Kuantum ve
Din – 5

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

 

Materyalistlere göre, “gözlemlenen, ölçümlenen tek gerçekliktir, ölçümlenmeyen, gözlemlenmeyen şeyler ise yoktur ve olamaz” felsefesi asıl temel görüştür, bilimin kendi verileriyle çürütüldüğü halde. O zaman, bu mantığa göre yüzyıllar önce tespit edilemedikleri için mesela Kozmik ışınlarının, X veya Gamma ışınlarının, Radyo dalgalarının, …vs. yok olması gerekirdi. Oysa bunlar keşfedildikleri sırada ortaya çıkmadıklarına göre böyle bir şeyi söylemek, bu felsefenin, ne kadar saçmalık boyutlarında olduğunu bize açıkça göstermektedir. Bilimsel veri ve düşüncenin, mantığın bize açıkça söylediği gerçek, gerek beyinden yayınlanan gerekse de evren içinde mevcut bulunan, bugün için bilimin tespit edemediği dalga boylarının varlığının söz konusu olduğudur. Bu yüzden Materyalistler, “ Frekanslar sonsuza uzanmasına rağmen, nasıl oluyor da bu sonsuz dalga boyları içinde hiç denecek düzeyde kalan “Maddesel Boyut” ve O boyut içinde tespit ettiğimiz dalgaları, ışınlar, mevcut olabiliyor da, diğer sonsuz boyut ve varlıklara ait dalgalar var olamıyor?”  sorusuna da hiçbir biçimde cevap verememektedirler.

Kuantum fiziğine göre madde, Materyalist Felsefenin tamamen aksine, sadece algılamalarımız sonucunda var sayılan, deneyimlediğimizde ortaya çıkan, bunları gerçekleştirmediğimizde ise, hiç var olmamışçasına yok olan bir şeydi. Duyularımız açısından bunu irdelersek, gerçekte bizler dokunmuyor, görmüyor, işitmiyor, tatmıyor, koklamıyoruz. Bunun yerine sadece öyle olduğu hissi, zannı, algısı, …vs. bizlerde oluşmaktadır. Mesela gözümüz, 4 bin ile 7 bin Angtröm (1 A = 10 üssü (-10) m dir) arasındaki Elektromanyetik (E-M) dalgalarını, kulağımız, 6 ile 16 bin Hertz frekansındaki hava basıncının oluşturduğu Mekanik Dalgalarını, reseptörleri aracılığıyla alarak,  bunları bu sinir hücrelerinde iyonik dalgasal frekansına dönüştürüp beyne iletmektedir. Bu anlam yüklü bilgiler, yine iyonik dalgalardan oluşmuş beynin ilgili bölümlerinde değerlendirilmek suretiyle beynin içinde görüntü ve ses şeklinde açığa çıkmakta, daha doğrusu bizler tarafından algılanmaktadır. Dokunma, tat, koku olayı da aynı şekilde ilgili uyarıların yine ilgili sinir hücrelerince beyine iletilmesi ve bu sefer beyindeki sinir hücrelerince değerlendirilmesi sonucunda oluşmaktadır (görme dışındaki duyumsamalar moleküler - atomik boyutta işlev görseler de daha detaylı olayı incelediğimizde sonuçta bunların da E-M dalgalara dayandığı görülmektedir (Bkz. “Din – Bilim Soru Ve Cevapları - 3” ). Bu nedenle beynimizde renk, koku, ışık, tat... nesnelerin birebir görüntüsü, şekilleri, …vs. yoktur. Var olan, sadece ve sadece tüm bunları var saydıran, her biri bir mana ihtiva eden “frekansal data paketlerinin” hareketselliğidir. Dolayısıyla bizler gerçekte, tamamıyla zifiri karanlıklar içindeki beyin adını verdiğimiz, enerji/bilgi yumağından oluşmuş bir yapı içinde yaşamaktayız. Beyin, boyutsal derinliğe sahip olması nedeniyle de her boyutuyla, o boyuta göre şekil almış “enerji /datasal” bir yapıdadır. Böylece bizler hiçbir şekilde dış dünyaya ulaşamıyor ve hiçbir zamanda algılanan şeylerin gerçekte ne olup ne olmadıklarını ya da ne şekilde var olduklarını görememekteyiz.

Böylece tüm sevinçlerimiz, üzüntülerimiz, duygularımız, görüp işittiğimiz tüm olaylar, somut- soyut tüm düşünce ve fiillerimiz kısacası yaşantımız hep beynimiz içinde olup bitmekte, hiçbir kimse diğer bir kimseye ulaşamaksızın herkes kendi Dünyasında yaşamayı sürdürmektedir. Bu arada üç boyutlu olarak gördüğümüz tüm hareketler, tamamıyla beyindeki anlık fotoğrafların art arda ortaya çıkmasından da başka bir şey değildir. Beyinlerimizin dış dünyaya ait olan verileri (maddesel evreni) birebir elektrik sinyalleri biçiminde kopyalaması ya da taklit etmesi, daha işin başında maddesel boyutta bile, dış dünyanın mevcut olmadığını bize göstermektedir. Ayrıca beynin bu durumu, bizlere daha ilginç ve derin imalarda bulunmaktadır. Şöyle ki, buradaki örneklerle birlikte, “Kuantum Potansiyelini” göz önüne aldığımızda, dış dünyanın kendisi olmaksızın da tüm uzay-zaman (evrenler, Kâinat) kısacası, dışımızdaki maddesel boyut ve yasaların beynimizin içinde aynen oluşturulabildiği görülmektedir. Tıpkı rüyalarda görüp yaşadıklarımızın, dışımızda var olmayıp tamamıyla beynin içindeki işlevler sonucu açığa çıkmaları gibi. Ancak burada çok önemli bir nokta, beynimizin bu işlemi gerçekleştirdiğinde, beynin bu boyutta kendisinin de maddesel (moleküler - atomik) yapı ve işlevlerine sahip olduğunu düşünürsek, tüm bu işlemin aslında beynin daha alt boyuttaki yapısı tarafından gerçekleştirildiğini görmekteyiz.

Yani, maddesel beynimiz ve işlevleri, gerçekte daha özdeki, daha doğrusu holografik özellikli yine bir tür “dalgasal bilgi yüklü” boyut olan “Kuantum Potansiyelindeki”, “data- enerji paketi” diyebileceğimiz bir yapı olarak, diğer “dataları” deşifre eden bir oluşumun boyutumuzdaki bir izdüşümüdür. Başka bir deyişle beynimiz, “Kuantum Potansiyelindeki” çözümleyicinin bu boyuttaki bir çıktısı (görüntüsüdür). Bizler anne rahminden evvel, maddesel boyutta yokken O boyutta “data” olarak mevcut oluşumuzun ötesinde, şu anda bile o boyutta yaşamakta, fakat buna karşın bunu fark edemeyerek maddesel boyutta yaşadığımızı zannetmekteyiz. Her bir algılayıcı, “Kuantum Potansiyelinin” aynı anda her yerinde bir girişim deseni (bilgi- data- paketi) halinde mevcut olup, ancak girişimindeki (programındaki) “datalar” kadar, “dataları” deşifre edebilmekte (haliyle o boyutta sınırlılık boyutsal anlamdadır), deşifre edebildiklerimizle de maddesel kabul ettiğimiz ve içinde çeşitli boyut ve yasaları olan evrende, daha doğrusu evrenimizde, o anlamların (dataların) karşılığını yaşamaktayız. Deşifre edemediğimiz “datasal frekanslar” ise bizler için yok hükmünde olmaktadırlar, sanki hiç var değilmişçesine (“sonsuz frekansal boyut” temelde bu boyut için ifade edilir). Bu nedenle madde olarak algıladığımız boyutun da (dış dünyanın da) aslında “enerji ve data (bilgi)” ya da “data yüklü enerji” olduğunu göz önüne aldığımızda, projekte eden boyutun da (Kuantum Potansiyelinin de), projekte edilen yani, madde ve diğer algılayanlarınca madde olarak algılanan tüm boyutlar da tamamıyla “enerji/data” yapılarından müteşekkil dalga hareketliliğinden başka bir şey değildir.

Zaten Stringleri düşünürsek, üç boyutlu Striglerin, 4. boyuttaki dalgalanmaları bildiğimiz maddesel evrenimiz ve ona dayalı boyutları (kısacası bildiğimiz madde ve enerjiyi) meydana getirirken, 6 yönlü içsel hareketi (dalgalanması) ve bunun dalgalanmamışlık yönüyle de “Kuantum Potansiyelini” oluşturmuyor muydu? (1) Dolayısıyla evrene ne şekilde bakarsak bakalım hiçbir şekilde madde diye bir şey olmadığından, sadece bir tür algılama sonucu var olduğundan madde varsayımına dayalı başta Materyalizm olmak üzere ilgili tüm Felsefeler iflas etmiş, çökmüş olmaktadır.

Yine “Kuantum Ve Mistisizm – (8)” başta olmak üzere diğer ilgili yazılarımızda değindiğimiz üzere, Materyalistler bir defa canlılık kavramını da hiçbir biçimde açılayamamaktaydılar. Açıklayamazlar, çünkü Canlılık kavramı, cansız olarak görünen belli atomların belli bir dizilimiyle oluşan bir şey değildir (NASA bilim adamlarının en son keşfi de buna işaret etmektedir, bkz. Dip not) (2). Keza Bilinç de böyledir. Dolayısıyla ister paralel evrenler işin içine katılarak söylensin, isterse de başka şekillerde fark etmez, bu kavramlar “ihtimaller içinde bir ihtimali içeren olasılıklı bir durum” değildir. Dolayısıyla bir şeyin Canlı ve Şuurlu olması, daha Öz Boyutta mevcut olan “ Mutlak Candan – Şuurdan” kaynaklanmaktadır. Gerçekte de insan varlığını o boyuttan alır, topraktan değil. Kaldı ki, Canlılığın devamı için, Materyalistlerin belirttiği o ilk basit bio-molekül kompleksin (ki bu yine karmaşık bir hücre yapıdır), dolayısıyla hücrelerin, beslenmesi (dışarıdan gerekli molekülleri alması), belli Kimyasal dönüşümleri gerçekleştirmesi (dolayısıyla ATP ile aldığı molekülleri enerjiye dönüştürmesi), zararlı olanları bertaraf etmesi (savunma mekanizması) ya da birtakım  zararlı atıkların (moleküllerin, kimyasalların) bünyeden atılması, her şeyden önemlisi canlılığın nesiller boyu ilerlemesi sebebiyle üremesi, …vs. gibi özellikler hep belli bir amaca dönük şeyler olduğundan ve tüm bu şeyleri oluştururken de moleküler yapılı kimyasal kodlardan oluşan sembolik bir dil sistemini kullanması, tamamıyla tesadüf kavramının kendisinin mevcut olamayacağı bir Bilinçliliğe ait olan özelliklerdir. Bedenin devamlı yenilenmesi nedeniyle, vücuda giren cansız olarak nitelendirilen atomların, canlı bir niteliği kazanmakla kalmayıp bir de daha önceki atomların ne yaptığını bilerek hareket etmesi de, temeldeki bu “Mutlak Bilinç” dolayısıyladır. Ayrıca, “Ben Bilincine” sahip olma, soyut düşünme, kavrama, anlama, analiz yapma, sonuç çıkarma, belli bir amaç doğrultusunda karar verip uygulama, sanat ve bilim yapma, …vs. maddenin bir ürünü olamaz. Çünkü Maddeden, ancak Madde doğar, soyut kavramlar oluşamaz, üretilemez. Materyalistler bu noktaları da hep göz ardı etmektedirler.

Bu ana noktaları bir an için düşünmesek bile, Evrimin birçok aşamasında Bilincin açık belirtileri yine net bir biçimde görülmektedir. Çünkü Evrim olayı incelendiğinde tıpkı Evrenin kendisinde olduğu gibi, Evrimin de her aşamasının çok ince hassas bir dengeye dayandığını hayretle görmekteyiz. Mesela, Mutasyonların çok çok büyük çoğunlukla zararlı olduğu, canlılar için yararlı dönüşümleri oluşturamayacağı (sistemin tamamıyla bu eğilimde olduğu) bilimsel olarak kesinlikle bilinmektedir. Kaldı ki, bu Mutasyonların sayısız kez olduğunu da göz önüne alırsak her defasında bu durumun kendiliğinden oluşmasının imkansızlıkla eşdeğer olduğunu rahatlıkla görebilmekteyiz. Bu sebeple hücrelerdeki faydalı dönüşümler- değişimler yani, çok uzun vadedeki bu imkansız şeylerin bir araya gelmesiyle oluşan evrimin, ancak ve ancak temeldeki bir “Mutlak Bilinç” tarafından belli sistemler içinde gerçekleştirildiği, zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır.

Evrende tesadüfi oluşumların var olduğunu söyleyenlere en büyük darbelerden biri de “Moleküler Boyutun” ayrıntılı bir biçimde ortaya çıkartılması olmuştur (Materyalistleri diz çöktüren ve o veya bu şekilde ama temelde inanç sahibi olmalarını sağlayan etmenlerin başında bu durum gelmektedir). Çünkü daha önceleri Canlılığı (yaşamı) oluşturan sistemler yani, kimyasal dönüşümlerin karmaşıklığı (kompleks oluşu), ihtişamlığı ve bundaki sistem ve düzen bilinemiyordu. Varlığın, gerçekte olasılık kavramıyla bir ilgisinin bulunmadığını göz önüne almadığımızda dahi, matematiksel olarak imkansızlıkla eşdeğer sayıların bile, böyle bir şeyin meydana gelmesi ihtimalinin yanında hiç kaldığını görmekteyiz. Bugün çok çok nadir olsa da bazı hayvanlarda büyük oranda dönüşümlerin olmaması, yukarıda belirttiğimiz faydalı mutasyonların ardı arda sayısız kez bir araya gelmesi, tüm tarihi katmanlardaki fosillerde ara geçiş formlarının bulunamaması (oysa materyalistlerin dediği gibi olsaydı, canlılarda yarı veya kısmi gelişmiş organların olması gerekirdi ki, böylesi aşamalar da mevcut değildir. Üstelik böylesi bir durum, canlı yaşamına da izin veremezdi), haliyle bir türden diğer bir türe dönüşümlerin ispatlanamaması, Canlıların belli bir dönemde bir anda ortaya çıktıklarının görülmesi, Varlıkların her defasında bir anda dönüşüme uğradıklarını ve Evrimde Materyalistlerin (Darwinci Evrimcilerin) açıklayamadığı farklı bir Mekanizmanın (Sistemin) varlığını ortaya çıkartmaktadır (3). Mistisizm, bu oluşumu, her an varlığı etkisi altında tutan “Meleki Etkiler” olarak ifade etmektedir (bkz. “Dalgalar Ve Özellikleri - 5” ). Sonuç olarak Evrimde, “Mutlak Bilinç” ve “Ona ait olan Kuvvelerin” Özden gelen bir biçimde varlıkları etkilediği ve her an da etkilemekte olduğu açıkça görülmektedir (bkz. Darwin Ve Evrim Teorisi – Ahmed Fevzi Yüksel ).

Burada önemli bir nokta da, Canlıların dönemsel olarak bir anda dönüşüme uğramalarının, Teistlerin Kutsal Kitaplarda mecazen söylenmiş sözleri gerçek olarak kabul etmeleri sonucu dillendirdikleri gibi, yeryüzündeki yaşamın ilk başta bir anda ortaya çıktığı ya da o durumu kast ettiği anlamında değildir. Burası yanlış anlaşılmasın. Teistlerin (bütün Teistleri kast ediyorum), hiçlikteki bir Tanrının (?), yeryüzünde bilinmez, sistemsiz bir biçimde yaşamı bir anda yaratmasının bilimsel, mantıksal hiçbir temeli, dayanağı yoktur. Aynı şekilde, bazı Teistlerin bunu bilimsel bir düşünce ile açıklamaya çalışmalarının da bilimsel, mantıksal, deneysel, gözlemsel geçerliliği yoktur. Zaten bilimsel olarak da hiçbir şekilde kanıtlayamamışlardır. Kanıtlanacak gibi de değildir. Müslüman Teistler ise, bu konuda Kur’an’dan da asla onay alamazlar. Açıklamaları ise, sadece, tamamıyla hayal ürününden, bilimselliğe dayanmayan kişisel zanlarını Kur’an’a dayandırmalarından başka bir şey değildir. “Allah’ ın Sünetullahında (Sistem Ve Düzeninde) asla değişiklik olmaz” ayeti başta olmak üzere birçok ayete göre de, Sistemde hokkabaz değneğine asla yer yoktur (bu konuyu “Yerler, Gökler Ve Kıyamet – 6” da detaylarıyla açıklamıştık). Bu nedenle, nasıl ki Darwinci Evrim anlayışıyla, Akıllı tasarıma dayalı Evrim anlayışı birbirinden farklıysa, Bilimsel temelleri olan Evrime dayalı Akıllı tasarım olayıyla, Teizme ve haliyle hayallere, var kabullere dayalı Akıllı tasarım düşüncesini de birbiriyle karıştırmamak gerekir (bu konuyu “” yazımızda detayıyla değinmiştik). Ayrıca Hz. Adem olayını Ahmed Hulusi’ye ait  “Tek’in Seyri”, “Akıl Ve İman” ve “İnsan Ve Sırları – 2” kitaplarından detaylı olarak okuyabilirsiniz (evrimde Tanrı’nın payı olduğunu söyleyen Teistler ise, “Tanrılık Kavramını” bir daha gözden geçirmek durumundadırlar).

Yine bugüne kadar, Bilincin Maddenin bir ürünü olduğuna, nasıl ve ne şekildeki bir mekanizmayla oluştuğuna dair hiçbir Materyalist, kesin bir ispat ortaya koyamadığı gibi, bundan da hep uzak durmuş, bu durumu görmezden gelmeye çalışmış, hâlâ çalışmaktadırlar da. Buna karşın, söylemleri her zamanki gibi sanki halledilmiş, sonuçlandırılmış şeklinde bir havayla adeta insanları aldatmaya dönük olmaktadır. Materyalistler ellerinde hiçbir bilimsel kanıt, deney olmamasına rağmen, Şuurun, beyinden (maddeden) kaynaklanmasının sebebi olarak, Beynin travma esnasında ya da beyne yeterli derecede Oksijen gitmemesi durumunda geçici veya uzun süreli sekteye uğramasını, çeşitli nedenlerden ötürü bunun hafıza kaybına neden olmasını, …vs. örnek olarak göstermektedirler. Oysa bu durum Şuurla, beynin bağlantılı olduğunu göstermektedir, Şuurun kaynağının beyin (madde) olduğu değil. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Nasıl ki televizyon yayınlarını bize gösteren TV’ nin, kısmi veya tam bozulması esnasında görüntü ve sesin bozuk, kesikli, parazitli veya tamamen kaybolmasına karşın, o yayın hâlâ eksiksiz bir biçimde devam ediyorsa (o yayın mevcutsa), aynı şekilde Şuur da, beynin bir ürünü olmayıp sadece Şuurun boyutumuzda açığa çıkışı için aracılık eden bir yapı olmaktadır. Zaten bilinç, beynin bir ürünü olmadığı içindir ki, beyin sapında aynı tür sinir hücreleri ve sinir sistemi bulunmasına karşın, bu bölümde, ana beyindeki gibi bir Şuur oluşumu, üretimi meydana gelmemektedir. Oysa Şuurun, beyin tarafından değil, bunun tam aksine, çeşitli nedenlerden ötürü kendiliğinden oluşan ya da bilim adamlarınca incelenen sayısız Beden Dışı Deneyimlerle (BDD), Şuurun beyinden bağımsız olarak var olduğu, haliyle Şuurun beyne yüklendiği kesin olarak ispatlanmıştır. Bunun dışında ölümün kıyısından dönenlerin yaşadığı Ölüme Yakın Deneyimler (ÖYD) ile diğer metafiziksel deney ve deneyimler, aynı sonuçları göstermiştir ki, bununla ilgili bir çok olayı ilgili makalelerimizde detaylarıyla açıklamıştık. Zaten Kuantum Fiziğine göre, Madde ve ona dayalı Enerjinin mevcut olmadığını, her şeyin temelde “Bilgiden (Data dan)” yani, “Bilinçten” ibaret olduğunu, “Madde ve ona bağlı Enerjinin”, “Mutlak Bilincin indinde” hayali bir imajdan yada “Data’sal Boyut” içinde yine bir “datasal boyuttan” başka bir şey olmadı ifade edilmiyor muydu?. Dolayısıyla Canlılığın – Şuurluluğun kaynağı, “Kuantum Potansiyeli Boyutuna” dayanır. Çünkü Allah, Hayy’ dır, Alim’ dir.

Kısacası Madde, hiçbir zaman mevcut olmadığından, olamayacağından, Maddenin, Canlılık, Şuurluluk diye bir şeyi meydana getirmesinden de asla bahsedilemez.

(Yararlanılan Kaynaklar: Akıl Ve İman, İnsan Ve Din, Evrensel Sırlar, Yenilen – Ahmed Hulusi / Darwin Ve Evrim Teorisi / Adım, Adım Homo Sapiens’e / İnsanın Ardındaki Mutasyon - Ahmet Fevzi Yüksel / Kozmik Oyun – Prf. Dr. Stanislav Groff )

(1) Bugün ciddi kitaplarda ve belgesellerde “String” için “temel madde” ifadesi kullanılmaktadır. Ancak bu tamamıyla yanlış bir ifadedir. Bu ifadelerden kimi, çeviri hatasından, kimi, dil sürçmesinden, kimi, konunun anlaşıldığı düşünülerek detaylı söylemeye gerek duyulmamasından, kimi ise, kasıtlı olarak kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Oysa “String”, temel yapı olmasına karşın, kesinlikle “temel madde” değildir, olamaz da. Çünkü temel taneciklerin kütle, yük, spin, …vs gibi özellikleri, “belli dalgasal enerji kalıpları biçiminde” ifade edildiklerinden, taneciğin maddeselliğinden bahsedilmesi imkansız olmaktadır.

(2) NASA yetkilileri, yaşamsal öneme sahip protein, DNA ve yağın oluşumu için gerekli olan temel altı elementin yani, Karbon, Oksijen, Hidrojen, Nitrojen (Azot), Fosfor ve Sülfürün (Kükürt’ün), yaşamın oluşumu ve gelişi için artık temel unsurlar olmaktan çıktıklarını açıkladılar. Çünkü yeni bulunan bir bakteri türünün, canlılar için büyük bir zehir teşkil eden Arsenik içinde hayatta kalabildiği gibi, bu atomu, Hücre ve DNA sına da katarak yaşamını sürdürmektedir (Hücre içinde ATP çevriminde, DNA’sında ise, fosforun yerine bu elementi kullanmaktadır). Yetkililer, aynı zamanda bu durumun, yaşamın yeniden tanımlanması gerektirdiği de belirtmektedirler.        

Oysa bu olay, Darwinci evrimcilerin anlayışına göre yaşamın, canlılığın ne olduğunu, nasıl oluştuğunu bize açıklamamaktadır. Ancak tam tersine “Mutlak bir Bilincin” varlığını açıkça bizlere göstermektedir. Çünkü, eğer bütün canlılar için zehirli olan bir elementten canlılık oluşabiliyorsa, farklı atom ve bio-kimyasal işlevlerle de canlılık meydana gelebiliyormuş demektir. Bu da Canlılığın, Canlılık - Şuurluluk kavramının elementlerle kayıtlı olmadığının açık göstergesidir.

(3) Darwin’in görüşlerini temel alan Ateistler (Darwinci Evrimciler), gökte, ötelerde bir Tanrının ve Onun yarattığı sistemin var olmadığını, olamayacağını çok net olarak gördüler. Ancak ortada olan muazzam “Sistem ve Düzen” ile bunun özünde mevcut olan “Hakikati” görememekte ve yazılarımızda değindiğimiz üzere bununla ilgili konulara açıklık getirememektedirler. Ayrı bir deyişle “La İlahe” yi dillendiriyorlar ama “İllallah”  diyememektedirler. Dolayısıyla Kelimei Şahadeti dillendirememektedirler. Bu nedenle bazı bilim adamları ise, temelde “Mutlak bir Bilincin” var olması gerektiğini zorunlu olarak gördüklerinden, tüm var oluştaki sistem ve düzeni “Akıllı Tasarım” adı altında açıklamaktadırlar. Ancak bu görüş de yeni keşfedilmiş bir görüş olmayıp, yüzyıllar öncesinden Kuran ve Mistisizm tarafından açıklanmış gerçeklerden başka bir şey değildir. Dolayısıyla “Akıllı Tasarım” denilen şey gerçekte, “Fatır” olan Allah’ın İlminde tüm Kâinata ait olan Dataları (Esma bileşenlerini, gruplarını) ve işletim sistemini, belli bir program şeklinde var etmesi, yaratmasıdır.

 

 
 

Kenan Keskin
İstanbul - 08.12.2010
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com