Materyalistlere
göre,
“gözlemlenen, ölçümlenen tek gerçekliktir,
ölçümlenmeyen, gözlemlenmeyen şeyler ise yoktur ve
olamaz”
felsefesi asıl temel görüştür, bilimin kendi verileriyle
çürütüldüğü halde. O zaman, bu mantığa göre yüzyıllar
önce tespit edilemedikleri için mesela Kozmik
ışınlarının, X veya Gamma ışınlarının, Radyo
dalgalarının, …vs. yok olması gerekirdi. Oysa bunlar
keşfedildikleri sırada ortaya çıkmadıklarına göre böyle
bir şeyi söylemek, bu felsefenin, ne kadar saçmalık
boyutlarında olduğunu bize açıkça göstermektedir.
Bilimsel veri ve düşüncenin, mantığın bize açıkça
söylediği gerçek, gerek beyinden yayınlanan gerekse de
evren içinde mevcut bulunan, bugün için bilimin tespit
edemediği dalga boylarının varlığının söz konusu
olduğudur. Bu yüzden Materyalistler,
“ Frekanslar sonsuza uzanmasına rağmen, nasıl oluyor da
bu sonsuz dalga boyları içinde hiç denecek düzeyde kalan
“Maddesel Boyut” ve O boyut içinde tespit ettiğimiz
dalgaları, ışınlar, mevcut olabiliyor da, diğer sonsuz
boyut ve varlıklara ait dalgalar var olamıyor?” sorusuna
da hiçbir biçimde cevap verememektedirler.
Kuantum fiziğine göre madde, Materyalist Felsefenin
tamamen aksine, sadece algılamalarımız sonucunda var
sayılan, deneyimlediğimizde ortaya çıkan, bunları
gerçekleştirmediğimizde ise, hiç var olmamışçasına
yok olan bir şeydi. Duyularımız açısından bunu
irdelersek, gerçekte bizler dokunmuyor, görmüyor,
işitmiyor, tatmıyor, koklamıyoruz. Bunun yerine
sadece öyle olduğu hissi, zannı, algısı, …vs. bizlerde
oluşmaktadır. Mesela gözümüz, 4 bin ile 7 bin
Angtröm (1 A = 10 üssü (-10) m dir) arasındaki
Elektromanyetik (E-M) dalgalarını, kulağımız, 6 ile 16
bin Hertz frekansındaki hava basıncının oluşturduğu
Mekanik Dalgalarını, reseptörleri aracılığıyla alarak,
bunları bu sinir hücrelerinde iyonik dalgasal frekansına
dönüştürüp beyne iletmektedir. Bu anlam yüklü bilgiler,
yine iyonik dalgalardan oluşmuş beynin ilgili
bölümlerinde değerlendirilmek suretiyle beynin içinde
görüntü ve ses şeklinde açığa çıkmakta, daha doğrusu
bizler tarafından algılanmaktadır. Dokunma, tat, koku
olayı da aynı şekilde ilgili uyarıların yine ilgili
sinir hücrelerince beyine iletilmesi ve bu sefer
beyindeki sinir hücrelerince değerlendirilmesi sonucunda
oluşmaktadır (görme dışındaki duyumsamalar moleküler -
atomik boyutta işlev görseler de daha detaylı olayı
incelediğimizde sonuçta bunların da E-M
dalgalara dayandığı görülmektedir
(Bkz.
“Din – Bilim Soru Ve Cevapları - 3”
).
Bu nedenle beynimizde renk, koku, ışık, tat...
nesnelerin birebir görüntüsü, şekilleri, …vs. yoktur.
Var olan, sadece ve sadece tüm bunları var saydıran, her
biri bir mana ihtiva eden “frekansal data paketlerinin”
hareketselliğidir. Dolayısıyla bizler gerçekte,
tamamıyla zifiri karanlıklar içindeki beyin adını
verdiğimiz, enerji/bilgi yumağından oluşmuş bir yapı
içinde yaşamaktayız. Beyin, boyutsal derinliğe sahip
olması nedeniyle de her boyutuyla, o boyuta göre şekil
almış “enerji /datasal” bir yapıdadır. Böylece
bizler hiçbir şekilde dış dünyaya ulaşamıyor ve hiçbir
zamanda algılanan şeylerin gerçekte ne olup ne
olmadıklarını ya da ne şekilde var olduklarını
görememekteyiz.
Böylece tüm sevinçlerimiz, üzüntülerimiz, duygularımız,
görüp işittiğimiz tüm olaylar, somut- soyut tüm düşünce
ve fiillerimiz kısacası yaşantımız hep beynimiz içinde
olup bitmekte, hiçbir kimse diğer bir kimseye
ulaşamaksızın herkes kendi Dünyasında yaşamayı
sürdürmektedir. Bu arada üç boyutlu olarak gördüğümüz
tüm hareketler, tamamıyla beyindeki anlık fotoğrafların
art arda ortaya çıkmasından da başka bir şey değildir.
Beyinlerimizin dış dünyaya ait olan verileri
(maddesel evreni) birebir elektrik sinyalleri biçiminde
kopyalaması ya da taklit etmesi, daha işin başında
maddesel boyutta bile, dış dünyanın mevcut olmadığını
bize göstermektedir. Ayrıca beynin bu durumu,
bizlere daha ilginç ve derin imalarda bulunmaktadır.
Şöyle ki, buradaki örneklerle birlikte, “Kuantum
Potansiyelini” göz önüne aldığımızda, dış dünyanın
kendisi olmaksızın da tüm uzay-zaman (evrenler, Kâinat)
kısacası, dışımızdaki maddesel boyut ve yasaların
beynimizin içinde aynen oluşturulabildiği görülmektedir.
Tıpkı rüyalarda görüp yaşadıklarımızın, dışımızda var
olmayıp tamamıyla beynin içindeki işlevler sonucu açığa
çıkmaları gibi. Ancak burada çok önemli bir nokta,
beynimizin bu işlemi gerçekleştirdiğinde, beynin bu
boyutta kendisinin de maddesel (moleküler - atomik) yapı
ve işlevlerine sahip olduğunu düşünürsek, tüm bu
işlemin aslında beynin daha alt boyuttaki yapısı
tarafından gerçekleştirildiğini görmekteyiz.
Yani, maddesel beynimiz ve işlevleri, gerçekte daha
özdeki, daha doğrusu holografik özellikli yine bir tür
“dalgasal bilgi yüklü” boyut olan “Kuantum
Potansiyelindeki”, “data- enerji paketi” diyebileceğimiz
bir yapı olarak, diğer “dataları” deşifre eden bir
oluşumun boyutumuzdaki bir izdüşümüdür. Başka bir
deyişle beynimiz, “Kuantum Potansiyelindeki”
çözümleyicinin bu boyuttaki bir çıktısı (görüntüsüdür).
Bizler anne rahminden evvel, maddesel boyutta yokken O
boyutta “data” olarak mevcut oluşumuzun ötesinde, şu
anda bile o boyutta yaşamakta, fakat buna karşın bunu
fark edemeyerek maddesel boyutta yaşadığımızı
zannetmekteyiz. Her bir algılayıcı, “Kuantum
Potansiyelinin” aynı anda her yerinde bir girişim deseni
(bilgi- data- paketi) halinde mevcut olup, ancak
girişimindeki (programındaki) “datalar” kadar,
“dataları” deşifre edebilmekte (haliyle o boyutta
sınırlılık boyutsal anlamdadır), deşifre
edebildiklerimizle de maddesel kabul ettiğimiz ve içinde
çeşitli boyut ve yasaları olan evrende, daha doğrusu
evrenimizde, o anlamların (dataların) karşılığını
yaşamaktayız. Deşifre edemediğimiz “datasal
frekanslar” ise bizler için yok hükmünde olmaktadırlar,
sanki hiç var değilmişçesine (“sonsuz frekansal boyut”
temelde bu boyut için ifade edilir). Bu nedenle
madde olarak algıladığımız boyutun da (dış dünyanın da)
aslında “enerji ve data (bilgi)” ya da “data yüklü
enerji” olduğunu göz önüne aldığımızda, projekte eden
boyutun da (Kuantum Potansiyelinin de), projekte edilen
yani, madde ve diğer algılayanlarınca madde olarak
algılanan tüm boyutlar da tamamıyla “enerji/data”
yapılarından müteşekkil dalga hareketliliğinden başka
bir şey değildir.
Zaten Stringleri düşünürsek, üç boyutlu Striglerin, 4.
boyuttaki dalgalanmaları bildiğimiz maddesel evrenimiz
ve ona dayalı boyutları (kısacası bildiğimiz madde ve
enerjiyi) meydana getirirken, 6 yönlü içsel hareketi
(dalgalanması) ve bunun dalgalanmamışlık yönüyle de
“Kuantum Potansiyelini” oluşturmuyor muydu? (1)
Dolayısıyla evrene ne şekilde bakarsak bakalım hiçbir
şekilde madde diye bir şey olmadığından, sadece bir tür
algılama sonucu var olduğundan madde varsayımına dayalı
başta Materyalizm olmak üzere ilgili tüm Felsefeler
iflas etmiş, çökmüş olmaktadır.
Yine
“Kuantum Ve Mistisizm – (8)”
başta olmak üzere diğer ilgili yazılarımızda
değindiğimiz üzere, Materyalistler bir defa canlılık
kavramını da hiçbir biçimde açılayamamaktaydılar.
Açıklayamazlar, çünkü Canlılık kavramı, cansız olarak
görünen belli atomların belli bir dizilimiyle oluşan bir
şey değildir (NASA bilim adamlarının en son keşfi de
buna işaret etmektedir, bkz. Dip not) (2).
Keza Bilinç de böyledir. Dolayısıyla ister paralel
evrenler işin içine katılarak söylensin, isterse de
başka şekillerde fark etmez, bu kavramlar “ihtimaller
içinde bir ihtimali içeren olasılıklı bir durum”
değildir. Dolayısıyla bir şeyin Canlı ve Şuurlu
olması, daha Öz Boyutta mevcut olan “ Mutlak Candan –
Şuurdan” kaynaklanmaktadır. Gerçekte de insan varlığını
o boyuttan alır, topraktan değil. Kaldı ki, Canlılığın
devamı için, Materyalistlerin belirttiği o ilk basit bio-molekül
kompleksin (ki bu yine karmaşık bir hücre yapıdır),
dolayısıyla hücrelerin, beslenmesi (dışarıdan gerekli
molekülleri alması), belli Kimyasal dönüşümleri
gerçekleştirmesi (dolayısıyla ATP ile aldığı molekülleri
enerjiye dönüştürmesi), zararlı olanları bertaraf etmesi
(savunma mekanizması) ya da birtakım zararlı atıkların
(moleküllerin, kimyasalların) bünyeden atılması, her
şeyden önemlisi canlılığın nesiller boyu ilerlemesi
sebebiyle üremesi, …vs. gibi özellikler hep belli bir
amaca dönük şeyler olduğundan ve tüm bu şeyleri
oluştururken de moleküler yapılı kimyasal kodlardan
oluşan sembolik bir dil sistemini kullanması,
tamamıyla tesadüf kavramının kendisinin mevcut
olamayacağı bir Bilinçliliğe ait olan özelliklerdir.
Bedenin devamlı yenilenmesi nedeniyle, vücuda giren
cansız olarak nitelendirilen atomların, canlı bir
niteliği kazanmakla kalmayıp bir de daha önceki
atomların ne yaptığını bilerek hareket etmesi de,
temeldeki bu “Mutlak Bilinç” dolayısıyladır. Ayrıca,
“Ben Bilincine” sahip olma, soyut düşünme, kavrama,
anlama, analiz yapma, sonuç çıkarma, belli bir amaç
doğrultusunda karar verip uygulama, sanat ve bilim
yapma, …vs. maddenin bir ürünü olamaz. Çünkü
Maddeden, ancak Madde doğar, soyut kavramlar oluşamaz,
üretilemez. Materyalistler bu noktaları da hep göz ardı
etmektedirler.
Bu ana noktaları bir an için düşünmesek bile,
Evrimin birçok aşamasında Bilincin açık belirtileri yine
net bir biçimde görülmektedir. Çünkü Evrim olayı
incelendiğinde tıpkı Evrenin kendisinde olduğu gibi,
Evrimin de her aşamasının çok ince hassas bir dengeye
dayandığını hayretle görmekteyiz. Mesela,
Mutasyonların çok çok büyük çoğunlukla zararlı olduğu,
canlılar için yararlı dönüşümleri oluşturamayacağı
(sistemin tamamıyla bu eğilimde olduğu) bilimsel olarak
kesinlikle bilinmektedir. Kaldı ki, bu Mutasyonların
sayısız kez olduğunu da göz önüne alırsak her defasında
bu durumun kendiliğinden oluşmasının imkansızlıkla
eşdeğer olduğunu rahatlıkla görebilmekteyiz. Bu sebeple
hücrelerdeki faydalı dönüşümler- değişimler yani, çok
uzun vadedeki bu imkansız şeylerin bir araya gelmesiyle
oluşan evrimin, ancak ve ancak temeldeki bir “Mutlak
Bilinç” tarafından belli sistemler içinde
gerçekleştirildiği, zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır.
Evrende tesadüfi oluşumların var olduğunu söyleyenlere
en büyük darbelerden biri de “Moleküler Boyutun”
ayrıntılı bir biçimde ortaya çıkartılması olmuştur
(Materyalistleri diz çöktüren ve o veya bu şekilde ama
temelde inanç sahibi olmalarını sağlayan etmenlerin
başında bu durum gelmektedir). Çünkü daha önceleri
Canlılığı (yaşamı) oluşturan sistemler yani, kimyasal
dönüşümlerin karmaşıklığı (kompleks oluşu), ihtişamlığı
ve bundaki sistem ve düzen bilinemiyordu. Varlığın,
gerçekte olasılık kavramıyla bir ilgisinin bulunmadığını
göz önüne almadığımızda dahi, matematiksel olarak
imkansızlıkla eşdeğer sayıların bile, böyle bir şeyin
meydana gelmesi ihtimalinin yanında hiç kaldığını
görmekteyiz. Bugün çok çok nadir olsa da bazı
hayvanlarda büyük oranda dönüşümlerin olmaması, yukarıda
belirttiğimiz faydalı mutasyonların ardı arda sayısız
kez bir araya gelmesi, tüm tarihi katmanlardaki
fosillerde ara geçiş formlarının bulunamaması (oysa
materyalistlerin dediği gibi olsaydı, canlılarda yarı
veya kısmi gelişmiş organların olması gerekirdi ki,
böylesi aşamalar da mevcut değildir. Üstelik böylesi bir
durum, canlı yaşamına da izin veremezdi), haliyle bir
türden diğer bir türe dönüşümlerin ispatlanamaması,
Canlıların belli bir dönemde bir anda ortaya
çıktıklarının görülmesi, Varlıkların her defasında bir
anda dönüşüme uğradıklarını ve Evrimde
Materyalistlerin (Darwinci Evrimcilerin) açıklayamadığı
farklı bir Mekanizmanın (Sistemin) varlığını ortaya
çıkartmaktadır (3). Mistisizm, bu oluşumu,
her an varlığı etkisi altında tutan “Meleki Etkiler”
olarak ifade etmektedir
(bkz.
“Dalgalar Ve Özellikleri - 5”
). Sonuç olarak Evrimde, “Mutlak Bilinç” ve “Ona ait
olan Kuvvelerin” Özden gelen bir biçimde varlıkları
etkilediği ve her an da etkilemekte olduğu açıkça
görülmektedir
(bkz. Darwin Ve Evrim Teorisi – Ahmed Fevzi Yüksel ).
Burada önemli bir nokta da, Canlıların dönemsel olarak
bir anda dönüşüme uğramalarının, Teistlerin Kutsal
Kitaplarda mecazen söylenmiş sözleri gerçek olarak kabul
etmeleri sonucu dillendirdikleri gibi, yeryüzündeki
yaşamın ilk başta bir anda ortaya çıktığı ya da o durumu
kast ettiği anlamında değildir. Burası yanlış
anlaşılmasın. Teistlerin (bütün Teistleri kast
ediyorum), hiçlikteki bir Tanrının (?), yeryüzünde
bilinmez, sistemsiz bir biçimde yaşamı bir anda
yaratmasının bilimsel, mantıksal hiçbir temeli, dayanağı
yoktur. Aynı şekilde, bazı Teistlerin bunu bilimsel
bir düşünce ile açıklamaya çalışmalarının da
bilimsel, mantıksal, deneysel, gözlemsel geçerliliği
yoktur. Zaten bilimsel olarak da hiçbir şekilde
kanıtlayamamışlardır. Kanıtlanacak gibi de değildir.
Müslüman Teistler ise, bu konuda Kur’an’dan da asla
onay alamazlar. Açıklamaları ise, sadece, tamamıyla
hayal ürününden, bilimselliğe dayanmayan kişisel
zanlarını Kur’an’a dayandırmalarından başka bir şey
değildir.
“Allah’ ın Sünetullahında (Sistem Ve Düzeninde) asla
değişiklik olmaz”
ayeti başta olmak üzere birçok ayete göre de, Sistemde
hokkabaz değneğine asla yer yoktur (bu konuyu
“Yerler, Gökler Ve Kıyamet – 6”
da detaylarıyla açıklamıştık). Bu nedenle, nasıl ki
Darwinci Evrim anlayışıyla, Akıllı tasarıma dayalı Evrim
anlayışı birbirinden farklıysa, Bilimsel temelleri olan
Evrime dayalı Akıllı tasarım olayıyla, Teizme ve haliyle
hayallere, var kabullere dayalı Akıllı tasarım
düşüncesini de birbiriyle karıştırmamak gerekir (bu
konuyu “” yazımızda detayıyla değinmiştik). Ayrıca Hz.
Adem olayını Ahmed Hulusi’ye ait
“Tek’in Seyri”, “Akıl Ve İman” ve “İnsan Ve Sırları – 2”
kitaplarından detaylı olarak okuyabilirsiniz (evrimde
Tanrı’nın payı olduğunu söyleyen Teistler ise, “Tanrılık
Kavramını” bir daha gözden geçirmek durumundadırlar).
Yine bugüne kadar, Bilincin Maddenin bir ürünü olduğuna,
nasıl ve ne şekildeki bir mekanizmayla oluştuğuna dair
hiçbir Materyalist, kesin bir ispat ortaya koyamadığı
gibi, bundan da hep uzak durmuş, bu durumu görmezden
gelmeye çalışmış, hâlâ çalışmaktadırlar da. Buna karşın,
söylemleri her zamanki gibi sanki halledilmiş,
sonuçlandırılmış şeklinde bir havayla adeta insanları
aldatmaya dönük olmaktadır. Materyalistler ellerinde
hiçbir bilimsel kanıt, deney olmamasına rağmen, Şuurun,
beyinden (maddeden) kaynaklanmasının sebebi olarak,
Beynin travma esnasında ya da beyne yeterli derecede
Oksijen gitmemesi durumunda geçici veya uzun süreli
sekteye uğramasını, çeşitli nedenlerden ötürü bunun
hafıza kaybına neden olmasını, …vs. örnek olarak
göstermektedirler. Oysa bu durum Şuurla, beynin
bağlantılı olduğunu göstermektedir, Şuurun kaynağının
beyin (madde) olduğu değil. Bunu şöyle bir örnekle
açıklayabiliriz: Nasıl ki televizyon yayınlarını bize
gösteren TV’ nin, kısmi veya tam bozulması esnasında
görüntü ve sesin bozuk, kesikli, parazitli veya tamamen
kaybolmasına karşın, o yayın hâlâ eksiksiz bir biçimde
devam ediyorsa (o yayın mevcutsa), aynı şekilde Şuur
da, beynin bir ürünü olmayıp sadece Şuurun boyutumuzda
açığa çıkışı için aracılık eden bir yapı olmaktadır.
Zaten bilinç, beynin bir ürünü olmadığı içindir ki,
beyin sapında aynı tür sinir hücreleri ve sinir sistemi
bulunmasına karşın, bu bölümde, ana beyindeki gibi bir
Şuur oluşumu, üretimi meydana gelmemektedir. Oysa
Şuurun, beyin tarafından değil, bunun tam aksine,
çeşitli nedenlerden ötürü kendiliğinden oluşan ya da
bilim adamlarınca incelenen sayısız Beden Dışı
Deneyimlerle (BDD), Şuurun beyinden bağımsız olarak var
olduğu, haliyle Şuurun beyne yüklendiği kesin olarak
ispatlanmıştır. Bunun dışında ölümün kıyısından
dönenlerin yaşadığı Ölüme Yakın Deneyimler (ÖYD) ile
diğer metafiziksel deney ve deneyimler, aynı sonuçları
göstermiştir ki, bununla ilgili bir çok olayı ilgili
makalelerimizde detaylarıyla açıklamıştık. Zaten Kuantum
Fiziğine göre, Madde ve ona dayalı Enerjinin
mevcut olmadığını, her şeyin temelde “Bilgiden (Data
dan)” yani, “Bilinçten” ibaret olduğunu, “Madde ve ona
bağlı Enerjinin”, “Mutlak Bilincin indinde” hayali bir
imajdan yada “Data’sal Boyut” içinde yine bir “datasal
boyuttan” başka bir şey olmadı ifade edilmiyor muydu?.
Dolayısıyla Canlılığın – Şuurluluğun kaynağı,
“Kuantum Potansiyeli Boyutuna” dayanır. Çünkü Allah,
Hayy’ dır, Alim’ dir.
Kısacası Madde, hiçbir zaman mevcut olmadığından,
olamayacağından, Maddenin, Canlılık, Şuurluluk diye bir
şeyi meydana getirmesinden de asla bahsedilemez.
(Yararlanılan Kaynaklar: Akıl Ve İman, İnsan Ve
Din, Evrensel Sırlar, Yenilen – Ahmed Hulusi /
Darwin Ve Evrim Teorisi / Adım, Adım Homo Sapiens’e /
İnsanın Ardındaki Mutasyon - Ahmet Fevzi Yüksel /
Kozmik Oyun –
Prf. Dr. Stanislav Groff )
(1)
Bugün ciddi kitaplarda ve belgesellerde “String” için
“temel madde” ifadesi kullanılmaktadır. Ancak bu
tamamıyla yanlış bir ifadedir. Bu ifadelerden kimi,
çeviri hatasından, kimi, dil sürçmesinden, kimi, konunun
anlaşıldığı düşünülerek detaylı söylemeye gerek
duyulmamasından, kimi ise, kasıtlı olarak
kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Oysa “String”, temel
yapı olmasına karşın, kesinlikle “temel madde”
değildir, olamaz da. Çünkü temel taneciklerin kütle,
yük, spin, …vs gibi özellikleri, “belli dalgasal
enerji kalıpları biçiminde” ifade edildiklerinden,
taneciğin maddeselliğinden bahsedilmesi imkansız
olmaktadır.
(2)
NASA yetkilileri, yaşamsal öneme sahip protein, DNA ve
yağın oluşumu için gerekli olan temel altı elementin
yani, Karbon, Oksijen, Hidrojen, Nitrojen (Azot), Fosfor
ve Sülfürün (Kükürt’ün), yaşamın oluşumu ve gelişi için
artık temel unsurlar olmaktan çıktıklarını açıkladılar.
Çünkü yeni bulunan bir bakteri türünün, canlılar için
büyük bir zehir teşkil eden Arsenik içinde hayatta
kalabildiği gibi, bu atomu, Hücre ve DNA sına da katarak
yaşamını sürdürmektedir (Hücre içinde ATP çevriminde,
DNA’sında ise, fosforun yerine bu elementi
kullanmaktadır). Yetkililer, aynı zamanda bu durumun,
yaşamın yeniden tanımlanması gerektirdiği de
belirtmektedirler.
Oysa bu olay, Darwinci evrimcilerin anlayışına göre
yaşamın, canlılığın ne olduğunu, nasıl oluştuğunu
bize açıklamamaktadır. Ancak tam tersine “Mutlak bir
Bilincin” varlığını açıkça bizlere göstermektedir.
Çünkü, eğer bütün canlılar için zehirli olan bir
elementten canlılık oluşabiliyorsa, farklı atom ve
bio-kimyasal işlevlerle de canlılık meydana
gelebiliyormuş demektir. Bu da Canlılığın,
Canlılık - Şuurluluk kavramının elementlerle kayıtlı
olmadığının açık göstergesidir.
(3)
Darwin’in görüşlerini temel alan Ateistler (Darwinci
Evrimciler), gökte, ötelerde bir Tanrının ve Onun
yarattığı sistemin var olmadığını, olamayacağını çok net
olarak gördüler. Ancak ortada olan muazzam “Sistem ve
Düzen” ile bunun özünde mevcut olan “Hakikati”
görememekte ve yazılarımızda değindiğimiz üzere bununla
ilgili konulara açıklık getirememektedirler. Ayrı bir
deyişle “La İlahe” yi dillendiriyorlar ama
“İllallah” diyememektedirler. Dolayısıyla Kelimei
Şahadeti dillendirememektedirler. Bu nedenle bazı bilim
adamları ise, temelde “Mutlak bir Bilincin” var
olması gerektiğini zorunlu olarak gördüklerinden,
tüm var oluştaki sistem ve düzeni “Akıllı Tasarım” adı
altında açıklamaktadırlar. Ancak bu görüş de yeni
keşfedilmiş bir görüş olmayıp, yüzyıllar öncesinden
Kuran ve Mistisizm tarafından açıklanmış gerçeklerden
başka bir şey değildir. Dolayısıyla “Akıllı Tasarım”
denilen şey gerçekte, “Fatır” olan Allah’ın İlminde tüm
Kâinata ait olan Dataları (Esma bileşenlerini,
gruplarını) ve işletim sistemini, belli bir program
şeklinde var etmesi, yaratmasıdır. |