Kuantum ve
Din – 3

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

 

(Not: II. Bölümün “Panteizm” kısmına, daha iyi anlaşılması için tekrardan ekleme ve düzenlemeler yapılmıştır)

Konunun anlaşılması açısından “Panteizmdeki” Hiçlik (Zat) kavramına yeniden değinmek istiyorum. Genel anlamda baktığımızda, eğer “suretler boyutunu” göz önüne alırsak, her bir noktaya sirayet etmiş olan “Sanal Vakum Boyutunu” ya da bunun da bir alt boyutu olan “Kuantum Potansiyeli Boyutunu” tamamıyla, Hiçlik (Zat) olarak kabul ederler (parçacıklardan, her bir evrene kadar her şey, çeşitli zaman dilimleri içinde bu hiçlikten açığa çıkıp o hiçliğe geri dönmektedir). Bunu biraz açıp daha derin boyuttan “Kuantum Potansiyeline” baktığımızda ise “Kuantum Potansiyelindeki” “varlığın datasal halini ifade eden dalgalanmalar” bir Varlık olduğundan, bu sefer bu “Sonsuz Varlığın” kaynağı olan, “dalgalanmamışlık yönünü”, “Mutlak Zat (Hiçlik)” olduğunu ifade ederler. Tüm her şeyin olabilirliliğinin potansiyelini taşıyan ve dalgasız, durgun, hareketsiz, formsuz, şekilsiz, dingin olarak tarif edilen bu “Hiçlik (Zat)” boyutu, aynı zamanda “Mutlak Bilinçtir. “Parçanın, Bütünle birleşmesi” derken de bu “Mutlak Bilinçle” birleşme kast edilmektedir. Ancak durgun hale sahip olsa da “Mutlak Bilinç”, kararlı değildir (yani, potansiyelini kinetik hale geçirme, hareketlendirme, üretim yapma, …vs. eğiliminde olduğundan) her an parçalanarak, “Parçasal Bilinçler (formlar)” veya “o tek ruhu” bünyesinde barındıran “parçasal ruhlar” şeklinde, “dalgalanmışlık boyutunu” meydana getirir, yani (meleki boyutu içermeyen) sayısız varlık ve  boyutlarına bölünür. Ayrı bir deyişle bu parçaların, onların anlayışındaki “Zattan”, yani “Hiçlikten” açığa çıkmaması yani “Hiçliğin”, tamamıyla “Varlığa” bürünmemesi, “Varlık” adı altında var olmaması diye bir şey, asla söz konusu olmayıp, kesinlikle her an bütünüyle ortaya çıkmak zorunluluğu bulunmaktadır. Sonuç olarak, bu “parçasal bilinçlerin” veya “ parçasal ruhların” toplamı, “Mutlak Bilinçli Ruhu” vermiş olmaktadır. Panteistler, bunun dışında ayrı bir “hiçlik” kavramından da bahsederler ki bu da, gerek suretler boyutunda, gerekse de Kuantum potansiyelindeki dalgalanma içinde var olan ve parça olarak adlandırılan birimin, o şeyin Bütüne olan konumudur.

Şimdi konumuza dönersek, yine birçok kez tekrarladığımız üzere bazı insanlar, bilinçli veya bilinçsiz olarak, ona en yakın görünmesi, genelde benzer ifadeler kullanması sebebiyle, İslamiyet’teki “Vahdeti Vücut” anlayışı ile “Panteizm” in, bir ve aynı şeyler olduklarını ya da İslam Sufizminin, Panteizmden etkilendiğini, bazı şeylerin onlardan İslamiyet’e girdiğini dillendirmektedirler (gerek ciddi internet sitelerinde gerekse de ciddi kitaplarda bu yanlışlık hep ifade edilmektedir) (1). Halbuki, “Vahdeti Vücut”, var olan şeylerin varlığını kabul etmez ki, onların toplamından oluşan bir varlığın mevcudiyetini savunsun. Dolayısıyla “Vahdeti Vücuda” göre, her şeyin toplamının Allah olması zaten asla mümkün değildir (bkz. Din- Bilim Soru Ve Cevapları - 11). Ayrı bir deyişle Panteizmde, çokluktan (parçalardan) yola çıkarak, o parçalarla birlikte Tek’i görme varken, “Vahdeti Vücut ta”, öncelikle Parçalanması mümkün olamayan Tek’ten yola çıkarak, çokluğun ancak bir var kabulden ibaret olduğunu müşahade etmek suretiyle yine O Tek’in seyri vardır. “Vahdeti Vücut” ile “Panteizm”in aynı şeyler olamayacağının, “Panteizmden” etkilenmediğinin bir diğer kanıtı da, İslam Dininde “Vahdeti Vücut” (tüm varlığın aslının Tek Bir Manaya –Noktaya- dayandığını ve bu Noktanın da Mutlak Hiçliğe -Hu’ya- işaret ettiğini söyler) görüşünün temel, asıl görüş olmamasıdır. Çünkü  bu anlayış, bir boyutun bakış açısı olup bunun üzerinde “Vahdeti Şuhud” (Datanın (Noktanın), Hu’nun (Zatın) İlminde bir hayalden ibaret olduğunu söyler), onun da üzerinde “Şuhudu Zat” (Zati boyut ve Zat’ın kendi içindeki Tecellilerle ilgilidir) boyutu yer almakta, İnsanda bu boyutların bakış açısının da yaşantıya sokulması amaçlanmaktadır (Hz. Resulullah ile Onun aynası olan Mehdi lakaplı O “Zat” ise, “Şuhudu Zat” görüşüne sahiptir). Üstelik bu boyutlar her an, her yerde var olması sebebiyle, sonradan oluşan, oluşturulan bir şey de değildir. İslam Sufizminin, Panteizmden türemediğinin bir üçüncü sebebi de, bir önceki yazımızda da belirttiğimiz üzere, “Nefs Perdesinden” kurtulmanın yani, Hakikate ulaşmanın, sadece ve sadece temelde Hz Muhammed’e (s.a.v) İman ve bunun gereği olan İslam Tasavvufundaki çalışmalarla ancak mümkün olacağıdır.

Bununla birlikte, düşünce tarzları, Sisteme ve Hakikate olan bakış açıları, ibadet ve çalışma biçimleri, insan bilincindeki sonuçları ve getirisi tamamiyle birbirinden farklıdır. Mesela onlarda peygamberlik yoktur. Bu olmayınca da Kutsal Kitap ya da Metinler de olamaz. Ancak ellerindeki metinler ise, parça olan insanda Tanrı olarak açığa çıkanlarca ifade edilmiş ya da çok çok sonraları, onlar adına yazılmış şeylerdir. Berzah Boyutunu yani, daha temelinde ölüm ötesi sistemi ve aşamalarını algılayamadıklarından, Ahiret inançları da yoktur, yukarıda da söylediğimiz üzere bunun yerine Dünyaya tekrar tekrar geri gelmeler ve en sonunda farklı boyut ve planlara geçme yani Reenkarnasyon olayı vardır. Bu nedenle ölümün akabinde geçici olarak kaldıkları Kabir hayatı, daha doğrusu Berzah yaşamı da oldukça çok farklıdır. Cennet ve Cehennem de bildiğimiz anlamda olmayıp çok değişik biçimlerde ifade edilmektedir (bkz. “Reenkarnasyon ve Hologram”) Daha birçok farklılığı görmek mümkün (2).

Oruç, zikir (3) gibi yoğun ibadetler de onlardan bize geçmiş şeyler olmayıp “herkese anlayışları (kapasiteleri) nispetinde anlatın, yaklaşın” diyen Resulullah tarafından genele değil, onu yapabilecek insanlara verildiğini, kendisinin de birtakım yoğun ibadetler yaptığını temel kaynaklardan açıkça bilmekteyiz. Üstelik bu çalışmalar, farz ve sünnet olarak ifade edilen tüm çalışmaları bir kenara bırakıp ayrı yapılan şeyler olmadığı gibi, bunları temel alan ve bunların daha da fazlası olan çalışmalardır ki, zaten Din buna izin vermektedir. Yani, genel göz önüne alındığından dindeki çalışmalar asgari düzeyde yeterli olan çalışmalar olup yapabilene, güç getirebilene daha fazla çalışmaların önü açıktır. Tarikat çalışmaları (gerçek olanından bahsediyorum) ise temeli Kuran ve Resulullah’ın açıklamalarına dayalı olan fiziksel ve düşünsel çalışmaların sistematiğe bağlanılmış biçimidir. Buna rağmen İbadet adı altındaki çalışmaların bir sistemin gereği olarak birimin kendisi için gerekli olduğunu değil de, tapınmayı esas alan ve tapınma ile Tanrıdan bir şeyler ummayı, yaptıklarına nispetle yapmadıkları şeyin de Tanrı tarafından verileceğini Zanneden Teistlerin bazıları, buna da karşı çıkıp ilgili ayetleri çarpıtmakta, Hadisleri de ya görmezden gelmekte ya da tamamıyla inkar etmektedirler (4) (bkz. Din- Bilim Soru Ve Cevapları – 14). Kısacası, Sufizm ile Panteizm arasında bazı ortak gibi görünen şeylerin bile biraz incelendiğinde aynı olmadıkları görüldüğü gibi, birkaç görüşün benzer olması (bunda bile farklılıklar vardır) ise, zaten evrende, sistemde o şeylerin var olması dolayısıyladır. Yani, sistemin gereğidir. Mesela genel olarak her iki görüşte de belirtilen, her şeyin, her bir şeyde mevcut bulunmasının (Varlığın Tekliğinin, Bütünselliğinin), Sistemin ana ilkelerden biri olan varlığın tekamüle uğramasının (Reenkarnasyon değil), Varlığın gerçekte illizyon olmasının, bugün bilimsel olarak da ifade edilmesi gibi. Sistemin kendisinde var olan bu gerçeklik sebebiyledir ki, eski Yunan filozof ve matematikçileri bile riyazat türü oruçlar tutmuşlardır (5).

Bu arada “Panteizmin” içinde de fraksiyonlar bulunmaktadır. Bunlar ise, “Pandeizm” ile “Panenteizmdir”. “Pandeizm”, Panteizmin, Deistik anlayışına dayalı yorumudur. “Panenteizme” gelince, bu anlayışa göreyse, Tanrı her bir parçada var olmasına karşın sadece parçaların toplamı olmakla kalmayıp, o parçalardan bir fazladır. Yani Tanrı, bu parçaların toplamıyla birlikte, fazla olan o parçanın da toplamıyla oluşan Bütünsel Tekilliktir. Dolayısıyla Tanrının Tanrı oluşu veya yarattıklarından farklı olması, fazla olan bu parçaya dayanır. Böylece Tanrı, yine tıpkı panteizmdeki gibi içkin olarak (o şeyin kendisi olarak) tüm varlıkta mevcutken, o fazla parça nedeniyle de panteizmden farklı bir biçimde aşkın (öte) olarak o şeylerle kayıtlı değildir. Ancak, görüldüğü üzere bu ötelik durumu Teizmden ve Deizimden farklı olup aynı o sonsuz yapı (Boşluk ya da Hiçlik) içindeki fazlalıktır. Maalesef gerek internetteki ciddi ansiklopedik kaynaklarda, gerekse de ciddi ilgili makale ve kitaplarda, İslam Sufistlerinin Allah’ın yarattığı varlıklarla kayıtlı olmadığını yani, “Vahdeti Vücut” görüşünün, “Mevcudat Allah’tır, ancak Allah, Mevcudat değildir” söylemi sebebiyle, Sufizmi ve Sufistleri, “Panteist” anlayışında değil de “Panenteizm” içinde değerlendirilmesinin daha doğru olduğunu belirtmektedirler. Yani, onlara göre İslam Sufizmi gerçekte “Panteizm” yerine “Panenteizmi” dillendirmekte, Sufisteler de birer “Panentesit” olmaktadırlar (bazıları ise, “Vahdeti Vücudu”, Panteizme, “Vahdeti Şuhud” görüşünü de Panenteizme benzeterek daha büyük bir yanlış yapmaktadırlar). Oysa öncelikle, ister “Sanal Vakum Boyutu” isterse de “Kuantum Potansiyeli Boyutu” olsun fark etmez, bir karış bile boşluk yoktur ki, o boşluk ya da fazlalık, Tanrıyı ayrıcalıklı, dolayısıyla Panenteizmi” tanımlamış olsun (Kuantum fiziği kesin olarak bize bunu söylemekteydi). Eğer bunun böyle olduğunu bir an için kabul etsek bile, yani Tanrı, bu fazla parça olması sebebiyle yarattıklarıyla kayıtlı görünmese dahi, yine de bir boyutta tanımlanıp tamamen o boyutta sıkıştırılmakta (sınırlandırılmakta) o boyut Özündeki boyutlar yok hükmünde kabul edilmektedir.

İslam Sufizminin belirttiği, “Allah’ın Âlemlerden Gani (Beri) Oluşu” ya da “Yarattığı varlıklarıyla kayıtlı olmaması” durumu, “Panenteizmden” (haliyle Panteizmden) tamamen farklı olarak, Varlığın Zatı (Salt Data), daha temelde ve gerçekte ise, “Mutlak Zat (Hiçlik)” yönüyledir.  Kısacası gerek “Vahdeti Vücut”, gerekse de “Vahdeti Şuhud” görüşü, Allah’ın Âlemlerle, bu biçimde sınırlı, kayıtlı olmadığını açıkça belirtir. Çünkü ilkin “Vahdeti Vücut” görüşünü ele alırsak bu anlayış, “Esma (Nokta) Boyutu” itibariyle, terkiplerin bu “Salat Esmaya (Dataya)” dayanması sebebiyle “Mevcudat Allah’tır” derken, bu “terkiplerin (Esma Bileşimlerinin)” toplamının, “Data” olmaması, O’nu oluşturmaması (böyle bir şey zaten mümkün de değildir) yanı sıra da, bu “Noktanın” bir taraftan “Varlığın Zatı” olması, diğer bir taraftan da “Mutlak Hiçliğe (Zata)” işaret etmesi sebebiyle de “o varlıklardan beri” daha doğrusu “boyutsal öte olduğunu”, haliyle “Allah’ın mevcudat olamayacağını” açıkça söyler. “Vahdeti Şuhud” görüşü ise, “Salt 99 Esmanın (Data’nın)” haliyle bunun açılımının, “Allahın Zatında” yani “Hu’nun İlminde” bir gölgeden, hayalden ibaret olduğunu söyler. Bu yüzden de, “Vahdeti Şuhud”, “Vahdeti Vücudun” belirttiği “Her şey O’ dur” sözü yerine, “Mevcudat (Her şey) Ondandır” ifadesini kullanır. Ancak burada, konunun uzmanıymış gibi görünenler ya da bu konu hakkında yorum yapanlarca çok, çok büyük bir kaç hata yapılmaktadır. Bunlardan ilki, bu iki görüşün birbirinden farklı şeyler olduklarını dillendirmeleri, yanı sıra ikinci olarak da “Her şey Ondandır” sözünün, “Teizmle” aynı şeyleri kastettiğinin belirtilmesidir.

İkinci kısımdan olayı açıklamaya çalışırsak, bir defa, “Vahdeti Şuhud” ile “Teizm” arasında yakından, uzaktan bir ilgi, alaka olmamakla birlikte, “Her şey Ondandır” sözünden kastettikleri şey de tamamen doğu ile batı gibi birbirinden farklıdır. Çünkü “Teizm”, “her şey Ondandır” derken, şeylerin tamamen ötesinde, onlardan tamamen kopuk bulunan boşluktaki (Hiçlikteki) bir Tanrıyı ve ona dayalı sistemleri ifade edip, bir de şeylerin bütünselliğini reddederken, “Vahdeti Şuhud” anlayışı, öncelikle “Her şey (Mevcudat) Odur” ifadesini temelde kabul eder. Sonra da Allah, “Hüviyeti (Hu), Mutlak Zatı (Hiçliği)” itibariyle, başka bir deyişle, “Huviyetini (Mutlak Hiçliğini)” temel alarak “Şeylerin (Varlığın) Zatı” ile de kayıtlı olmadığını, olamayacağını kesinkes belirtir. Yani, “Vahdeti Şuhud” anlayışı, tüm Kainatın kaynağı olan “Noktaya (Dataya)”, “Zati Boyuttan” bakar ve bu “Nokta’nın”, “Hu’ nun” İlminde (İlmi İlahide) bir var kabulden ibaret olduğunu söyler (hemen burada, her şeyin Zata dayandığını, ancak onda yer etmediğini hatırlayalım).

İlk açıklamaya bakacak olursak, maalesef Sufizmi anlamayan, bilmeyen ya da ezber, kabukta kalmış ama buna rağmen otorite olduğunu düşünen birtakım insanlar (herkesi kastetmiyorum), geçmişten günümüze, Sufizmde sanki iki ayrı görüşün var olduğunu zannetmiş, Ünlü Sufistlerin bulundukları mertebedeki bu konuyla ilgili açıklamalarını da buna göre değerlendirmişlerdir. Oysa böyle bir şey tamamen muhaldir. Çünkü tüm Sufistler ittifakla temelde “Tek Bir Vücudun” olduğunu (elbette bildiğimiz anlamda somut bir beden değil, tüm boyutlarıyla varlık anlamında) ve “O Vücudun da Allahtan ayrı olmadığını” ve Tasavvuf çalışmalarının da “O Tek’i” idrak etmek, anlamak, kavramak, hissedip yaşamak olduğunu vurgulamış, vurgulamaya da devam etmektedirler. Bu sebeple “Vahdeti Vücut” ve “Şuhud” görüşleri, Allah’ı anlamanın, kavramanın iki ayrı, farklı yolu değildir. Çünkü bu iki görüş ayrı, ayrı şeyler olmayıp, Tek’e ve Onun ilminde yoktan var ettiğine, farklı boyutlardan bakışın ifadesidir. Yani belli boyutların ifadeleridir. Dolayısıyla (Uruç yollu yani, aşağıdan yukarı doğru çıkışa yada bakışa göre) “Vahdeti Şuhud’un” temeli, “Vahdeti Vücuttur”. “Vahdeti Vücudun” temelleri üzerindedir. Bu nedenle “Vahdeti Vücut” anlaşılmadan, kavranılmadan, “Vahdeti Şuhud” anlayışı kesinlikle asla anlaşılamaz ve sonuçta bu durum da “Vahdeti Şuhud” görüşünün, “Teistik” anlayışla değerlendirilmesine yol açarak Hakikatin örtülmesine neden olmaktadır. Bu yüzden Sufizm, tüm boyutların Tek Bir Boyut olduğunu, bir Velinin ise, tüm bu boyutları bildiğini, ancak o Tek boyutun belli bir boyutundaki anlayış ağırlıklı yaşadığını söyler. Başka bir deyişle, “bu anlayışların” belli boyutların bakış açıları olmasından ötürü, “Vahdeti Vücut” yaşantısı içinde olan bir veli, “Vahdeti Şuhud”, hatta “Şuhudu Zat” boyutunu yaşayamasa da onlar hakkında bilgiye sahiptir.

Bunun yanında, her Veli için geçerli olmasa da bir Veli, görevi gereği bir boyutta açığa çıkarken, kendi iç yaşantısı farklı bir boyutta da olabilmektedir. Mesela M. Arabi hazretlerinin görevi gereği, “Vahdeti Vücut (Esma Mertebesi)” anlayışını, ortaya koyarken, iç yaşantısı itibariyle “ Vahdeti Şuhud (Sıfat Boyutunun)” yaşantısı içinde olması gibi. Bu da “Vahdeti Vücut” ile “Vahdeti Şuhud” görüşünün farklı şeyler olmadığının en büyük delillerinden birini oluşturmaktadır. İşte evliyalar arasındaki bu iki görüşe dayanan farklı söylemler, onların bulundukları boyuta göre açıklamalarda bulunmalarından ve bizlere bir şeyler anlatmalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa biri diğerini tenkit etmek, birbirlerine alternatif oluşturmak için değil. “Vahdeti Şuhud” görüşünün ortaya çıkmasının ya da mensuplarınca ortaya konmasının nedeninin de birçok sebebi vardır. En önde gelen sebebi ise, temeli Kur’an ve Hadislere dayanan ve ondan önceki velilerce ifade edilse de M. Arabi hazretleri tarafından tamamen sistemleştirilen “Vahdeti Vücut” görüşü, dalga dalga yayıldıktan belli bir süre sonra bu anlayış “Panteist” anlayış şeklinde değerlendirilmeye başlanıldığından, “Vahdeti Şuhud” anlayışının temsilcileri tarafından, hem bu insanları bu yanlış düşünceden kurtarmak, hem de “Vahdeti Vücut” boyunun üstünde de anlayışların, idrakların var olduğu gösterilmek amaçlanmıştır. Ayrıca burada insanlığın tekamülünün varlığının da söz konusu olduğunu vurgulamak gerekir.

 

(Kaynakça: Allah, Ney’i Okudu, Yenilen – Ahmed Hulusi / Hallacı Mansur Ve Enel Hak, İbni Arabiyi Sevmek – Ahmed Fevzi Yüksel)

(1) Daha sonraki bölümlerde daha detaylı göreceğimiz üzere Sufizm, kendi aslını, Hakikatini, Orjinalini bulma, bilme ve yaşama yolundaki çalışmalar bütünüdür. Bu sebeple bu durum, belli bir tarihi dönemle sınırlı olmayıp “İnsanın” yeryüzünde olduğu her dönemde mevcuttu. Haliyle, kendi iç yolculuğuna yönelik çalışmalar doğu felsefelerinden çok daha önceleri Resullerce de ümmetlerine önerilmiştir.  Hatta eski Yunanda da kendini bilmeye dönük maddi ve manevi çalışmalar yapılmış, ünlü “Delphi Tapınağı” üzerine “Kendini Tanı” yazılarak kişinin ancak “kendisini tanımasıyla” Evrensel Sistem ve Yaratıcı Gücü bilebileceğini belirtmişlerdir. Bugün Kuantum Fiziği başta olma üzere bilimin de söylediği gibi, Sistemde var olan bu gerçeklik dolayısıyladır ki olay, belli bir bölgeyle sınırlı olan ve oradan diğerler düşünceleri etkileyerek yayılmış bir şey değildir.  Bunları bir kenara bıraksak bile, ilahiyatçılar tarafından Budizmin, Taoizmin, …vs. kurucularının bile zamanının Nebileri oldukları, ama zamanla onların söylemlerinin yozlaştırıldıkları yönündeki söylemini göz önüne aldığımızda da, doğu felsefelerinin asıl ve temel olmadıkları yine ortaya çıkmaktadır.

(2) Mesela, Sufizmdeki Zikir çalışmaları yani, sistemde yürürlükte olan isimlerin sistemli tekrarları (dolayısıyla diğer çalışmalar), tüm varlığın “Esma Bileşimlerinden” oluşması sebebiyle, birimin beynini (bilincini) “Kuantum potansiyelini” (meleki boyutları) değerlendirmeye dönük olarak meleki tesirlere ayarlama yaparken, buna karşın Doğu Felsefelerindeki zikirlerin (ve diğer çalışmaların) temeli, meleklere, meleki boyutlara dayanmadığından, bu çalışmalar, sonuçta hassaslaşan beyinleri Nari Boyut ve varlıklarına açacak şekilde programlamakta ve nihayetinde birimi o boyutlara yönlendirip, o alana girmelerini sağlamaktadır.

(3) Nasıl ki Kuran’da Hac, Namaz gibi ibadetler belirtilmesine karşın, bunların nasıl ve ne şekilde gerçekleştirileceğini, bunların detaylarını Resulullah’ın açıklamalarına göre yapıyorsak, aynı şekilde Kur’an’da geçen Zikirlerin ve yararlı ibadetlerin nasıl ve ne şekilde ve hangi sayılarda yapılması gerektiği de Resulullah tarafından belirlenmiştir.    Bu konudaki bazı ayet ve hadisler ise şunlardır: “Kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse, biz ona şeytanı musallat kılarız. Artık o, ona arkadaş olur. Muhakkak ki şeytanlar onları hidayet yolundan saptırırlar. Onlar ise hâlâ hidayet yolunda olduklarını sanırlar” (43- 36, 37) / “Allah’ı çok çok zikredin” (33- 41) /”Şeytan onları iradesine almış, Allah’ı Zikretmeyi unutturmuştur. Onlar şeytanın grubudur. Şeytana uyanlar hüsrana uğrayacaktır” (58- 19) / “Beni, Zikrettiğinizde sizi zikretmekteyim” (2-152) / “Muhakkak Allah Zikri Ekberdir” (29- 45).

“Allah katında çalışmaların en sevimlisi, … Allah’ı Zikretmektir” / “Allah’ın azabından, Allah’ı Zikretmekten daha fazla bir şey kurtarmaz” /”Allah katında kıyamet gününde kulları içinde daha faziletli olanlar, … Allah’ı çok Zikir edenlerdir” / “Kul, Şeytandan ancak Allah’ı Zikretmekle korunur” / “Allah’ı Zikredenle, etmeyenin benzeri, ölü ile diri gibidir” / “Allah’ı o kadar çok Zikredin ki  insanlar size, “deli mi bu” desin”/ “Münafıklar size, gösteriş için yapıyorsunuz, diyecekleri kadar çok Allah’ı Zikrediniz” / “Allah’ın bir kula verdiği en faziletli şey, ona Zikrini ilham etmesidir” / “Cennetlikler hiç bir şeye üzülmezler, ancak dünyada iken Zikirsiz geçen anları hariç” (Hadisler)

(4) Teizm anlayışında, “zikir vardır” dense de, anlayışın getirdiği düşünce dolayısıyla Zikre hiçbir şekilde önem vermedikleri gibi, büyük çoğunluğunca da yapılmamaktadır, ayetlerin ve Resulullah’ın tüm açık uyarılarına rağmen.

(5) Eğer görünüşte birtakım şeyler benziyor diye Sufizmin İslam dışı olduğunu iddia ediyorlarsa (ki, bunu diyenlerin İslam adına dünyaya ne verip, ne veremedikleri ortadadır) o zaman, birtakım araştırmacıların, akademisyenlerin de İslam’ın başka diğer yönlerinin daha önceki uygarlıklardan, felsefelerden (inançlardan) etkilendiği veya onlardan alınan, alıntı yapılan şeyler oldukları, …vs gibisinden temelsiz, mantıksız, saçma sapan boş iddialarının da mı doğru olduklarını kabul edeceğiz? Hiç böyle bir şey olabilir mi?

 

 
 

Kenan Keskin
İstanbul - 13.10.2010
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com