Bugünün bilimsel
verileriyle, evrende görünmeyen güçlerin, görünen
katı maddeyi nasıl oluşturup yönlendirdiğini daha net ve
somut olarak görmeye başladık. Bu güçlerden biri de
“Karanlık Madde” ile “Karanlık Enerjidir”. Bu yazımızda
da “Karanlık Madde ve Enerjiyi” son bilimsel gelişmeler
ışığında tanımlayıp, akabinde bunun “Mistik Alandaki”
karşılığını görmeye çalışalım.
Evrende toplam madde - enerji miktarı, uzay-zaman
geometrisini, uzay-zaman geometrisi de madde ve
enerjinin nasıl davranacağını belirler.
Eğer evrende yeteri kadar madde varsa çekim gücü, evren
genişlemesini bir gün durdurup kendi üzerine çökmesine
neden olacaktır. Bu tür evrenin geometrisi, “Küre”
şeklinde kendi üzerine kapalı olup sonlu ama sınırsız
bir yapıya sahiptir (1). Bu yüzden,
zaman boyutunda, yani 4. boyuta sanal bir yarıçapı
bulunmaktadır (evreni iki boyutlu kürenin yüzeyi olarak
düşünürsek, “zaman boyutu” kürenin yüzeyinden merkezine
doğru giden “doğru çizgisi” olmaktadır). Herhangi
bir kenarı, merkezi, başlangıç noktası da yoktur, tıpkı
bir balonun yüzeyi gibi. Evreni, balonun yüzeyi,
içindeki yıldızları, galaksileri de bu iki boyutlu yüzey
üzerinde yer alan yapılar olarak düşünürsek evrenin,
üçüncü (yani, dördüncü) boyut olan “zaman boyutunda”
kapalı olduğunu görürüz. Bu evrenin bir noktasından yola
çıktığımızda (ışık hızıyla milyarlarca yıl sürecek olsa
da) tekrar aynı yere gelirsiniz. Böyle bir evrende
zamanın, big-bang le bir başı olduğu gibi aynı zamanda,
evrenin kendi içine doğru büzülmeye başlamasıyla
evrensel bir “Karadeliğe” dönüşerek bir sonu da
vardır. Yani, zamanın bir başlangıcı ve sonu mevcuttur.
Eğer
evrenin genişleme hızı çekim gücüne eşdeğerde ise, o
zaman evrenin eğriliği sıfır olur ve şekli de, “Düz
(Öklit)” geometrisi olarak karşımıza çıkar. Böyle bir
evrende çekim, evreni durdurup kendi üzerine çökmesini
oluşturamasa da genişleme hızını yavaşlatmasına karşın
ancak sonsuz bir zamanda durmasını sağlar. Buna karşılık
çekime neden olan maddenin birbirlerinden kaçma hızı,
çekim gücünden çok fazlaysa, yani genişlemeyi durduracak
yeteri düzeyde evrende madde yoksa, o zaman evren artan
bir hızla çok hızlı bir şekilde genişleyecektir ki, bu
durumdaki evrenin uzay-zaman geometrisi, kürenin tam
tersi olan negatif eğrilikte “Semer” (buna “Hiperbolik”
veya “Lobachevski”
modeli de denmektedir) biçiminde olur (big-bang
içermeyen bu nedenle sonsuzdan gelip sonsuza giden
benzerinden, bu yönüyle farklıdır). Sahip olduğu bu
eğiklikten dolayı yine de sanal bir yarıçapı
bulunmaktadır (hiperbolik şeklin birden fazla olası
biçimleri de vardır).
“Hiperbolik” ve “Düz” evrenin, sonlu olmaksızın yine
merkezi, sınırı, kenarı yoktur ve evrenin uçları da
sonsuza doğru açıktır. Hiçbir şekilde ikiye ya da
kendi üzerine katlanamaz. Böyle bir evrende bir kişi,
başladığı noktaya da geri dönemez. Bununla birlikte
“Öklid (Düz)” geometrisinde iki nokta arası çizilen
çizgi düz iken, “Küre” yada “Hiperbolik” geometride
iki nokta arasındaki düz doğru parçası, bir yay
uzunluğudur. Düz uzayda bir doğruya, o doğru
dışındaki her hangi bir noktadan tek bir paralel doğru
çizilebilirken aynı durum, bir “Küre” üzerinde hiçbir
şekilde çizilemez. “Hiperbolik” uzayda ise böyle bir
doğruya, sonsuz sayıda paralel çizgi çizilebilmektedir.
Elbette bu paralel çizgiden kasıt düz çizgi değil, eğik
çizgilerdir.
Nasıl ki dünya üzerindeki bizler, dünyanın eğikliğini
düz olarak algılıyorsak aynı şekilde, genel anlamda düz
olmasına karşın nesneler dolayısıyla, yerel bazda var
olan uzayın eğikliğini ya da olması halinde “Küre” veya
Hiperbolik” bir evrenin eğikliğini algılayamazdık.
“Küre” şeklindeki uzay-zamanda, iki paralel ışın demeti
gönderdiğimizde bu ışınlar milyon yada milyarlarca ışık
yılı uzaklıktaki bir noktada birleşir, kesişirler. Bu
geometrik evren yüzeyine bir üçgen ile (r) yarıçaplı bir
çember çizmiş olsak üçgenin iç açıları toplamı, 180
dereceden büyük (öyle ki her üç açı 90 derece de
olabilmektedir), çemberin çevresi, 2(pi)r den küçük
olurdu. Buna karşılık negatif eğriliğe sahip hiperbolik
uzay-zaman geometrisinde ise, yine böyle mesafedeki bir
noktada, ışınlar birbirlerinden uzaklaşmaya başlardı. Bu
geometrideki üçgenin iç açıları toplamı da, 180
dereceden küçük, böyle bir çemberin çevresi ise, 2(pi)r
den büyük olurdu. Düz evrende de bu ışınlar sonsuza
değin paralellik durumunu korurlar. Buna karşılık Öklid
(düz) uzay üzerindeki bir üçgenin iç açıları toplamı,
180 dereceyi, (r) yarıçaplı çember de tamı tamına 2(pi)r
yi gösterecektir.
Evrenin hareketini daha iyi tasavvur edebilmemiz için,
yukarı doğru atılan bir taş örneğiyle şöyle
düşünebiliriz. Birinci durumda havaya bir taş
attığımızda eğer taşın hızı kaçma hızından fazla değilse
taş yere düşer. Eğer taşın hızı, dünyadan kaçma hızından
büyükse o zaman taş (ivmeli olarak) artan bir hızla
hareketine devam eder. Bununla birlikte taşın hızı,
dünyadan kaçma hızına eşitse taş asla dünyaya geri
dönmez, kıl payı kaçmayı başarır. Evrenin
davranış biçimini, evren yoğunluğuyla karşılaştırarak da
ifade edebiliriz. Böylece “Düz Evrenin” yoğunluğu,
kritik yoğunlukta olup bu yoğunluğun üstünde,
galaksilerin birbirlerinden kaçma hızı yeterli
olmadığından evren kapalı modeli bize verirken, evren
yoğunluğu kritik yoğunluğun altında ise, galaksiler
birbirlerinden artan bir hızla uzaklaşacağı modeli bize
gösterir. Bu durumda da
evrenin geometrisi “Hiperbolik” şekli alacaktır.
Geçmişte ise, Newton’a göre evren, sabit ve hareketsizdi
(durağandı). Çünkü yine ona göre, evren sonsuz ve
homojen olduğundan cisimler birbirlerine uyguladıkları
çekim gücü dolayısıyla, birbirlerini dengelemekteydi (bu
ise birçok paradoksa sebep olmaktaydı). Hatta Einstein
bile ilk zamanlarda kendi kurduğu denklemlerin aksine,
evrenin “statik (durgun)” olduğunu düşündü ve daha sonra
bunun kariyerinin en büyük hatası olduğunu dile getirdi.
Oysa evren, “De Sitter” tarafından yapılan hesaplamalar
sonucunda sadece boş uzayda yani, hiçbir madde ve
enerjinin bulunmadığı bir evren için bu durgunluk gerçek
olabilirdi ki, eğer madde varsa mutlaka evren
hareketli olmak zorundaydı. Bu boş uzaya aynı
zamanda “Einstein - De Sitter” uzayı adı verilmektedir.
Ancak Edwin Hublle tarafından yapılan gözlemlerle
evrenin, tıpkı şişen bir balon yüzeyi gibi, o yüzey
üzerinde düşündüğümüz tüm galaksilerin birbirinden hızla
uzaklaştığı yani, uzayın genişlediği ispatlanmıştır.
Ayrıca evrenin genişlemesi, uzayın genişlemesi
olduğundan, evren “Planck Boyutlarında” (big-bang in
10 üzeri (-43) saniye, 10 üzeri (-33) cm de) iken madde
ve enerjinin yoğun halde bulunması, aynı zamanda
bildiğimiz uzayın kendisinin de o noktada yoğunlaştığı
anlamına gelir (teorik olarak Planck altında da
uzay-zaman var ama yine denklemlere göre burası
uzay-zamanın çalkalanması sonucu geometrisi tamamen
bozulduğundan, farklı deyişle “Kuantum Köpüğü” dediğimiz
kaotik yapıya dönüştüğünden bunu “Planck Boyutlarıyla”
sınırlandırarak anlattım). Yani kısacası, “big-bang”
olmadan önce, bildiğimiz uzayın, ve dolayısıyla zamanın
kendisi de yoktu. Bunun bir kanıtı da evrendeki tüm
kütle ve bunların hareket enerjilerinin toplamı ile
çekim gücünün oluşturduğu enerjinin birbirine eşit
olmasıdır. Yani, evrenin toplam enerjisinin sabit
oluşudur.
Bununla birlikte, geniş bir açıdan evrene baktığımızda
evren yapısının homojen (üniform) olduğu ortaya
çıkmıştır. Yani evrenin her yerinde yoğunluk, eşit
olduğundan evren oldukça düzgündür. Homojen olan evrenin
içindeki her bir cisim (galaksi), aralarındaki uzaklıkla
doğru orantılı olarak genişlediğinden evrenin hangi
galaksisinden bakılırsa bakılsın evren, yine aynı
şekilde görünür (buna İzotrop özelliği de denir). Ve
yine aynı zamanda evrenin hangi noktasından bakılırsa
bakılsın bakana nispetle gözlemci, kendisini evrenin
merkezinde görür. Galaksilerin birbirlerinden kaçma
(dolayısıyla evrenin genişleme) hızı ise (tam olarak
bilinemese de yaklaşık olarak), 3,26 milyon ışık yılı
için saniyede 55-70 km dir. 6,52 milyon ışık yılı içinse
bu, 110 - 140 km dir, ...vs.
Şimdi ana konumuza gelirsek, bugün yapılan çok hassas
ölçümler evrenin artık artan bir hızla genişlemekte
olduğunu ve “Düz” bir geometriye sahip bulunduğunu
göstermektedir (bu çelişki gibi gelse de bunun nedenini,
ikinci bölümde açıklayacağım). Yani evrenimizdeki
madde, kritik yoğunluğun hemen altındaki bir değerde
olup bu sebeple ivmeli bir biçimde sonsuza doğru
genişlemektedir. Ancak burada bir sorun ortaya
çıkmaktadır. O da, yine yapılan detaylı gözlemlerle
evrendeki toplam madde ve enerji yoğunluğunun bu
kritik yoğunluğun çok çok altındaki bir değerde
olduğunu göstermesidir. Yani evrenimiz sahip olduğu
hıza karşın, şu anki gözlemlenen madde ve enerji
miktarıyla çoktan parçalanıp dağılması gerekirken, fazla
bir maddeye, daha doğrusu madde ve enerjiye sahipmiş
gibi davranmaktadır. Bu da, şu anda görünen evrende,
kritik hızın biraz üzerinde genişlemesini sağlayacak
düzeyde
fazladan bir maddenin, yani görünmeyen “Karanlık Madde
ve Enerjinin” var olduğunu bize göstermektedir.
Sadece bu değil yapılan çeşitli gözlemlerle de mesela,
bir galaktik küme içerisindeki galaksilerin toplam
kütlesinin, onları bir arada tutan kütle çekim kuvvetini
yaratacak düzeyde olmadığı gösterilmiştir.
Yani, gözlemlenen çekim
kuvveti, olması gerekenden çok daha fazladır. Bu ise
galaksilerin sahip oldukları hızlar hesaplanarak tespit
edilmiştir. Bunu biraz daha açarsak, kütle çekim
kuvveti, nesneler arası mesafenin karesi ile ters,
kütlelerin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Ayrıca yine
bir matematiksel eşitliğe göre, dönme hızıyla, çekim
kuvveti, dolayısıyla kütleler arasında da bir bağıntı
vardır. Bu sebeple, çekim ne kadar yüksekse, bir cismin
diğer bir cisim çevresindeki veya iki cismin beli bir
merkezi nokta etrafındaki dönme hızları da o kadar
fazla olur. Dolayısıyla galaksi kümeleri üzerinde
yapılan incelemeler, galaksilerin bir merkez etrafındaki
yörünge hızlarının, olması gerekenden çok daha yüksek
olduklarını göstermiştir.
Keza
benzer bir durum galaksilerin kendi içlerinde de
gözlemlenmiştir. Mesela sarmal bir galaksiye
bakıldığında ışıldayan yıldız miktarının, galaksi
merkezine yakın yerlerde daha yoğun, galaksi merkezinin
uzaklarında ise, daha az yoğun olmaktadır. Dönme
hızının, cisimlerin sahip olduğu kütle ile doğru
orantılı olarak artması dolayısıyla, galaksi merkezine
yakın bölgelerin dönme hızının yüksek, merkezden uzak
daha seyrek olan kısmının ise, daha yavaş olması
gerekir. Oysa durum böyle olmayıp galaksinin dönme
hızının, galaksinin her yerinde aynı olduğu, dolayısıyla
merkezden uzaklaştıkça yıldızların olması gerekenden çok
daha hızlı oldukları görülmektedir.
Öyle ki, dış kısmına yakın yıldızlar neredeyse
galaksiden ayrılacak düzeyde yüksek hızda
dönmektedirler.
Bununla birlikte, merkeze yakın yıldızların da olması
gerekenden çok daha hızlı dönmekte oldukları, bunların
da çoktan galaksi dışına çıkmaları, fırlamaları
gerekirdi. Yani, bunların da görünen kütleleri bu
hızlarda hareket etmeleri için yeterli değildir.
Dolayısıyla yapılan hesaplamalar ve gözlemlemeler
sonucunda galaksilerde, “Karanlık Maddenin” varlığı
yanında, yine tüm galaksilerden her birinin “Karanlık
Madde” tarafından bir hale içinde çevrili olduğu ortaya
çıkmaktadır. Yani galaksilerin etrafında, o galaksileri
dağılmasını engelleyecek ve eşit hızlarda döndürecek
miktarlarda “Karanlık Madde” bulunmaktadır (her bir
galaksinin dönme hızları da birbirinden farklıdır)
(2). Sonuç olarak evrende bilinen madde ve
enerji, var olanın ancak %4’ ünü teşkil
ederken, % 96’ sı da gözlemlenmeyen ama etkileri
ölçümlenen karanlık madde ve enerjiden oluşmaktadır.
Bu %96’ lık dilimin de %73’ nü “Karanlık Enerji”, % 23’
nü ise “Karanlık madde” oluşturmaktadır. Bu arada,
“karanlık Madde” ifadesindeki “madde” kelimesi de
bildiğimiz anlamda madde değildir. Daha çok kütlesi olan
enerji parçacığı olarak düşünülmektedir.
“Karanlık Madde ve Enerji”, ışık yayımlamadığı gibi,
ışığı soğurmamaktadır da. Yani, ışıkla ve diğer
Elektromanyetik dalgalarla hiçbir şekilde etkileşime
girmemektedir. “Karanlık Madde”, aynı anda hem kendi
cinsi olan “Karanlık Madde” ile hem de görünen (bilinen)
maddeyle sadece Kütle Çekimsel (Gravitasyonel Kuvvet)
olarak etkileşirken, kümeleşebilirken, evrenin her
yerinde homojen (düzgün dağılmış) olarak bulunan
“Karanlık Enerjinin” tanecikleri de, birbirlerini
itmekte böylece, evreni genişletmektedirler (“Karanlık
Enerjiyi” bir sonraki bölümde inceleyeceğiz). Böylece
diğer tanecikler gibi Big- Bang’ le yaratılan “Karanlık
Madde”, bilinen madde ile
kümeleşebildiğinden galaksileri meydana getirebilmiştir.
Çünkü evren ilk zamanlarında hidrojen ve helyumdan
oluşan tek bir gaz bulutu halinde idi. Bu yüzden eğer
“Karanlık Madde” olmasaydı, evren o kadar homojen olurdu
ki kümeleşme oluşmayacağından gezegenler, yıldızlar,
galaksiler meydana gelemeyeceklerdi.
Oysa tam tersine ve de mükemmel bir biçimde, ışık
hızının altında yavaş hareket eden, hantal soğuk
“Karanlık Maddenin” tanecikleri (ki bize göre yine
yüksek hızlıdırlar), rastlantısallığın adının bile
geçerli olamayacak şekilde tıpkı bir inşaatın yapı
iskeleti gibi, evrenin iskelesini oluşturmuş, adeta bir
örümcek ağına benzer biçimde tüm evreni sarmış ve
bilinen maddeyi çevreleyerek (aradaki boşluklarda çekim
etkisiyle düzenleyerek) ince ayarlı olan evrendeki
şaşmaz düzeni meydana getirmiştir. Sonuç olarak,
“Karanlık Madde” yıldızların, gezegenlerin ve
yeryüzündeki yaşamın oluşumu için hayati bir önem teşkil
etmiş ve hala etmektedir (3).
“Karanlık Maddenin” parçacıkları, insan bedeninden,
nesnelerin ve gezegenlerin, yıldızların içinden madde
atomları ve parçacıklarıyla etkileşmeksizin (onlarla
çarpışmaksızın) geçip gitmektedirler, tıpkı görünmez bir
insanın duvarın öbür tarafına geçmesi gibi. Öyle ki bu
parçacıklar bir iğne ucu kadar yerden on, yüz
milyarlarca sayıda geçmektedirler. Eğer elimizde bir
avuç “Karanlık Madde” tutmuş olsaydık onun bir ağırlığa
sahip olduğunu hisseder, parmaklarımızın arasından,
elimizin derisi içinden geçerek yerin içine
girdiğini, hiçbir şeyle (topraktaki sayısız
parçacıklarla) etkileşmeksizin ve onlarla çarpışmaksızın
dünyanın diğer tarafından çıkıp gittiğini görürdük.
Varlığın her bir noktasına sirayet etmiş ve her bir
taneciğin ihmal edilecek düzeyde bir kütleye sahip olmuş
olsa da (diğer bilinen parçacıklara nispetleyse
ağırdır), bunların etkileri yığınsal olarak daha büyük
boyutlarda görülmekte olup tüm galaksileri ve galaksi
içi yıldız gruplarını, sahip oldukları kütle çekimi ile
yönlendirmektedirler.
Mahiyetinin ne olduğu bilinemese de, artık etkilerinden
dolayı varlığı kesin olarak ispatlanan “Karanlık
Maddenin” ne olabileceğine ilişkin birçok neden
gösterilmiştir. Bunlardan bazıları sırasıyla, sanılandan
fazla olduğu düşünülen “Karadelikler” ve bilhassa
güneşten milyon kat büyüklükteki “Dev Karadelikler”,
tahminlerin ötesinde hesaba katılmayan “Gezegenler”,
Macho denilen sönük yıldızsı nesneler, “kahverengi
cüceler” (4) gibi, “Astroitler”, “Kuyruklu
Yıldızlar” yada farklı olan ve ihmal edilebilecek
kütlelere sahip olmalarına karşın çok büyük yığınsal
kütleye, dolayısıyla kütle çekim gücüne sahip
“nötrinolar” ile bugün için bilemediğimiz (Axion, …
gibi) farklı türden, garip, tuhaf ve gizemli
parçacıklardır. Ancak, bunlar hesaba katılsa bile, yine
de kütle açığının çok gerisinde bulunulmaktadır. Bunun
yanında aday tanecikler, “Karanlık Maddeyle” uyuşmayan
bir takım özelliklere de sahiptirler. En önemlisi de
bilinen ve düşünülen parçacıkların, “kararsız”
olmalarından ötürü belli bir süre sonra “protana”
dönüşmeleridir. Oysa “Karanlık Madde Parçacıkları”
tamamıyla kararlı olup hiçbir şeye dönüşmemektedirler.
Bu nedenle “Standart Model” içinde bilinen hiçbir
parçacığa benzememektedir.
Bugün “Karanlık Maddeye” olabilecek en büyük aday
olarak, onunla mükemmel düzeyde ortak özelliklere sahip
olan “Wimp” denilen tanecikler gösterilmektedir. Bu
parçacıklar “Standart Modelin” dışında öngörülen
(dışında olmasa bile uç noktalarında varsayılan) ve
“protonun” kütlesinden büyük ama maddeyle çok, çok zayıf
etkileşimde bulunan (yani, yok denecek kadar
etkileşmektedirler) taneciklerdir. Zayıf Nükleer ve
Kütle Çekimi ile etkileşmesine karşın, Güçlü Nükleer ve
Elektromanyetik kuvvet etkileşimine girmediğinden
teleskoplarla tespit edilmesi imkansız parçacıklardır.
Ancak yine de bu taneciklerin varlığı kesin değildir,
sadece varsayım olarak düşünülmektedir.
Karanlık Madeninin yığınsal etkisi, uzay- zamanı,
dolayısıyla yanından geçen (bu uzay – zamanda hareket
eden) ışığı büktüğünden dolayı “Kütle Çekim mercek
Etkisine” neden olmakta bu da bilim adamlarına “Karanlık
Maddenin” uzaydaki konumlarının (nerede
kümelendiklerinin) haritasını rahatlıkla çıkartılmasını
sağlamaktadır (5).
“Karanlık Maddenin” varlığını somut olarak ispatlamak
için girişilen bir yöntem de, toprağın 700 metre
altında, sıfırın altındaki bir sıcaklıkta çok yoğun
“Germanyum” atomlarından oluşmuş plakalar (kristaller)
yerleştirilerek, “Karanlık Madde” parçacıklarının bu
plakalarla çarpışmasını, etkileşime girmelerini
beklemektir. “Karanlık Madde” parçacığı çok, çok az
etkileşime girmiş olsa da eğer bir tanesi bu atom
çekirdekleriyle kafa kafaya çarpışacak veya etkileşecek
olursa ortaya çıkacak olan ısı, ortamda ısı farklılığını
ölçen aletler yardımıyla tespit edilebilecektir. Ancak
on yıla yakın bir süredir böyle bir parçacık
gözlemlenememiştir. Aynı şekilde, parçacık
hızlandırıcılarında ve bilhassa Cern’ de
gerçekleştirilmeye çalışılan ünlü bir dizi deneylerde
de, bu parçacıkların varlığı tespit edilmeye ve
mahiyetleri anlaşılmaya çalışılmaktadır.
Devam Edecek…
(1).
http://www.phy.syr.edu/courses/modules/LIGHTCONE/
pics/curved.jpg
http://www.learner.org/courses/mathilluminated/images/
units/8/1811.png
http://library.thinkquest.org/27930/media/curvature.jpg
http://scienceblogs.com/startswithabang/upload/2010/01/
the_greatest_story_ever_told_-/space-shape-4.jpg.gif
http://www.turkcebilgi.com/b%C3%BCy%C3%BCk_patlama/resimleri/end-of-universe
http://2.bp.blogspot.com/_jfT5ucHXk7Y/RhlpBI8e0QI/
AAAAAAAAABM/Gc8Jusmgz28/s400/Riemann
_geometry_deformation.jpg
(2).
http://blog.lib.umn.edu/gray0239/architecture/
dark%20matter.bmp
(3).
http://www.mpa-garching.mpg.de/HIGHLIGHT/
2002/fig0206_1.jpg
http://asymptotia.com/wp-images/2007/01/dark_matter_millenium_simulation.jpg
http://eands.caltech.edu/articles/LXX1/Dark-Matter-in-3D-Sized.jpg
http://www.cbc.ca/gfx/images/news/photos/
2008/12/16/darkenergy.jpg
(4).
Eğer gaz ve toz bulutları Güneşin kütlesinin % 8’ den
daha az ise, kütle çekim kuvveti bir nükleer reaksiyonu
başlatacak ısı ve basıncı oluşturamayarak sınır değerin
altında kalır ki, bu tip yapılara da “Kahverengi
Cüce” adı verilir. Buna en iyi örnek Jüpiter
gezegenidir. Eğer Jüpiter, %8’ lik sınır değerin
üstünde bir kütleye sahip olsaydı, o zaman bir gaz
gezegeni değil, Güneşin ortağı olarak bir çift yıldızlı
sistem oluşturmuş olurlardı.
(5).
http://www.lsst.org/files/img/xxnyt.jpg
Not:
Bu iki bölümlük yazı dizisi, “Evrenin Geometrisi,
Karanlık Madde ve Boşluk Enerjisi”
başlıklı makalenin yeni eklemelerle yeniden
düzenlenmesiyle oluşturulmuştur. |