarına) sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Böylece evren, kritik yoğunluğun hemen altındaki yakın bir değerde bulunup düz bir geometriyle sonsuza dek genişlemesini sürdürmektedir. Yalnız burada bir sorun var. Bu sorun ise evrenin, bilinen tüm maddesi dışında hiçbir madde ve enerji içermemiş olsaydı çoktan kendi içine çökmüş ya da genişleyip çözülmeye başlamış olması gerekirdi. Demek ki şu anda görünen evreni, kritik hızın biraz üzerinde genişlemesini sağlayan karanlık bir madde olması gerekmektedir. Sadece bu değil yapılan çeşitli gözlemlerle de mesela, bir galaktik küme içerisindeki galaksilerin toplam kütlesinin, onları bir arada tutan kütle çekim kuvvetini yaratacak düzeyde olmadığı gösterilmiştir. Keza benzer bir durum galaksilerin kendi içlerinde de gözlemlenmiştir. Mesela sarmal bir galaksiye bakıldığında ışıldayan yıldız miktarının, galaksi merkezine yakın yerlerde daha yoğun, galaksi merkezinin uzaklarında ise, daha az yoğun olmaktadır. Eğer merkezkaç kuvveti ile çekim kuvveti eşitliğini göz önüne alırsak dönme hızının, cisimlerin sahip olduğu kütle ile doğru orantılı olarak artması dolayısıyla, galaksi merkezine yakın bölgelerin dönme hızının yüksek, merkezden uzak daha seyrek olan kısmının ise, daha yavaş olması gerekir. Oysa durum böyle olmayıp galaksinin dönme hızının, galaksinin her yerinde aynı olduğu görülmektedir. Dolayısıyla galaksinin, karanlık maddeden meydana gelen bir hale içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Keza, gözlemlenen tüm sarmal galaksilerin hemen hepsinde aynı durumun varlığı kanıtlanmıştır. Yapılan hesaplamalarla da evrende bilinen madde ve enerji, var olanın ancak %4’ ünü teşkil ederken, % 96’ sı da gözlemlenmeyen ama etkileri ölçümlenen karanlık madde ve enerjiden oluşmaktadır. Bu %96’ lık dilimin %73’ ü karanlık enerji, % 23’ ü ise karanlık maddedir (ki bu anladığımız manadaki madde değildir). Karanlık madde ve enerji, ışık yayımlamadığı gibi, ışığı soğurmamaktadır da. Karanlık madde, aynı anda hem kendi cinsi olan karanlık madde ile hem de görünen (bilinen) maddeyle kütle çekimle birbirleriyle etkileşirken, kümeleşebilirken, karanlık enerjinin tanecikleri, birbirlerini itmekte böylece, evreni genişletmektedirler. Ayrıca karanlık enerji, evrenin her yerinde homojen olarak bulunmaktadır. Karanlık madde, bilinen madde ile kümeleşebildiğinden galaksileri meydana getirebilmiştir. Çünkü evren ilk zamanlarında hidrojen ve helyumdan oluşan tek bir gaz bulutu halinde idi. Bu yüzden eğer karanlık madde olmasaydı, evren o kadar homojen olurdu ki kümeleşme oluşmayacağından gezegenler, yıldızlar, galaksiler meydana gelemeyeceklerdi.                                                                         Karanlık maddenin ne olabileceğine ilişkin birçok neden gösterildi. Bunlardan bazıları sırasıyla, sanılandan fazla olduğu düşünülen karadelikler ve bilhassa güneşten milyon kat büyüklükteki dev karadelikler, ihmal edilebilecek kütlelere sahip olmalarına karşın çok büyük yığınsal kütleye sahip olmalarından ötürü nötrinolar ile bugün için bilemediğimiz farklı türden parçacıklar ve tahminlerin ötesinde hesaba katılmayan gezegenler, astroidler, kuyruklu yıldızlardır. Ancak, bunlar hesaba katılsa bile, yine de kütle açığının çok gerisinde bulunulmaktadır. Bunların dışında karanlık maddeye çok yakın davranışı sergilemesi dolayısıyla en büyük aday ise, “beşinci kuvvet” olarak adlandırdığımız Boşluk Enerjisidir. Bildiğimiz gibi, evrendeki tanecikler o tanecikleri temsil eden alanların belli düğümler arasında yoğunlaşmış enerji bloklarıydı. Mesela, pionlar, bir pi mezonu alanının, fotonlar elektromanyetik alanının, pozitronlar da bir pozitron alanının kuantlarıdır. Haysenberg’in belirsizlik ilkesine göre de, boşluğun tamamen boş olması, boşluğun tanımlanması anlamına geldiğinden o boyutta boşluk tamamen enerji alanları, dolayısıyla taneciklerle dolu olması gerekir. Bu yüzden boşluk olarak düşündüğümüz ortam (boyut) ilk bakışta bile, bir enerji alanının yada alanlarının asla sıfır olamadığı böylece, sıfırın üstünde ancak en alt enerji seviyesinde (0,1 gibi) bir gitarın telleri gibi sonsuz şekillerde titreşen dalgalar ve onların bir görünümü olan parçacıklarla tıka basa doludur. Sıradan bir hesaplamayla bile bu en alt enerji düzeyine denk düşen boşluk enerjisi, çok düşük enerji seviyesine sahip kuantum alanlarını barındırmış olsa da, sonsuz sayıdaki titreşim biçimlerine karşılık gelen (çünkü sonsuz sayıda enerji (dalga) olasıdır) bu küçük enerji seviyelerini üst üste koyduğumuzda sonsuz bir değer elde ederiz. Dolayısıyla evrenin her yerinde bulunması nedeniyle çok küçük bir alandaki toplam vakum enerji miktarı, evrenin bilinen tüm enerji miktarının toplamından (ya da enerji kütle eşitliğinden ötürü, toplam kütlesinden) çok daha fazla olmaktadır. Mesela, birtakım şeyleri ihmal ederek bu toplamı yaptığımızda bile, bir santimetreküpteki vakum enerjisinin (ya da kütlesinin), evrenin bilinen 10 üzeri 50 ton olan ağırlığından, kıyasa gelmeyecek ölçülerde çok daha yüksek olduğu görülmektedir.

Böylece boşluktaki alandan yaratılan tanecik çiftleri, belli bir süre titreştikten sonra tekrar birleşerek bu alana geri dönüp yok olurlar. Serbest hareket edememelerinin nedeni ise, gerçek (kararlı) parçacıklar arasında tanecik türüne göre geçerli olan kuvvetlerin, bu sanal parçacıklar arasında da geçerli olmasından kaynaklanmaktadır. Bu vakumdaki parçacıklar, maddesel dünyamızı oluşturan parçacıklar gibi kararlı olmadıklarından, belli bir süre içinde var olmaları nedeniyle sanal, edimsiz (kararsız) parçacıklar ismini alırlar. Boşluktaki bu sanal parçacık çiftlerinin yığınsal etkileri, kütle çekim etkisi yarattığı gibi, oluşturduğu kütle çekim etkisinin çok çok üzerinde negatif bir basınca da sahip olarak kütle çekimine karşı büyük bir güçle ters itim oluşmasını sağlamakta, böylece evreni genişletmekte, evren hacmi genişledikçe de boşluk enerjinin miktarı artmaya başlamaktadır. Yani kendisini besleyen bir sistemle evren sürekli genişlemesini sürdürmektedir. Bununla birlikte bu boşluk enerjisinin neden olduğu itici kuvvet, zaman ve mekana göre değişiklikte gösterebilmektedir. Öyle ki bu güç, enflasyon teorisi olarak da bilinen yaratılışın 10 üzeri (-35) sn. de evrenin bir anda 10 üzeri 50 kat büyümesini sağlamıştır. Ancak buradaki bazı sorular da giderilmiş değildir. Çünkü bu boşluktaki sonsuz enerji durumu, evreni çoktan parçalayıp yok etmesi gerekirdi. Ama gerçek öyle değil. Bu sorunu ortadan kaldırmak içinde olayı daha iyi betimleyen yeni yeni beşinci kuvvet modelleri ortaya konmaktadır.

Vakumdaki (boşluk) durumu, daha derinden anlayabilmek için alan kavramını göz önüne almamız gerekir. Bildiğimiz gibi, Newton fiziğinde madde ve boşluk iki ayrı kavram olarak ele alınır. Ancak Einstein’ nın genel rölativite teorisiyle birlikte çekim dediğimiz şey, Newton fiziğindeki gibi boşlukta hareket eden parçacık etkileşmeleri değil, uzayın kendi yapısındaki eğrilikten kaynaklanan bir durum olduğu ortaya çıkmıştır. Yani, zaman boyutu içindeki eğri uzay, çekimin kendisi oluyordu. Bu yüzden cisimlerin çevresine uyguladıkları çekim etkisi, bu kütlelerin çevresindeki uzayı eğmesinden kaynaklanmaktadır. Tıpkı gerilmiş bir bez üzerine konmuş ağır bir güllenin, etrafında oluşturduğu bezdeki eğrilikte hareket eden bir bilyeyi kendine çekmesi gibi. Daha da ilginci, aslında kütle dediğimiz şeyin de bu eğrilikten ayrı bir yapısı olmayıp aynı uzaydaki eğimden ibaret olmasıdır. Dolayısıyla kütle ve çekim dediğimiz şey gerçekte, Tek Bir Alandaki çeşitli eğriliklerden başka bir şey değildir. Böylece madde ve alan kavramı da tek bir şeye indirgenmiş olmaktadır. Bu gravitasyonel kuvvet (kütle çekimi) ile kütle arasındaki durum, kuantum boyutlarında parçacık ve ilgili kuvvetler arası ilişkiler için de aynen geçerlidir. Böylece atom altı boyutlarda her şey, sadece alanlarla ifade edilebilmekte mesela, fotona ait elektromanyetik alanı ya da pozitron, elektrona ait pozitron, elektron alanı şekline bürünen, Tek Bir Alanın varlığı söz konusu olmaktadır. Bozon olarak ifade ettiğimiz elektromanyetik, gravitasyonel, güçlü ve zayıf kuvvet parçacıkları, o alan üzerinde hareket eden titreşimlerken, parçacıklar da yine aynı titreşim özelliğindeki alanın bölgesel yoğunlaşmaları olmaktadır. Dolayısıyla, parçacıkların kuvvetler aracılığıyla birbirleriyle etkileşimi, yine aynı alanda ama farklı yoğunlaşma ile kendini gösteren parçacıkların, birbirlerini aralarındaki aynı özellikli alan dalgalanmalarıyla etkilemeleri şeklinde meydana gelmektedir. Parçacıkların hareketi ise, yine bu bölgesel alan yoğunlaşmalarının, alan üzerindeki hareketiyle oluşmaktadır. Bir parçacığın birden fazla kuvvet alanına ve o alanın yoğunlaşmış şekline sahip olması ise, onun içsel özelliklerinin bir sonucudur. Bununla birlikte, parçacıklar yok olabildikleri gibi, farklı alanların parçası da olabilmektedirler. Özetle, her ne kadar boşlukta titreşen alanlardan bahsetmiş olsak da aslında tüm bu alanlar Tek Bir Alanın farklı görünümlerinden, farklı eğim, şekil almalarından başka bir şey değildir. Bildiğimiz maddeyi oluşturan parçacık ve onların alanları, kararlı yapıda iken, boşluktaki sanal parçacıklar ve dolayısıyla alanları, kararsızdırlar. Bu yüzden boşlukta oluşan sanal parçacıkların Vakumda bir anda var olup yok olmaları, bu alandaki parçacık çifti, dolayısıyla alan çifti olarak belirip belli bir süre sonra birleşerek yok olmalarıyla oluşur. Mesela bir foton çifti yani, elektromanyetik alan çifti böyledir. Ya da bir gulon, graviton gibi boson çiftleri veya proton, antiproton gibi fermion çiftleri. Böylece bir fermion olan elektron- pozitron çifti, bu alanı dalgalandırıp belli bir mesafe yol aldıktan sonra aralarındaki elektromanyetik çekim kuvveti nedeniyle bir araya gelerek alanda yok olurlar. Daha doğrusu alandaki eğrilikleri yok olur. Uzayın her yerinde her an, en hafifinden en ağırına kadar sayısız parçacık türleri ya da enerji dalgaları (alanları) bu Tek Alanda daima mevcutturlar. Aslında, uzay-zamandan bağımsız, ama onu oluşturan bu Tek Alan, bilebildiğimiz şeylerin de ötesinde, her şeyin kaynağıdır. Bu bölünmez-parçalanmaz Bütünsel Alana, çeşitli yönlerden yaklaşan ya da farklı bakış açılarıyla aynı şeyi anlatmaya çalışan başarılı teorilerden biri de David Bohm’un Hologram Teorisidir (Ayr. bkz. Birleşik Alanlar 7).

Bilebildiğimiz, bilemediğimiz, düşünebildiğimiz, düşünemeyeceğimiz tüm varlıkların meydana geldiği bu “Tek Enerji Alanı”, tüm fotonların (dalgaların) da özü olarak bir terkip haline gelmemiş yönüyle (sınırsız bir biçimde her şeyi yapabilecek potansiyelle) Salt Enerji halinde iken bu Enerji Denizi, tıpkı su üzerindeki dalgalanmalar gibi, sadece bir “an”lık dalgalanmasıyla, sonsuzluğa uzanan varlığı meydana getirmekte ve sonra bu dalgalar yine o “an” içinde aslına rücu etmesi sonucu Salt Enerji Okyanusunda yok olmaktadırlar. Bu Salt Enerjinin Bilinci olan Kozmik Bilinç, hayalinde bir şey yarattığı anda, hayal aleminde bu şey enerji dalgası olarak açığa çıkmaktadır. Allah’ın özelliklerinin sonu olmadığı için açığa çıkanların, ortaya konanların da hiçbir sonu yoktur. Bu yüzden bu Bilinçli Enerji, sonsuz “an” lardan sadece bir “an”lık dalgalanmanın sonucu olarak, tüm boyutlarıyla (içinde bizim de yer aldığımız) sonsuz evrenler dediğimiz yapıyı meydana getirdiği gibi bunun yanında, farklı “an” lar dan her biri diğerinden farklı dalgalanmalarla da “her “an” yeni bir yaratışla” hiçbir zaman kavrayamayacağımız âlemleri oluşturmaktadır. Ve bu farklı “an” lardan oluşan dalgalanmalar ise, durmaksızın sonsuza dek devam edip gitmektedir. Ayrıca, bu dalgalanmaların her birinin de kendi içinde, “an” içere“an” lardan oluşan sonsuz, ayrı ayrı dalgalanmaları ve bunların yok olması da söz konusudur ki bu yönüyle de Allah, “her an yeni bir yaratışta” bulunmaktadır. Tüm varlık, gerçekte farklı frekanslara karşılık gelen bu dalgalardan ya da bilinç (enerji) titreşimlerinden, bilgi paketlerinden ibarettir. Ve her şey bu boyutta olup bitmesine karşın bizler, dünyayı, evreni, maddesel bir biçimde gerçekten varmışçasına algılamakta, yaşamaktayız. Başka bir deyişle, bildiğimiz ya da farklı boyutları algılama aracımız olan beynimiz de dahil olmak üzere şu anda bile o boyutta (holografik özellik dolayısıyla sonsuzluğa açılabilecek) bir bilinç titreşimi olarak yer almakta olup yine o boyutta bizlerin (biz bilinç dalgalarının) uzantısı olan (aynı alanda yer alan) hareketli frekansları çözebildiğimiz, deşifre edebildiğimiz ölçüde bu dalgaları, (beynimizin kendisi de dahil) maddi evrene dönüştürmekteyiz. Bu sistem, ölüm ötesi boyutlar ile farklı boyutlarda yer alan diğer varlık ve algılamaları için de aynen geçerlidir. Varlığın ve ondaki tüm hareketliliğin, oluşumun kaynağı olan, bir “an” lık açılımdaki sonsuz Enerji Okyanusundaki frekansların, her an değişmesi, dönüşüme uğraması dolayısıyla da “Allah her an yeni bir Şanda” dır (bu konuya Hangi Evreni Algılamaktayız II ve III. bölümünde de değinmiştik). Allah Esmasının yani soyut özelliklerinin somut olarak açığa çıktığı ya da bir diğer ifadeyle çokluk boyutu adı altında Enerji yapıya dönüştüğü sınır olan “Arş’ın”, su üzerinde bulunmasının bir anlamı da  bu “Arş” boyutunun Enerji Okyanusu üzerindeki bir boyutta yer almasıdır. Aynı şekilde, “Yer ve gök bitişikken biz ayırdık onları ve her canlı şeyi sudan halk ettik” ayetinin bir anlamı da yine bu Enerji Denizine işaret etmektedir, düşünceme göre.

(Evrensel Sırlar / Tekin Seyri/ Sistemin Seslenişi II – Ahmed Hulusi /Evrenin Kısa Tarihi- Joseph Silk / Evrenin Evrimi Ve Yıldızların Oluşumu-W. J. Kauffman /Fiziğin Taosu- Fridjof Capra /Son Üç Dakika-Paul Davies / Tubitak Bilim Ve Teknik- Temmuz 99 / Ocak 2004)

 

 
 
İstanbul - 23.01.2007
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com