(Not: II.
Bölümün “Panteizm” kısmına, daha iyi anlaşılması için
tekrardan ekleme ve düzenlemeler yapılmıştır)
Konunun anlaşılması açısından “Panteizmdeki” Hiçlik
(Zat) kavramına yeniden değinmek istiyorum. Genel
anlamda baktığımızda, eğer “suretler boyutunu” göz önüne
alırsak, her bir noktaya sirayet etmiş olan “Sanal
Vakum Boyutunu” ya da bunun da bir alt boyutu olan
“Kuantum Potansiyeli Boyutunu” tamamıyla, Hiçlik
(Zat) olarak kabul ederler (parçacıklardan, her bir
evrene kadar her şey, çeşitli zaman dilimleri içinde bu
hiçlikten açığa çıkıp o hiçliğe geri dönmektedir). Bunu
biraz açıp daha derin boyuttan “Kuantum Potansiyeline”
baktığımızda ise “Kuantum Potansiyelindeki” “varlığın
datasal halini ifade eden dalgalanmalar” bir Varlık
olduğundan, bu sefer bu “Sonsuz Varlığın” kaynağı olan,
“dalgalanmamışlık yönünü”, “Mutlak Zat (Hiçlik)”
olduğunu ifade ederler. Tüm her şeyin olabilirliliğinin
potansiyelini taşıyan ve dalgasız, durgun, hareketsiz,
formsuz, şekilsiz, dingin olarak tarif edilen bu “Hiçlik
(Zat)” boyutu, aynı zamanda “Mutlak Bilinçtir.
“Parçanın, Bütünle birleşmesi” derken de bu “Mutlak
Bilinçle” birleşme kast edilmektedir. Ancak durgun hale
sahip olsa da “Mutlak Bilinç”, kararlı değildir
(yani, potansiyelini kinetik hale geçirme,
hareketlendirme, üretim yapma, …vs. eğiliminde
olduğundan) her an parçalanarak, “Parçasal Bilinçler
(formlar)” veya “o tek ruhu” bünyesinde barındıran
“parçasal ruhlar” şeklinde, “dalgalanmışlık boyutunu”
meydana getirir, yani (meleki boyutu içermeyen)
sayısız varlık ve boyutlarına bölünür. Ayrı bir deyişle
bu parçaların, onların anlayışındaki “Zattan”, yani
“Hiçlikten” açığa çıkmaması yani “Hiçliğin”,
tamamıyla “Varlığa” bürünmemesi, “Varlık” adı altında
var olmaması diye bir şey, asla söz konusu olmayıp,
kesinlikle her an bütünüyle ortaya çıkmak zorunluluğu
bulunmaktadır. Sonuç olarak, bu “parçasal
bilinçlerin” veya “ parçasal ruhların” toplamı, “Mutlak
Bilinçli Ruhu” vermiş olmaktadır. Panteistler, bunun
dışında ayrı bir “hiçlik” kavramından da bahsederler
ki bu da, gerek suretler boyutunda, gerekse de
Kuantum potansiyelindeki dalgalanma içinde var olan ve
parça olarak adlandırılan birimin, o şeyin Bütüne olan
konumudur.
Şimdi konumuza dönersek, yine birçok kez tekrarladığımız
üzere bazı insanlar, bilinçli veya bilinçsiz olarak,
ona en yakın görünmesi, genelde benzer ifadeler
kullanması sebebiyle, İslamiyet’teki “Vahdeti Vücut”
anlayışı ile “Panteizm” in, bir ve aynı şeyler
olduklarını ya da İslam Sufizminin, Panteizmden
etkilendiğini, bazı şeylerin onlardan İslamiyet’e
girdiğini dillendirmektedirler (gerek ciddi internet
sitelerinde gerekse de ciddi kitaplarda bu yanlışlık hep
ifade edilmektedir)
(1).
Halbuki, “Vahdeti Vücut”, var olan şeylerin varlığını
kabul etmez ki, onların toplamından oluşan bir varlığın
mevcudiyetini savunsun. Dolayısıyla “Vahdeti
Vücuda” göre, her şeyin toplamının Allah olması zaten
asla mümkün değildir
(bkz. Din- Bilim Soru Ve Cevapları - 11).
Ayrı bir deyişle Panteizmde, çokluktan (parçalardan)
yola çıkarak, o parçalarla birlikte Tek’i görme varken,
“Vahdeti Vücut ta”, öncelikle Parçalanması mümkün
olamayan Tek’ten yola çıkarak, çokluğun ancak bir var
kabulden ibaret olduğunu müşahade etmek suretiyle yine O
Tek’in seyri vardır. “Vahdeti Vücut” ile “Panteizm”in
aynı şeyler olamayacağının, “Panteizmden”
etkilenmediğinin bir diğer kanıtı da, İslam Dininde “Vahdeti
Vücut”
(tüm varlığın aslının Tek Bir Manaya –Noktaya-
dayandığını ve bu Noktanın da Mutlak Hiçliğe -Hu’ya-
işaret ettiğini söyler) görüşünün temel, asıl görüş
olmamasıdır. Çünkü bu anlayış, bir boyutun bakış
açısı olup bunun üzerinde “Vahdeti Şuhud”
(Datanın (Noktanın), Hu’nun (Zatın) İlminde bir hayalden
ibaret olduğunu söyler), onun da üzerinde “Şuhudu
Zat” (Zati boyut ve Zat’ın kendi içindeki
Tecellilerle ilgilidir) boyutu yer almakta, İnsanda bu
boyutların bakış açısının da yaşantıya sokulması
amaçlanmaktadır (Hz. Resulullah ile Onun aynası olan
Mehdi lakaplı O “Zat” ise, “Şuhudu Zat” görüşüne
sahiptir). Üstelik bu boyutlar her an, her yerde var
olması sebebiyle, sonradan oluşan, oluşturulan bir şey
de değildir. İslam Sufizminin, Panteizmden türemediğinin
bir üçüncü sebebi de, bir önceki yazımızda da
belirttiğimiz üzere, “Nefs Perdesinden” kurtulmanın
yani, Hakikate ulaşmanın, sadece ve sadece temelde Hz
Muhammed’e (s.a.v) İman ve bunun gereği olan İslam
Tasavvufundaki çalışmalarla ancak mümkün olacağıdır.
Bununla birlikte, düşünce tarzları, Sisteme ve
Hakikate olan bakış açıları, ibadet ve çalışma
biçimleri, insan bilincindeki sonuçları ve getirisi
tamamiyle birbirinden farklıdır. Mesela onlarda
peygamberlik yoktur. Bu olmayınca da Kutsal Kitap ya da
Metinler de olamaz. Ancak ellerindeki metinler ise,
parça olan insanda Tanrı olarak açığa çıkanlarca
ifade edilmiş ya da çok çok sonraları, onlar adına
yazılmış şeylerdir. Berzah Boyutunu yani, daha
temelinde ölüm ötesi sistemi ve aşamalarını
algılayamadıklarından, Ahiret inançları da yoktur,
yukarıda da söylediğimiz üzere bunun yerine Dünyaya
tekrar tekrar geri gelmeler ve en sonunda farklı boyut
ve planlara geçme yani Reenkarnasyon olayı
vardır. Bu nedenle ölümün akabinde geçici olarak
kaldıkları Kabir hayatı, daha doğrusu Berzah yaşamı da
oldukça çok farklıdır. Cennet ve Cehennem de bildiğimiz
anlamda olmayıp çok değişik biçimlerde ifade
edilmektedir (bkz.
“Reenkarnasyon
ve Hologram”)
Daha birçok farklılığı görmek mümkün
(2).
Oruç, zikir
(3)
gibi yoğun ibadetler de onlardan bize geçmiş şeyler
olmayıp
“herkese anlayışları (kapasiteleri) nispetinde anlatın,
yaklaşın”
diyen Resulullah tarafından genele değil, onu
yapabilecek insanlara verildiğini, kendisinin de
birtakım yoğun ibadetler yaptığını temel kaynaklardan
açıkça bilmekteyiz. Üstelik bu çalışmalar, farz ve
sünnet olarak ifade edilen tüm çalışmaları bir kenara
bırakıp ayrı yapılan şeyler olmadığı gibi, bunları
temel alan ve bunların daha da fazlası olan
çalışmalardır ki, zaten Din buna izin vermektedir.
Yani, genel göz önüne alındığından dindeki çalışmalar
asgari düzeyde yeterli olan çalışmalar olup
yapabilene, güç getirebilene daha fazla çalışmaların önü
açıktır. Tarikat çalışmaları (gerçek olanından
bahsediyorum) ise temeli Kuran ve Resulullah’ın
açıklamalarına dayalı olan fiziksel ve düşünsel
çalışmaların sistematiğe bağlanılmış biçimidir. Buna
rağmen İbadet adı altındaki çalışmaların bir sistemin
gereği olarak birimin kendisi için gerekli olduğunu
değil de, tapınmayı esas alan ve tapınma ile Tanrıdan
bir şeyler ummayı, yaptıklarına nispetle yapmadıkları
şeyin de Tanrı tarafından verileceğini Zanneden
Teistlerin bazıları, buna da karşı çıkıp ilgili
ayetleri çarpıtmakta, Hadisleri de ya görmezden gelmekte
ya da tamamıyla inkar etmektedirler
(4)
(bkz. Din- Bilim Soru Ve Cevapları – 14). Kısacası,
Sufizm ile Panteizm arasında bazı ortak gibi görünen
şeylerin bile biraz incelendiğinde aynı olmadıkları
görüldüğü gibi, birkaç görüşün benzer olması (bunda
bile farklılıklar vardır) ise, zaten evrende,
sistemde o şeylerin var olması dolayısıyladır. Yani,
sistemin gereğidir. Mesela genel olarak her iki
görüşte de belirtilen, her şeyin, her bir şeyde mevcut
bulunmasının (Varlığın Tekliğinin, Bütünselliğinin),
Sistemin ana ilkelerden biri olan varlığın tekamüle
uğramasının (Reenkarnasyon değil), Varlığın gerçekte
illizyon olmasının, bugün bilimsel olarak da ifade
edilmesi gibi. Sistemin kendisinde var olan bu
gerçeklik sebebiyledir ki, eski Yunan filozof ve
matematikçileri bile riyazat türü oruçlar tutmuşlardır
(5).
Bu arada “Panteizmin” içinde de fraksiyonlar
bulunmaktadır. Bunlar ise, “Pandeizm” ile “Panenteizmdir”.
“Pandeizm”, Panteizmin, Deistik anlayışına dayalı
yorumudur. “Panenteizme” gelince, bu anlayışa göreyse,
Tanrı her bir parçada var olmasına karşın sadece
parçaların toplamı olmakla kalmayıp, o parçalardan bir
fazladır. Yani Tanrı, bu parçaların toplamıyla
birlikte, fazla olan o parçanın da toplamıyla oluşan
Bütünsel Tekilliktir. Dolayısıyla Tanrının Tanrı
oluşu veya yarattıklarından farklı olması, fazla olan bu
parçaya dayanır. Böylece Tanrı, yine tıpkı
panteizmdeki gibi içkin olarak (o şeyin kendisi olarak)
tüm varlıkta mevcutken, o fazla parça nedeniyle de
panteizmden farklı bir biçimde aşkın (öte) olarak o
şeylerle kayıtlı değildir. Ancak, görüldüğü üzere bu
ötelik durumu Teizmden ve Deizimden farklı olup aynı
o sonsuz yapı (Boşluk ya da Hiçlik) içindeki fazlalıktır.
Maalesef gerek internetteki ciddi ansiklopedik
kaynaklarda, gerekse de ciddi ilgili makale ve
kitaplarda, İslam Sufistlerinin Allah’ın yarattığı
varlıklarla kayıtlı olmadığını yani, “Vahdeti Vücut”
görüşünün,
“Mevcudat Allah’tır, ancak Allah, Mevcudat değildir”
söylemi sebebiyle, Sufizmi ve Sufistleri, “Panteist”
anlayışında değil de “Panenteizm” içinde
değerlendirilmesinin daha doğru olduğunu
belirtmektedirler. Yani, onlara göre İslam Sufizmi
gerçekte “Panteizm” yerine “Panenteizmi” dillendirmekte,
Sufisteler de birer “Panentesit” olmaktadırlar (bazıları
ise, “Vahdeti Vücudu”, Panteizme, “Vahdeti Şuhud”
görüşünü de Panenteizme benzeterek daha büyük bir yanlış
yapmaktadırlar). Oysa öncelikle, ister “Sanal Vakum
Boyutu” isterse de “Kuantum Potansiyeli Boyutu” olsun
fark etmez, bir karış bile boşluk yoktur ki, o boşluk
ya da fazlalık, Tanrıyı ayrıcalıklı, dolayısıyla
Panenteizmi” tanımlamış olsun (Kuantum fiziği kesin
olarak bize bunu söylemekteydi). Eğer bunun böyle
olduğunu bir an için kabul etsek bile, yani Tanrı, bu
fazla parça olması sebebiyle yarattıklarıyla kayıtlı
görünmese dahi, yine de bir boyutta tanımlanıp
tamamen o boyutta sıkıştırılmakta (sınırlandırılmakta) o
boyut Özündeki boyutlar yok hükmünde kabul edilmektedir.
İslam Sufizminin belirttiği,
“Allah’ın Âlemlerden Gani (Beri) Oluşu”
ya da
“Yarattığı varlıklarıyla kayıtlı olmaması”
durumu, “Panenteizmden” (haliyle Panteizmden) tamamen
farklı olarak, Varlığın Zatı (Salt Data), daha
temelde ve gerçekte ise, “Mutlak Zat (Hiçlik)”
yönüyledir. Kısacası gerek “Vahdeti Vücut”, gerekse
de “Vahdeti Şuhud” görüşü, Allah’ın Âlemlerle, bu
biçimde sınırlı, kayıtlı olmadığını açıkça belirtir.
Çünkü ilkin “Vahdeti Vücut” görüşünü ele alırsak bu
anlayış, “Esma (Nokta) Boyutu” itibariyle, terkiplerin
bu “Salat Esmaya (Dataya)” dayanması sebebiyle “Mevcudat
Allah’tır” derken, bu “terkiplerin (Esma
Bileşimlerinin)” toplamının, “Data” olmaması, O’nu
oluşturmaması (böyle bir şey zaten mümkün de değildir)
yanı sıra da, bu “Noktanın” bir taraftan “Varlığın Zatı”
olması, diğer bir taraftan da “Mutlak Hiçliğe (Zata)”
işaret etmesi sebebiyle de “o varlıklardan beri” daha
doğrusu “boyutsal öte olduğunu”, haliyle
“Allah’ın mevcudat olamayacağını” açıkça söyler.
“Vahdeti Şuhud” görüşü ise, “Salt 99 Esmanın (Data’nın)”
haliyle bunun açılımının, “Allahın Zatında” yani “Hu’nun
İlminde” bir gölgeden, hayalden ibaret olduğunu söyler.
Bu yüzden de, “Vahdeti Şuhud”, “Vahdeti Vücudun”
belirttiği
“Her şey O’ dur”
sözü yerine,
“Mevcudat (Her şey) Ondandır”
ifadesini kullanır. Ancak burada, konunun uzmanıymış
gibi görünenler ya da bu konu hakkında yorum yapanlarca
çok, çok büyük bir kaç hata yapılmaktadır. Bunlardan
ilki, bu iki görüşün birbirinden farklı şeyler
olduklarını dillendirmeleri, yanı sıra ikinci olarak da
“Her şey Ondandır” sözünün, “Teizmle” aynı şeyleri
kastettiğinin belirtilmesidir.
İkinci kısımdan olayı açıklamaya çalışırsak, bir defa,
“Vahdeti Şuhud” ile “Teizm” arasında yakından, uzaktan
bir ilgi, alaka olmamakla birlikte, “Her şey Ondandır”
sözünden kastettikleri şey de tamamen doğu ile batı gibi
birbirinden farklıdır. Çünkü “Teizm”,
“her şey Ondandır”
derken, şeylerin tamamen ötesinde, onlardan tamamen
kopuk bulunan boşluktaki (Hiçlikteki) bir Tanrıyı ve ona
dayalı sistemleri ifade edip, bir de şeylerin
bütünselliğini reddederken, “Vahdeti Şuhud” anlayışı,
öncelikle
“Her şey (Mevcudat) Odur”
ifadesini temelde kabul eder.
Sonra da Allah, “Hüviyeti (Hu), Mutlak Zatı (Hiçliği)”
itibariyle, başka bir deyişle, “Huviyetini (Mutlak
Hiçliğini)” temel alarak “Şeylerin (Varlığın) Zatı”
ile de kayıtlı olmadığını, olamayacağını kesinkes
belirtir. Yani, “Vahdeti Şuhud” anlayışı, tüm Kainatın
kaynağı olan “Noktaya (Dataya)”, “Zati Boyuttan” bakar
ve bu “Nokta’nın”, “Hu’ nun” İlminde (İlmi İlahide) bir
var kabulden ibaret olduğunu söyler (hemen burada, her
şeyin Zata dayandığını, ancak onda yer etmediğini
hatırlayalım).
İlk açıklamaya bakacak olursak, maalesef Sufizmi
anlamayan, bilmeyen ya da ezber, kabukta kalmış ama buna
rağmen otorite olduğunu düşünen birtakım insanlar
(herkesi kastetmiyorum), geçmişten günümüze, Sufizmde
sanki iki ayrı görüşün var olduğunu zannetmiş, Ünlü
Sufistlerin bulundukları mertebedeki bu konuyla ilgili
açıklamalarını da buna göre değerlendirmişlerdir. Oysa
böyle bir şey tamamen muhaldir. Çünkü tüm Sufistler
ittifakla temelde “Tek Bir Vücudun” olduğunu
(elbette bildiğimiz anlamda somut bir beden değil, tüm
boyutlarıyla varlık anlamında) ve “O Vücudun da Allahtan
ayrı olmadığını” ve Tasavvuf çalışmalarının da “O Tek’i”
idrak etmek, anlamak, kavramak, hissedip yaşamak
olduğunu vurgulamış, vurgulamaya da devam etmektedirler.
Bu sebeple “Vahdeti Vücut” ve “Şuhud” görüşleri, Allah’ı
anlamanın, kavramanın iki ayrı, farklı yolu değildir.
Çünkü bu iki görüş ayrı, ayrı şeyler olmayıp, Tek’e
ve Onun ilminde yoktan var ettiğine, farklı boyutlardan
bakışın ifadesidir. Yani belli boyutların
ifadeleridir. Dolayısıyla (Uruç yollu yani, aşağıdan
yukarı doğru çıkışa yada bakışa göre) “Vahdeti
Şuhud’un” temeli, “Vahdeti Vücuttur”. “Vahdeti Vücudun”
temelleri üzerindedir. Bu nedenle “Vahdeti Vücut”
anlaşılmadan, kavranılmadan, “Vahdeti Şuhud” anlayışı
kesinlikle asla anlaşılamaz ve sonuçta bu durum da
“Vahdeti Şuhud” görüşünün, “Teistik” anlayışla
değerlendirilmesine yol açarak Hakikatin örtülmesine
neden olmaktadır. Bu yüzden Sufizm, tüm boyutların
Tek Bir Boyut olduğunu, bir Velinin ise, tüm bu
boyutları bildiğini, ancak o Tek boyutun belli bir
boyutundaki anlayış ağırlıklı yaşadığını söyler.
Başka bir deyişle, “bu anlayışların” belli boyutların
bakış açıları olmasından ötürü, “Vahdeti Vücut”
yaşantısı içinde olan bir veli, “Vahdeti Şuhud”, hatta
“Şuhudu Zat” boyutunu yaşayamasa da onlar hakkında
bilgiye sahiptir.
Bunun yanında, her Veli için geçerli olmasa da bir Veli,
görevi gereği bir boyutta açığa çıkarken, kendi iç
yaşantısı farklı bir boyutta da olabilmektedir. Mesela
M. Arabi hazretlerinin görevi gereği, “Vahdeti Vücut
(Esma Mertebesi)” anlayışını, ortaya koyarken, iç
yaşantısı itibariyle “ Vahdeti Şuhud (Sıfat Boyutunun)”
yaşantısı içinde olması gibi. Bu da “Vahdeti Vücut” ile
“Vahdeti Şuhud” görüşünün farklı şeyler olmadığının en
büyük delillerinden birini oluşturmaktadır. İşte
evliyalar arasındaki bu iki görüşe dayanan farklı
söylemler, onların bulundukları boyuta göre
açıklamalarda bulunmalarından ve bizlere bir şeyler
anlatmalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa biri
diğerini tenkit etmek, birbirlerine alternatif
oluşturmak için değil. “Vahdeti Şuhud” görüşünün
ortaya çıkmasının ya da mensuplarınca ortaya konmasının
nedeninin de birçok sebebi vardır. En önde gelen sebebi
ise, temeli Kur’an ve Hadislere dayanan ve ondan önceki
velilerce ifade edilse de M. Arabi hazretleri tarafından
tamamen sistemleştirilen “Vahdeti Vücut” görüşü, dalga
dalga yayıldıktan belli bir süre sonra bu anlayış
“Panteist” anlayış şeklinde değerlendirilmeye
başlanıldığından, “Vahdeti Şuhud” anlayışının
temsilcileri tarafından, hem bu insanları bu yanlış
düşünceden kurtarmak, hem de “Vahdeti Vücut” boyunun
üstünde de anlayışların, idrakların var olduğu
gösterilmek amaçlanmıştır. Ayrıca burada insanlığın
tekamülünün varlığının da söz konusu olduğunu vurgulamak
gerekir.
(Kaynakça: Allah, Ney’i Okudu, Yenilen – Ahmed Hulusi /
Hallacı Mansur Ve Enel Hak, İbni Arabiyi Sevmek – Ahmed
Fevzi Yüksel)
(1)
Daha sonraki bölümlerde daha detaylı göreceğimiz üzere
Sufizm, kendi aslını, Hakikatini, Orjinalini bulma,
bilme ve yaşama yolundaki çalışmalar bütünüdür. Bu
sebeple bu durum, belli bir tarihi dönemle sınırlı
olmayıp “İnsanın” yeryüzünde olduğu her dönemde
mevcuttu. Haliyle, kendi iç yolculuğuna
yönelik çalışmalar doğu felsefelerinden çok daha
önceleri Resullerce de ümmetlerine önerilmiştir. Hatta
eski Yunanda da kendini bilmeye dönük maddi ve manevi
çalışmalar yapılmış, ünlü “Delphi Tapınağı” üzerine
“Kendini Tanı” yazılarak kişinin ancak “kendisini
tanımasıyla” Evrensel Sistem ve Yaratıcı Gücü
bilebileceğini belirtmişlerdir. Bugün Kuantum Fiziği
başta olma üzere bilimin de söylediği gibi, Sistemde
var olan bu gerçeklik dolayısıyladır ki olay, belli bir
bölgeyle sınırlı olan ve oradan diğerler düşünceleri
etkileyerek yayılmış bir şey değildir.
Bunları
bir kenara bıraksak bile,
ilahiyatçılar tarafından Budizmin, Taoizmin, …vs.
kurucularının bile zamanının Nebileri oldukları, ama
zamanla onların söylemlerinin yozlaştırıldıkları
yönündeki söylemini göz önüne aldığımızda da, doğu
felsefelerinin asıl ve temel olmadıkları yine ortaya
çıkmaktadır.
(2)
Mesela,
Sufizmdeki Zikir çalışmaları yani, sistemde yürürlükte
olan isimlerin sistemli tekrarları (dolayısıyla diğer
çalışmalar), tüm varlığın “Esma Bileşimlerinden”
oluşması sebebiyle, birimin beynini (bilincini) “Kuantum
potansiyelini” (meleki boyutları) değerlendirmeye dönük
olarak meleki tesirlere ayarlama yaparken, buna karşın
Doğu Felsefelerindeki zikirlerin (ve diğer çalışmaların)
temeli, meleklere, meleki boyutlara dayanmadığından, bu
çalışmalar, sonuçta hassaslaşan beyinleri Nari Boyut ve
varlıklarına açacak şekilde programlamakta ve
nihayetinde birimi o boyutlara yönlendirip, o alana
girmelerini sağlamaktadır.
(3)
Nasıl ki Kuran’da Hac, Namaz gibi ibadetler
belirtilmesine karşın, bunların nasıl ve ne şekilde
gerçekleştirileceğini, bunların detaylarını
Resulullah’ın açıklamalarına göre yapıyorsak, aynı
şekilde Kur’an’da geçen Zikirlerin ve yararlı
ibadetlerin nasıl ve ne şekilde ve hangi sayılarda
yapılması gerektiği de Resulullah tarafından
belirlenmiştir. Bu
konudaki bazı ayet ve hadisler ise şunlardır:
“Kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse, biz ona şeytanı
musallat kılarız. Artık o, ona arkadaş olur. Muhakkak ki
şeytanlar onları hidayet yolundan saptırırlar. Onlar ise
hâlâ hidayet yolunda olduklarını sanırlar”
(43- 36, 37)
/ “Allah’ı çok çok zikredin”
(33- 41)
/”Şeytan onları iradesine almış, Allah’ı Zikretmeyi
unutturmuştur. Onlar şeytanın grubudur. Şeytana uyanlar
hüsrana uğrayacaktır”
(58- 19) / “Beni,
Zikrettiğinizde sizi zikretmekteyim”
(2-152) / “Muhakkak
Allah Zikri Ekberdir”
(29- 45).
“Allah katında çalışmaların en sevimlisi, … Allah’ı
Zikretmektir” / “Allah’ın azabından, Allah’ı
Zikretmekten daha fazla bir şey kurtarmaz” /”Allah
katında kıyamet gününde kulları içinde daha faziletli
olanlar, … Allah’ı çok Zikir edenlerdir” / “Kul,
Şeytandan ancak Allah’ı Zikretmekle korunur” / “Allah’ı
Zikredenle, etmeyenin benzeri, ölü ile diri gibidir”
/ “Allah’ı o kadar çok Zikredin ki insanlar size,
“deli mi bu” desin”/ “Münafıklar size, gösteriş
için yapıyorsunuz, diyecekleri kadar çok Allah’ı
Zikrediniz” / “Allah’ın bir kula verdiği en
faziletli şey, ona Zikrini ilham etmesidir” /
“Cennetlikler hiç bir şeye üzülmezler, ancak dünyada
iken Zikirsiz geçen anları hariç” (Hadisler)
(4)
Teizm
anlayışında, “zikir vardır” dense de, anlayışın
getirdiği düşünce dolayısıyla Zikre hiçbir şekilde
önem vermedikleri gibi, büyük çoğunluğunca da
yapılmamaktadır, ayetlerin ve Resulullah’ın tüm açık
uyarılarına rağmen.
(5)
Eğer görünüşte birtakım şeyler benziyor diye Sufizmin
İslam dışı olduğunu iddia ediyorlarsa (ki, bunu
diyenlerin İslam adına dünyaya ne verip, ne
veremedikleri ortadadır) o zaman, birtakım
araştırmacıların, akademisyenlerin de İslam’ın başka
diğer yönlerinin daha önceki uygarlıklardan,
felsefelerden (inançlardan) etkilendiği veya onlardan
alınan, alıntı yapılan şeyler oldukları, …vs gibisinden
temelsiz, mantıksız, saçma sapan boş iddialarının da mı
doğru olduklarını kabul edeceğiz? Hiç böyle bir şey
olabilir mi? |