Bu yazıyı resimleri sayfa formatında gösterilemediği
için word dosyası formatında görüntülemek ve okumak
için buraya
tıklayınız
Kelebek Etkisi, bir sistemin başlangıç
verilerindeki ufak değişikliklerinin, büyük ve
öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen
isimdir. Bu kuramı ilk olarak 1963 yılında
meteorolog Edward N. Lorenz adlı bir bilim insanı,
bilgisayarında hava durumlarıyla ilgili hesaplar
yaparken bulmuştur. Edward N. Lorenz, ilk
hesaplamasında 0,506127 sayısını başlangıç
verisi olarak kullanmış; ikinci hesaplamada ise,
ondalıksayı temsillerindeki (binler basamağı
sonrasındaki değerleri) çıkararak 0,506
sayısını kullanmıştır. İki sayı arasında
sadece–ve–sadece yaklaşık 1/1000 (binde
bir), yâni bir kelebeğin kanat çırpmasının
yarattığı rüzgârla eşdeğerde fark olmasına rağmen,
süreç içindeki ikinci hesabın, birinci hesaba karşın
çok daha farklı neticeler verdiğini bulgulamıştır.
Elbette
ki, Lorenz’in
sanal dünyasında geçerli olan kurallar Newton’un
kānunlarından yola çıkarak kurulmuş deterministik
kurallardır. Lorenz, ilk başta bu deterministik
sistemi anlamayı başarırsa, atmosfer olaylarını da
belli bir yaklaşıklıkla anlayabileceğini ve de
tahmin edebileceğini düşünüyordu.
Yaklaşık aynı tarihlerde Von Neumann adlı diğer bir
bilim insanı da Yüksek Araştırmalar Enstitüsü’nde
benzer bir düşünceyle atmosfer olaylarını anlamaya
çalışıyordu. Von Neumann da, atmosferin
deterministik bir modelini kurarak hava durumuna
istediği gibi müdahâle etmek amacını gütmekteydi.
Von Neumann’a göre hava hareketleri deterministik
bir sistemdi ve yeterince güçlü bir bilgisayar ve
yeterli sayıda gözlemle pekâlâ bu sorunun üstesinden
gelinebilirdi. Ancak o tarihlerde bilgisayarların
gücü ve kapasitesi yetersiz olduğu için Von Neumann,
öncelikle daha güçlü bilgisayarlar geliştirmeye
ağırlık vererek bir başka açıdan bu kurama katkıda
bulunuyordu.
Lorenz ise, kendi sistemini biraz daha incelediğinde
sadece 3 denklemin hava olaylarını taklit etmeye
yeteceğini görmüştü. Basitleştirilmiş denklemlerini
daha iyi yorumlayabilmek için bir başka yöntem
geliştirdi. Sonunda, normalde sayılardan oluşan
çıktıyı (çizelgeyi) bir yazıcı ile görünür
hâle getirmeyi başardı. Böylelikle atadığı herhangi
bir parametrenin zamanla nasıl değiştiğini bir
bakışta görebiliyordu.
Lorenz 1961 yılında, bu ardışık dizilerden birini
ayrıntılarıyla incelemeye karar verdi. Bunu
görebilmek için ise tüm sistemi baştan başlatmak
yerine ortalardan bir yerden başlattı. Makineye
başlangıç değerlerini yükledi bir saat kadar sistemi
çalışması için serbest bıraktı. Bir saat sonra
çıktılara baktığında ise hiç beklemediği bir durumla
karşılaşmıştı..! Sistem bir öncekinden çok daha
farklı bir çıkış üretmişti! Bu duruma oldukça
şaşıran Lorenz, ilk başta bilgisayarındaki vakum
tüplerinden birinin yandığını düşünmüş, ancak teknik
bir aksama olmadığını görünce, kısa bir süre sonra
şok edici gerçeği fark etmişti. “Kelebek
Etkisi” ya da Başlangıç koşullarına
hassas bağımlılık.
Lorenz, altı haneli kesirli bir sayı olan başlangıç
değerini (0,506127)
değil de, sadece üç basamak olarak (0,506)
girmiş ve
doğal olarak, binde birlik bir farkın sistemi o
kadar da etkileyemeyeceğini düşünmüştü. Aslında bu
varsayım akla uygundu, çünkü geleneksel
(Deterministik) fizikte, girişteki ufak
değişimlerin çıkışta da ufak değişimlere yol açacağı
düşünülmekteydi. Kural olarak, neredeyse doğru bir
girişe karşın, yine neredeyse doğru bir
çıkış elde edilmeliydi. Oysa Lorenz’in
sistemindeki simülasyona göre hava akımlarındaki bu
önemsiz değişiklikler çok büyük doğal felâketlere
dönüşebilmekteydi.
Lorenz,
Kelebek Etkisi adını verdiği bu
durumu, sonunda doğru analiz ederek meteorolojik
olayların tahmin edilemeyecek kadar karmaşık
olduğunu betimleyen bir makāle yazdı. Doğal olarak,
Von Neumann bu görüşe karşı çıktı. Ancak, onun
çalışmalarıyla hayat bulan bilgisayarlar ve yazılım
teknolojisi ilerledikçe, tüm veriler ve bulgular,
bir kez daha Lorenz’in haklılığını hiçbir şüpheye
yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyordu. Bu süre
içinde, Kelebek Etkisi’ne teknik bir isim de
verilmişti: Başlangıç koşullarına hassas
bağımlılık.
Lorenz'in 1963’de yayınlanan orijinal
araştırmasında; ilk başlarda, bir martının kanadını
çırpmasının hava durumunu sonsuza dek
değiştireceğinden bahsedilmekteydi. Daha sonra
verdiği konferanslarda ise Lorenz, martıyı daha
romantik olan kelebek imgesiyle değiştirdi. Çünkü,
aşağıdaki resim, Lorenz Differensiyal
Denklemleri’nin AB-3 metodu kullanarak simule
edildikten sonra, x ve z eksenlerinin birbirine
karşı çizilmesi sonucunda elde edilmiştir. Doğal
olarak bu sonuç çizelgesi, birçok kişi tarafından
bir kelebeğe benzetilmekteydi. Bu nedenle bu kuramın
adı, yaygın kullanımıyla “Kelebek Etkisi”
adıyla bilim çevrelerinde de kabul gördü.
Yeni
şekliyle ve adıyla “Kelebek Etkisi”
adı verilen bu kānuna göre, evrenimiz asla–ve–asla
belirgin, lineer, deterministik dengeler, nedenler
ve sonuçlar üzerine kurulu değildir. Bu durum sadece
yanılsamalı olarak beynimizin kategorize ettiği ve
adına da ‘Bilim’ dediği bir klasifikasyondur.
Gerçekte, sarmallı bir şekilde süreçlenen, katlanan,
etkileşimsel etki ile ardışık düzeneklere
eklemlenen, kurallarını bilemediğimiz kaotik bir
fizikten söz ediliyor.
Bu yeni
paradigmaya göre, Hindistan dağlarında bir kelebeğin
kanat çırpışı, Amerika’da başlayacak olan bir
kasırganın tetikleyicisi olabilir… Elbette ki, bu
kuram, diğer bilimsel alanları derinden etkilemiş ve
birçok açıdan yeni ufuklar açmıştır. Bu nedenle,
Ekonomi’den Siyâset’e, Jeolojiden Astronomi’ye
değin, tüm paradigmalar yeniden kendilerini ve
kuramlarını gözden geçirmek zorunda kalmışlardır.
Doğal
olarak bu olguya dikkat kesilen psikiyatrlar da,
artık küçücük bir gülücük bile, evrene katacak
olduğu pozitif enerji sâyesinde —veya kelebeksi
pozitif katkıyla— Boğaz köprüsünde intihâr
etmeye yeltenen birisinin hayatını kurtarabilir diye
düşünmektedirler! Ancak bu bulgulama doğu
toplumlarına intisâbı olan bizim coğrafyamız için
çok da yeni değildir. Çünkü, bir hâdîs–i şerîfte
belirtildiği gibi: "Gülümsemek sadakādır ve
sadakā ömrü uzatır." İşte alın size Kelebek
Etkisi!
Düşünüyorum da, gerçekten de sufî geleneğin sık sık
atıfta bulunduğu gibi, evrenimiz tekbir organizma ya
da canlı olabilir mi? Ya da başka deyişle, kendimize
iyi bakmakla, aslında evrenimize ya da galaksimize
iyi bakıyor olabilir miyiz? Ya da tam tersi,
evrenimize ve çevremize iyi bakmakla, aslında
kendimize de iyi bakıyor olabilir miyiz, acaba?
Neyse,
biz şimdilik buradaki denememizde bu konuya
girmemeye özen göstererek daha çok “Kelebek
Etkisi” adı bilinen bu kaotik dengenin ya da
simülasyonun ana kavramları ile psikoterapi
yaşantısı ve de bilinçaltının psiko-dinamiği
arasında benzerlikler, eşlekler, örtüştürmeler,
bağdaştırmalar, indirgemeler ve de kıyaslamalar
yaparak; son tahlilde ortaya tartışılabilir, ama
özgün, kuramsal bir çerçeve koymaya çalışacağız.
Psikiyatrinin sentaksına ve jargonuna geçmeden önce
dilerseniz bu izlek üzerinde, ilk olarak kaotik
fiziğin kavramsal haritalarını özetleyerek
makālemizin epistemolojik arkaplanını yapılandırmaya
çalışalım:
Kaotik
Fiziğin Mini Sözlükçesi
Quarklar
(Atom–altı Parçacıklar):
Quarklar,
maddenin yapıtaşları olarak tanımlanırlar. Maddenin
bölünemez düzeyi olarak ta bilinirler. Quarklar son
derece kararsız ve hareketlidirler. Bir quark hangi
yörüngede yer alacağına karar vermeden önce diğer
bütün yörüngeleri aynı ânda dolaşabilir. Bu
kararsızlık niteliksel olarak ta kendini gösterir.
Örneğin quarklar, zaman zaman dalgacık, zaman
zaman da tanecik olarak seyahatlerini
sürdürürler. Bu anlamda çift karakterli oldukları da
söylenebilir. Üstelik bir atomun ya da quarkın
yerini tespit ettiğinizi öngördüğünüzde, aslā o
ândaki hızını hesaplayamıyorsunuz! Paradokssal
olarak, aynı şekilde bir atomun hızını
hesapladığınızda ise, bu kez de yerini
saptayamıyorsunuz! Gerçekten de, atom-altı dünyâda,
tam bir kaotik belirsizlik hâkim. Çünkü atom altı
parçacıklar;
a)
Sürekli,
Kararsız
b)
Süreksiz, Kararlı
c)
Sürekli,
Kararlı
d)
Süreksiz
ve Kararsız,
bir
şekilde hareket etmektedirler. Aynı zamanda Quarklar;
bu rölativitenin yanı sıra, ayrıca hem dalgacık
hem tanecik olma özelliğiyle sürekli bir
salınım hâlindedirler. Bu salınımın dinamiğini
günümüzün teknolojisi ile ya da en yüksek matematik
denklemleriyle bile anlamak kesinlikle mümkün değil!
Özetle;
dalgacık ve tanecik arasında var-oluşsal bir salınma
gösteren atomların aynı şekilde süreksizlik
ve süreklilik ve de kararsızlık
ve kararlılık dörtleminde de amorfik (belirsiz)
bir seyahat yaşadıkları için, bu nedenle bütün bu
sayıltıları, girdileri ve nominal değerlerin
içersinde yer aldığı bu denklemi ancak–ve–ancak “Kesinsizlik”le
eşitleyebiliyoruz. Şâyet bu eşitliği kuramazsak o
zaman gezegenimizde kesinlikle–ve–kesinlikle bir
hayattan da söz edemeyiz. Bu soyut mantığı kabaca
aşağıdaki gibi formüle edebiliriz:
Dalgacık
Tanecik
RÛH (GİFTED
SOUL)
Bu
empirik formüle baktığımızda, size şu örseleyici
soruyu sormak istiyorum: Dalgacık ve
tanecik ikiliğinden neşet eden,
süreksizlik–süreklilik ve
kararsızlık–kararlılık
uzayında salınan sürecin (etkileşimsel etkinin)
kesinsizliğe gebe kalan mucizevî doğumu veyâ sonucu
nasıl oluyor da “Hayat” olabiliyor. Bu kaos
değil de nedir?
Bunu
ancak–ve–ancak Rûh’un hakikāti ile ya da her
var–oluşun rûh ile olan rabıtasına veyâhût ta rûh’a
olan intisabıyla ve özellikle de her varlığın
bahşedilmiş (gifted) bir ilâhîlik taşımasıyla
açıklayabiliriz. Bu epistemolojik ve ontolojik
güzergâh, sanırım bizi yine sûfî gelenekle
buluşturmaya aday görünüyor. Ancak biz burada yine
bu konuya değinmeden yolumuza devam etmek ve sâdece
Koas Teorisi’nin psikoterapiler ile
bilinçaltının işleyişi arasındaki tekābülüyetleri
tespit etmeye ve tartışmaya açmaya çalışacağız.
Deterministik — Non–Deterministik İşleyim:
Yukarıdaki denklemde göründüğü gibi, hayatın ve
yaşamın doğasında ya da kendini temellendirmesinde
katıksız bir zorunlu neden–sonuç ilişkisinden söz
edemiyoruz. Bilimin kendini var ettiği alan, bir
şey’in hayat bulduktan sonraki süreçlerinin
etkileşimini adlandırmaktan öteye geçemiyor. Ancak o
şey’in hayat bulana kadar, ya da vücûda
gelene kadar geçirmiş olduğu akıl almaz gizemli
yolculuk ise, hâlen bizi ve bilim çevrelerini derin
derin düşündürüyor.
Dolaysıyla sadece zorunlu, belirli ve
kānunlaşmış neden sonuç ilişkilerinin değil;
akıl almaz şekilde kuralsız, kararsız
ve süreksiz olan neden sonuç ilişkilerinin de
hayata ve yaşama enerji kattığını, iç dünyâmızı
şekillendirdiğini, ekolojimizi çeşitlendirdiğini ve
son tahlîlde var-oluşun giz perdesinin arkasından
yaşamımıza “hayat” verdiğini kabûl etmek
durumundayız.
Lineer —
Non–Lineer İşleyim:
“Doğrusal
Olan” ve “Doğrusal Olamayan” vetirelerini
tanımlayan bu nosyonlar da bilimin gramerinin
yaratmış olduğu sınıflandırmalar olarak önümüzde
durmaktadır. Kozmos’u böylesine indirgeyerek
zapt–u rabt altına almaya çalışmak; Bilim’in
Tanrı’nın yerine tutkulu bir şekilde geçmeye
çalışmasının çocuksu inisiyaklarını andırıyor.
Bilim, ne kadar esrarını çözemese de; Tanrı,
hiçbir şekilde doğrusal ve öngörülebilir
olmayan şe’niyle kendi eşsiz senfonisi icrâ etmeye,
rözenansı kaçırmamaya, zar atmamaya,
rastlantısallığa yer bırakmamaya özen göstererek,
kendi şânına ve rubûbiyyetine yakışır şekilde Yok’tan
var–etmeye veyâ ufacık bir girdiyle bile —hattâ
kelebeğin kanat çarpmasıyla bile— iklimler
yaratmaya ve ekoloji değiştirmeye devam ediyor!
Belirsizlik İlkesi:
Yukarıdaki tespitlerle ilintili olarak yolumuza
devam edersek, Kosmos’un mikro
düzeyden makro düzeye değin belirsizlik ilkesinin
—aslında ilâhî şe’nin—
maestroluğunda kozmik dansına devam ettiğini, bazen
bir kuğunun yüzüşünde dinginleşip ilhâm verdiğini;
bazen de, Akçaabat’ın Zigsara Horonu’nda olduğu gibi
kıpır kıpır silkelenerek kozmosun ritmini yakalamaya
çalıştığını gözlemleyebilirsiniz.
Bu
med-cezîrler arasında salınan ve bir karar bulmak
sevdasında olan, ancak her defâsında bîkārar olan
hayatın kendisi için “Belirsizlik İlkesi”
her ân yeni bir doğumun yeşereceği mahrem bir
rububîyet zemini olarak önümüzde duruyor. Bu anlamda
belirsizlikten şikâyetçi olmak yerine, belirsizlikle
döngüsel yaşamaya ve bu kozmik dansa katılarak,
yaşam içinde kendi sesimizle, yazımızla, kokumuzla,
şiirimizle, yetiştirdiğimiz öğrencilerimizle,
yaptığımız bir tablo ile, yaktığımız türkü ile,
yaşattığımız folklor ile, gülümsediğimiz insanlar
ile, sevindirdiğimiz çocuklar ile, —kısacası her
ne şekilde olursa olsun güzel tını ile— bu ilâhi
senfoni içinde bir nota olabiliyor muyuz, işte bütün
mesele bu! Şâirin dediği gibi “Kubbede kalan hoş
sedâ olabilecek miyiz acaba?”
Belki de
yaşamın mucîzeviliği burada! Yaşam, bizi bir
anda kozmik bir dansa dâvet ederek, yayla yolunda
göç türkülerinin söylendiği bir müzikalle
buluşturuveriyor! Heidegger’in dediği gibi,
bu dünyaya fırlatılmış olmak o kadar da kötü bir
anlam içermemeli bence! Ya da Albert Camus’un
dediği gibi bizler bu dünyaya tanrısal mekândan,
dönüşü olmayan günâhkârlıkla veyâ bir kovulmuşlukla
fırlatılıp atılmış değiliz!
Bir ânda
kendimizi bu kaosun içinde buluyor olmak, ilk etapta
bize bunları düşündürtüyor olabilir. Ama sayıklamayı
ve ah–û figān etmeyi bırakıp ta etrafımıza göz kulak
kesildiğimizde, nereye bakarsak bakalım tanrısal bir
müzikal görebilecek, sûfî gelenekte olduğu gibi o
ân’ın ve şe’nin deminde seyrânî olacak ve bu eşsiz
senfoniye sessel bir zenginlik katabilmek için “O”
hamurkâr bestecinin notaları arasında yer almaya
çalışacağız… Yoksa, modern insanın çekindiği gibi ya
da anksiyete bozukluklarında görüldüğü gibi “Belirsizlik”
travmatik bir köken değil; tersine, otantik bir
bestenin en seçkin ezgileri ve müzikal ritimleri
arasında yer alabilmek için bize sunulmuş eşsiz bir
fırsattır, diye düşünüyorum.
Kaos’un
gramerini kısaca ele aldıktan sonra, şimdi de
dilerseniz Psikodinamik Terapiler’in grameri ile
Kaos’un grameri arasındaki tekābüliyetleri
yakalamaya çalışalım. Ama ilk önce, önceki
diyagramımızı yeniden yapılandırarak kendimize daha
anlaşılabilir bir yol haritası çizmemiz gerekiyor.
İşte yeni diyagramımız:
Duygu
Biliş
RÛH (GİFTED
SOUL)
Yukarıdaki diyagrama dikkat edilirse, Kaos
Teorisi’nin grameri ile Psikodinaminin
“duygu–ve–biliş” kiplerini senkretik (bağdaştırıcı)
bir gayret eşleştirmeye çalıştık. Ancak bu kuramsal
yaklaşımımızın tam anlamıyla anlaşılabilmesi için
ayrıca aşağıdaki operasyonel tanımları da yapmak
durumundayız. İşte argümanlarımız ve
tanımlamalarımız;
1-Quarklar,
nasıl ki çift karakterlidir, aynen öyle de
düşüncelerimiz de çift karakterlidir.
2-Quarklar
ya da fotonlar, nasıl ki gâh tanecik
gâh dalgacık olarak çift karakterli
seyahat ederler; aynen öyle de, düşüncelerimiz de
çift karakterli olarak, ya “Duygu”
türevinde ya da “Biliş” türevinde
seyahat ederler.
3-Nasıl
ki, Quarklar dalgacık özelliği
gösterirken tanecik özelliği gösterme
yeteneklerini de potansiyel olarak yanlarında
taşırlar; veyâhût ta tam tersi, nasıl ki bir Quark
tanecik olarak seyahat ederken
potansiyel olarak dalgacık özelliği
gösterme yetisini de latent (gizil) olarak
doğasında taşır. Aynen öyle düşüncelerimiz de;
duygusal bir kipte oldukları zaman
potansiyel olarak bilişsel bir yük
taşırlar. Ya da tam tersi; düşüncelerimiz,
bilişsel bir kipte oldukları zaman bile
potansiyel olarak duygusal bir yük
taşımaktadırlar.
Bu
anlamda, aşağıdaki Ying-Yang şeklinde
görüldüğü gibi düşüncelerimiz de, tıpkı Quarklar
gibi duygusal ve bilişsel
özellikte olabilecek bir ikilik taşımaktadırlar.
Şöyle ki; düşüncelerimizde duygusal
bir sentaks veyâ temâ baskın olduğu zaman
bilişsellik örtülü bir potansiyel olarak
sahne arkasında yer alıyor veya bilinç altına
itiliyor; ya da tam tersi, düşüncelerimizde
bilişsel bir sentaks veyâ temâ baskın olduğu
zaman da, bu kez duygusallık kipi
örtülü bir potansiyel olarak sahne arkasında yer
alıyor ve bir zaman sonra da bilinçaltına
itiliveriyor.
Ying-Yang
sembolünde olduğu gibi,
her iki yana savrulan akış,
kendi içersinde doğal olarak bulunan
karşıtından kesitsel bir “öz” taşımaktadır.
4-Bir
Quark’ın yerini tespit ettiğimizde, hızını
kaybettiğimiz gibi, Bir “Duygu”nun
odağını veyâ mahiyetini bulguladığımızda
bilişsel kipini kaybederiz.
5-Bir
Quark’ın hızını tespit ettiğimizde, yerini
kaybettiğimiz gibi, Bir “Biliş”in
odağını veyâ mahiyetini bulguladığımızda ise
duygusal odağını ya da kipini kaybederiz.
6-Nasıl
ki, bir Quark’ın dalgacık mı yoksa
tanecik mi olduğunu kendi zâtından değil
de, yaratmış olduğu kozmik etkiden ya da etkileşimde
bulunduğu diğer bileşenlerden anlayabiliyoruz; aynen
öyle de, bir düşüncenin duygusal mı
yoksa bilişsel mi olduğunu
kendiliğinden değil, etkileşimde bulunduğu diğer
organlardan, ses tonundan, beden dilinden ya da
sırtında yolculuk yaptığı seçili kelimeden vs.’den
anlayabiliyoruz.
7-Bir
Quark’i sıkıştırdığınızda tepkisi, hızı, ve hareket
kābiliyeti ve yeni bir yörünge arama ihtiyacı daha
çok arttığı gibi, bir duyguyu veya
bilişi de bilinçaltına sıkıştırdığınızda
ve bastırdığınızda komplekse ve nevroza dönüşerek
kendine yeni bir platform aramakta; ve irticâlen yâ
rüyalarda, yâ esprilerde ya da dil sürçmelerinde
kendine boşalabileceği alternatif kanallar bulmaya
çalışmaktadır.
8-Kaos’un
doğasında ve atom–altı âlemde zorunlu bir
neden–sonuç ilişkisi (determinizm) olmadığı
gibi, bilinçaltında ve bilinçaltının doğasında da
zorunlu bir neden–sonuç ilişkisi yoktur.
Bundan
da önemlisi, davranışlarımızın repertuar uzayını
büyüttüğümüzde, seçimlerimizin de
yukarıdaki diyagramda olduğu gibi;
a)Sürekli,
Kararsız,
b)Süreksiz,
Kararlı,
c)Sürekli,
Kararlı,
d)Süreksiz
ve Kararsız,
bir
şekilde yaşam atlasında salındığını ve o ânki
yaşamımıza, küçücük seçimler veya
girdiler türevinde dahil olarak,
yaşamımızın genel gidişâtını kökten değiştirecek
başka senaryolara veyâ yeni sapaklara bizleri
sürüklediğini sık sık gözlemleyemekteyiz.
Seçimlerimizi, birim davranışlar olarak
düşündüğümüzde, ufacık, tesirsiz
ve önemsizmiş gibi görünmelerine
karşın; seçimlerimiz, yaşamsal
sistemimize girdiklerinde tetiklemiş oldukları
açılımlarla, yaratmış oldukları sınırlılıklarla,
neden oldukları kısıtlılıklarla veyâ yol vermiş
oldukları yeni fırsatlarla adetâ yaşantımızda “Kelebek
Etkisi” yaratmaktadırlar. İşte bu nedenle
olsa gerek; seçimlerimiz, bizi bir
ânda kaos ile dinginlik
arasında savurarak, yaşamımızı hiç de tahmîn
edemeyeceğimiz bir şekilde kökünden
değiştirebilmektedirler!
Bu
anlamda, Quarkların atom-altı âlemde yaratmış olduğu
dalgacık–tanecik ikiliğindeki etki
ile, duygu ve bilişlerin
rûh dünyâmızda yaratmış olduğu kelebeksi etki
arasında birebir bir özdeşlik olduğu gibi, aynı
şekilde davranışlarımızın ve de seçimlerimizin
de total olarak Evet–Hayır
ikiliğindeki etkileşimlerinin, tüm yaşantımızda
başlatmış olduğu kaotik etkiler arasında birebir
paralellik, türdeşlik ve de sistemik bir akrabalık
vardır, diye düşünüyorum.
Hattâ,
atom-altı dünyamız ile rûh dünyamız, son tahlilde
yaşadığımız dış dünyamız ve hayatımız da; sürekli
olarak “Kelebek Etkisi” olarak
modellendirilen bu kaotik denklemi kullanarak kozmik
dansına devam etmekte, işlerlilik kazanmakta ve son
tahlilde de yek ve tek
bir organizma gibi hareket etmektedir!
Bu
konuda, yeri gelmişken geçenlerde televizyonlarda
ilk kez gösterilen ve sinemada vizyonda olduğu
sıralarda da oldukça sarsıcı deneyimler yaşatan “Kelebek
Etkisi” adlı filme değinmek istiyorum.
Hani,
hayatta hatırlamayı seçtiğimiz ve bir türlü unutmayı
seçemediğimiz ânlarımız vardır yâ? Aynı şekilde,
karar vermeyi istemediğimiz, ama öyle–ya da–böyle
bir karar vermek ve bir seçim yapmak zorunda
kaldığımız ânlarımız vardır yâ? İşte bu film tam da
bu noktada tüm duygu ve bilişlerimizi paralize
ediyor ve bir ânda yutkunamayacak durumda filmi
seyre dalıveriyorsunuz...
Daha da
kötüsü, bir şekilde seçim yaptığımız, ancak bir
zaman sonra da verdiğimiz kararı beğenmediğimiz ve
de bin pişman olduğumuz zamanlarınız olur yâ? Hattâ
bunlar arasında hiçbir zaman —ama hiçbir zaman—
unutamadığımız çok kritik seçimlerimiz, kararlarımız
ve anılarımız da vardır yâ? İşte “Kelebek Etkisi”
adlı bu filmde, bir kez daha seçimlerimizin
hayatımızda ne kadar da belirleyici olduğuna ve de
seçimlerimizin ne kadar da baş döndürücü ve
etkileyici sonuçlar doğurduğuna tanıklık ediyoruz.
Evet! “Kelebek
Etkisi” adlı filmde, yaşamın kaotik
çıkmazlarına doğru savrulan bir gencin, vermiş
olduğu çok küçük kararların sonucunda, yaşamını
nasıl da derinden değiştirdiğine tekrar tekrar şahit
oluyoruz.
Filmdeki
senaryoya göre, Evan Treborn (Ashton Kutcher)
zaman mevhûmunu yitirmiş ve bu mizânsende Evan
Treborn’un çocukluğu, hatırlayamadığı bir dizi
dehşet verici olayla gölgelenmiştir. Geriye kalansa,
sâdece hafızasının hayâlati ve çevresindeki kırık
hayatlardır: Bu hayatlar ise, çocukluk arkadaşları
Kayleigh (Amy Smart), Lenny (Elden
Henson) ve Tommy’nin (William Lee Scott)
hayatlarıdır…
Filmden
anladığımız kadarıyla çocukluğu boyunca Evan,
kendisini günlük tutmaya ve gündelik
hayatındaki ayrıntıları yazmaya teşvik eden bir
psikoloğun gözetimindedir. Artık üniversite
öğrencisi olan Evan, günlüklerinden birini
okurken kendini birden bire ve açıklanamayan bir
nedenle geçmişe dönmüş bulur. Bu anakronik
(tarih-dışı) deneyimlerinden sonra Evan anlar
ki; yatağının altında sakladığı defterler geçmişe
dönüp, hâtırâlarını anımsayabilmesi için birer
araçtır.
Ama bu
anımsayışlar, arkadaşlarının özellikle de
yetişkinliğinde de sevmeye devam ettiği çocukluk
aşkı Kayleigh’in yıkılmış hayatından
sorumluluk duymasına neden olur. Bu nedenle çocukken
elinden gelmeyen şeyleri yapmaya karar veren Evan,
artık kasıtlı olarak geçmişe yolculuk yapmaya
başlar, târihi yeniden yazmaya, arkadaşlarını ve
sevdiklerini bu travmatik deneyimlerden kurtarmaya
çabalar.
Fakat
Evan geçmişte ne zaman bir şey değiştirse veya
ne zaman başka bir seçim yapsa, her defasında
yaptıklarının gelecekte beklenmedik sonuçlar
doğurduğunu görür ve derîn bir hâyal kırıklığına
uğrar. Film boyunca bu kısır döngü içersinde Evan,
kendisi ile Kayleigh’nin “sonsuza dek mutlu”
yaşayacakları bir gerçeklik dünyâsı yakalamaya
çalışmaktadır. Ancak geçmişteki çok ufak bir
ayrıntıyı değiştirdiğinde, her defasında tahmin
edilemez bir şekilde kontrolsüz bir gelecekle ve
yaşam senaryosuyla karşılaşmaktadır. Bu çalkantılar
arasında, geleceği doğru bir şekilde tahmin
edebileceği ve böylece istediği mutlu sona
ulaşabileceği emin bir seçimi bir türlü yapamamakta
ve kendisi ve arkadaşları için en doğru kararı bir
türlü verememektedir.
MTV
sinema yorumcularından Kurt Loder’e göre “Kelebek
Etkisi” sizi tam anlamıyla koltuğunuza
yapıştıracak duygusal çalkantılarıyla, gerçekten de
sarsıcı bir deneyim… Wireless Magazines
editörlerinden Earl Dittman’a göre ise “Kelebek
Etkisi” tüyler ürpertici ve insanın aklını
başından alan şok edici bir film. İnsanın yüreğini
ağzına getiren doğaüstü bir aşk ile kendini bu aşka
adamaya odaklanmış bir yaşam hikâyesini seyre
dalıyoruz bu filmde... Earl Dittman’a göre
aşk hiç bu kadar şok edici ve ürpertici olmamıştı…
Yorumlar
bu minvâlde devam edip gidiyor….
Biz
tekrar konumuza dönecek olursa; özetle, Kaos
teoreminde olduğu gibi sisteme müdahil olan ufacık
girdiler —kelebeğin kanat çırpması kadar küçük
bile olsa— sistemle etkileşime girerek nasıl ki
çok büyük meteorolojik olaylara veyâ iklim
değişikliklerine neden oluyorsa, bilinçaltımıza veyâ
rûh dünyamıza müdâhîl olan ufacık bir duygusal
girdi ya da bilişsel katkı
da aynı şekilde tüm kimyâmızı, var-oluşumuzu,
anlığımızı, özümüzü, tözümüzü ve gönlümüzü
örseleyerek; bizi, hiç de hesaba katmadığımız bir
yaşantının kumsalına ya da deneyimin sapağına
fırlatıp atıverebiliyor!
İş,
yalnız bununla da bitmiyor! Sistem, kendi tanrısal
gramerini yine işletiyor ve yeniden kendi
var-oluşumuzu belirlemek ya da onaylamak için
istesek de istemesek de tekrar —aslında ardışık
bir şekilde— başka bir seçim
yapıyor ve yeniden başka bir yaşamın ve seçimlerin
uzayına savruluyoruz. Başka deyişle, bizi kuşatan
verili ve serili seçim
uzayımız; biz, yeni bir seçim yaptıkça her defasında
kendini yeniliyor ve bizi sürekli olarak hamle
yapmaya —özelde seçim yapmaya— itekliyor.
Bu
nedenle, Gerçeklik Terapisi ve
Seçim Teorisi kuramlarının savunucusu ve
yaratıcısı olan psikolog William Glasser’in
kuram ve uygulamalarının yeniden yapılandırılması ve
özellikle doğu toplumlarının mitleriyle ve
arketipleriyle ilişkilendirilerek yerellendirilmesi
ve yeniden değerlendirilmesi gerektiğini
düşünüyorum.
Örneğin
aşağıdaki diyagram, seçimlerimizin,
tıpkı dalgacık–tanecik ikileminden ya
da duygu–biliş ikileminde olduğu gibi,
kendi nev-i şahsına münhâsır bir şekilde “Evet–Hayır”
ikiliğinde salınıp aynı kelebek etkisini
gösterebilmekte ve yaşantımızı kökünden
değiştirebilmektedir. Başka deyişe, seçimlerimizin
“Evet-Hayır” ikileminde salınarak
yaşamımızın diğer bileşenleriyle etkileşime girmesi,
tıpkı kelebek etkisinde olduğu gibi, hayatımızda
kaos yaratabilmekte ve geleceğimizi
öngörülemez bir şekilde değiştirebilmektedir.
Üstelik
seçimlerimiz bununla da kalmayıp,
Evet–Hayır ikiliğinin yanında,
sürekli–süreksizlik ve de
kararlı–kararsızlık anaforunda da salınarak
tamamen kendi kontrolsüz ve kaotik uzayını da inşâ
ediyor. Bu anlamda, aslında her seçim
yaptığımızda, hayatımızda sarsıcı sonuçlar
doğurabilecek bir “Kelebek Etkisi”
başlatmış oluyoruz.
Demek
ki, iç dünyamıza ya da dış dünyamıza müdâhil olan
tüm bu girdilerin uzamında ve yaptığımız seçimler
sonucunda, dekadans ile yeniden
normalleşme arasında salınıyorken; madem ki
“Kelebek Etkisi”nde olduğu gibi
sonuçları kestiremiyor veyâ belirleyemiyoruz; hiç
olmazsa bari, psikoterapistler olarak girdilerin
filtrelenerek seçilmesi konusunda çok daha dikkatli
olmamız gerektiğini düşünüyorum. Örneğin bir
psikoterapi esnasında, görüşmeyle yapılandırdığınız
empatik sisteme bir ânda dahil edilen herhangi bir,
Aktarım,
Yüzleştirme,
Sistematik duyarsızlaştırma,
Terapistin beden dili ve ses tonu,
Grup
terapisi deneyimiyle gruba açılma,
Psikodrama ya da drama,
Meşguliyet terapisi (Ergoterapi),
Hobi
desteği,
Hayvanlarla Uğraşma Terapisi (Hipoterapi),
Dinlenilen ve modellenen bir hikâye,
Efsânevi,
Mitolojik veya Menkābevî bir kahraman,
Bir zülf-ü
yâre dokunuş,
Değer
verme,
Onaylama,
Empatik
göz teması,
Duygudaşlık,
Kendine
değer verme,
Aynada
kendimizle göz göze gelmek,
Ezberlenen bir şiir,
Bir
özdeyiş,
Okunan
bir roman,
Size
sebepsiz güldüğünü düşündüğünüz bir bebeğin gülüşü,
Bebeklerin kendilerine has kokuları,
Bayram
sabahlarında el öperek toplanan harçlıklar,
Uzun
sohbetlerin yapıldığı ramazan ve sahur geceleri,
Anonim
kültürlerin mütemadiyen yaşatıldığı düşünlerimiz
Folklorik sterotiplerimiz,
Fıkralarımız,
Halk
hikâyelerimiz,
Menkâbelerimiz,
İlâhîlerimiz,
Kandillerimiz,
Cenknâmelerimiz,
Söğüt
ağaçlarına bağladığımız çaputlarımız,
Atma–türkülerimiz,
Yayla
kültürümüz,
Nevroz
kutlamalarımız,
Örgülerimiz,
Hattatçılığımız,
Ebrûzenliğimiz,
Dokumacılığımız,
Saz ile
sözümüz,
Ney ile
rebâbımız,
Asker
uğurlama törenlerimiz,
Türbe
ziyâretlerimiz,
Hacı
adaylarını karşılamamız,
Fındık
ya da çay toplamalarımız,
Çiğ
köfte yoğurmalarımız,
Ölünün
ardından helva kavurmamız,
Ekmeği
kutsal bilip yere atmamamız,
Duvarlarda asılı işlemeli Mushaflarımız,
Çeyizlerimiz,
Kız
isteme ritüellerimiz,
Alp–gazî
geleneğimiz,
Hicivlerimiz,
Çalgılarımız,
Musîkimiz
Mimârimiz…. ve daha binlerce deneyim
ve yaşantılama da, tıpkı Kelebek
Etkisi’nde olduğu gibi ufacık bir “girdi”
olarak rûh dünyamıza müdâhîl olur ve akābinde de
kelebeksi bir etki yaratarak hastanızı (danışanınızı)
bir ânda mutluluk iklimine veyâ terapötik (iyileştirici)
bir sürece taşıyabilir.
Özetleyecek olursak; demek ki;
Quarkların Dalgacık ya da Tanecik
ikiliğinde salınması ile,
Düşüncelerin; Optimizm (İyimserlik),
Pessimizm (Kötümserlik) ikileminde,
Duygusallık
ve Bilişsellik dualitesinde,
Doğrusallık
(Lineerlik) ve Doğrusal Olmazlık (Non-Lineerlik)
dikotomisinde,
Nedensellik
(Determinizm) ve Nedenselliğe Bağlı
Olmazlık (In-determinizm)
ikiliğinde,
Reaktif
Kişilik
ve Proaktif Kişilik paradoksunda,
Belirlilik
(Öngörülebilir Olmak) ve Belirsizlik (Öngörülebilir
Olmazlık) zıtlığında,
Dekadans
(Çöküntü) ve Yeniden Normalleşme (Re–Normalizasyon)
döngüsünde,
Depresif
(Çökkün) duygulanımla Manik (Neşeli)
duygu durumunun ayrım noktasında,
Kesinlik
ile Kesinsizlik salınımında,
Süreklilik
ile Süreksizlik uzamında,
Karanlık
ile
Aydınlığın her gündönümündeki sapağında,
Kararlılık
ve Karasızlık bağlamında,
Soyutluluk
ile Somutluluk kurgusunda,
Statiklik
ve Dinamiklik konumlarında,
Fizik’in
ve Metafizik’in kavramsal haritalarında,
Matematiksel zıtlıkların Pozitif (+)
ve Negatif (–) kutuplarında,
Cinsiyetin Erillik ve Dişillik
doğasında,
Vuslat
ile Fîrak’ın baş döndürücü sarhoşluğunda,
Uyku
ile Uyanıklık arasında,
İçe-dönüklük
ve Dışa-dönüklük tanısında,
Empatik
ile
Antipatik duygu-durumunda,
Ölüm
ile Doğum’un varoluşsal sancısında,
Varlık
ile Yokluğun kozmik dansında,
Bilinç
ile Bilinçaltı’nın topografyasında,
İyilik
ile
Kötülüğün bin yıllarca süren savaşında,
ve son
tahlîlde, tüm seçimlerimizin “Evet” ve “Hayır”larla
örüntülü uzayında, hep–ama–hep aynı psikodinamiyle
karşılaşıyoruz. O da şu: İkilik!
Evet!
İkilik, Kaos’un doğasından neşet ederek
—ancak son tahlîlde yine Kaos’u besleyerek—
Yaşam’ı ve Hayat’ı sürekli dönüştürüyor
ve mütemadiyen de mevlevî-meşreb kozmik dansına
devâm ediyor.
Sanırım
bu durumu ancak şu metaforlarla açıklayabiliyoruz:
Olan bitenler, sadece–ve–sadece galaktik bir ilâhi
aşkın töresi! Yâni, ne “Kavuşmak” var,
ne de “Ayrılmak”!
Sadece,
“O” var, bir de Aşk var….!
Freeman, W. J., Mass Action in the
Nervous System, New York Academic
Press, 1975.; Freeman, W. J., Methods
of Analysis of Brain, Electrical and
Magnetic Signals, ed. Gevins ve
Remond, Elsevier, Newyork 1987.; Freeman, W.
J., Simulation of Chaotic EEG Patterns
with a Dynamical Model of the Olfactory
System, Biol. Cyber. 56, 1987, pp.139-150.;
Freeman, W. J. Ve Yao, Y., Chaos in
the Biodynamics of Pattern Recognition by
Neural Networks, Proc. Int. Joint
Conf. On Neural Networks, 1, 1990, pp.243-249.
Bu konuda ileri okumalar yapmak için ayrıca
bkz., Gleick, J., Kaos,
çev.F.Üçcan, Tübitak Yayınları, Ankara,
1995; Landau, L. On the Problem of
Turbulence, Dokl. Akad. Nauk. SSR,
1945; Itoh, M., Spread Spectrum
Communication via Chaos, J.
Bifurcation and Chaos, 9(1), 1999, pp.153-213;
Lorenz, E., Deterministic Nonperiodic
Flow, J. Atmos. Sci. 1963, pp.130-141;
Mandelbrot, B., Les Objects Fractals,
Flammarion, Paris, 1975.
Bu konuda ileri okumalar yapmak için ayrıca
bkz., Ruelle, D. Ve Takens, F.,
On The Nature of Turbulence, Com.
Math. Phys., 20, 1971, pp.167-192; Ruelle,
D., Raslantı ve Kaos, çev. D.
Yurteren, Tübitak Yayınları, Ankara, 1994;
Shannon, C. A, Mathematical Theory of
Communication, Bell System Tech.
Journal, 27, 1948, pp.379-423; Yao, Y. ve
Freeman, W.J., Model of Biological
Pattern Recognition with Spatially Chaotic
Dynamics, Neural Networks, 3, 1989,
pp.153-170; Li, T. ve Yorke, J.,
Period Three Implies Chaos, Amer.
Math. Monthly, 82, 1975, pp.985-992
|