“Gerçek
Vakumda” ortaya çıkan tanecikler ya birleşerek boşluğa
geri dönerler ya da birleşmeleri sonucu başka madde-anti
madde parçacıkları oluştururlar. Bunlar da birleşerek ya
ilk durumdaki taneciklere dönüşerek vakuma geri dönerler
ya da ikincil reaksiyonlarla başka başka parçacıklara
dönüşmek suretiyle aşamalı olarak vakumda yok olurlar
(burada oldukça karmaşık işlevler yer almaktadır).
Mesela en basitiyle boşluktan beliren bir foton çifti ya
yok olur ya da enerjileri yeterliyse bir
elektron-pozitron çifti oluştururlar. Onlar da
birleşerek fotonlara bölünmek suretiyle boşluğa geri
dönerler. Tüm bu var oluş ve yok oluşlarda parçacıklara
ait yük, kütle, spin, enerji, …vs. özellikler de hep
korunur. Yani bu işlevlerde, özellikler hep toplamda
sıfırı verecek şekilde sonuçlanmaktadır. Mesela, madde
parçacığın (+) enerjili, anti parçacığının ise, (-)
enerjili olup toplamda sıfır olması gibi. Bazı
durumlardaki, parçacıklar yok olup yeni tanecikler
oluşturduklarında, kendilerine ait olan bu özellikleri,
o taneciklere aktarırlar. Bunun yanında bu parçacık
ve reaksiyonlara ait tüm bilgiler, bu parçacık
dalgalanmalarının özü olan Boşluğa da kayıtlanmaktadır.
Sadece bunlar değil, kararlı parçacıklarla, kararsız
parçacıklar arasındaki etkileşimler ile kararlı
parçacıklara ait tüm bilgiler de vakumda sonsuza dek
kaybolmaksızın depolanmaktadır. Sonuç olarak, vakum
ortamındaki parçacık ve kuvvet alanlarının oluşturduğu
bu kuantum çorbasını daha derinlemesine incelediğimizde
burada, kaotik bir durumun ortadan kalkıp bunun yerine
muazzam bir dengenin, bir düzenin, bir bilinçli
yapılanmanın var olduğu ortaya çıktığına şahit
olmaktayız. Başka bir deyişle, bu bilinçli yapılanma, en
temel düzeydeki Mutlak Bilinç tarafından programlanmış
olarak meydana gelmekle kalmaz, aynı zamanda onlara ait
“datalar” da o Mutlak Bilincin bir boyutunda kayıt
altına alınmaktadır.
Boşlukta, daha doğrusu boşluk olarak ifade ettiğimiz,
fakat boşluk yerine sayısız sanal parçacıklarının
oluşturduğu etkinliğin özünde (bir alt boyutunda) var
olan bu Mutlak Bilinç nedeniyledir ki, hiçlikten açığa
çıkan elektron, pozitron, kuark, foton, gulon, …vs.
fermion ve boson çiftlerinin tamamıyla vakumda yok
olmalarına karşın bu hiçlikten, yine aynı yüke,
kütleye, spine, …vs. sahip aynı tür parçacıklar ve
reaksiyonlar meydana gelmekte ve bu durum şaşmaksızın
sonsuz kez tekrarlanmaktadır. Oysa her an hiçlikten
yaratılan ve hiçliğe geri dönen bu parçacıkların
oluşturduğu boşluktaki bu etkinliğin özünde bir Mutlak
Bilinç olmasaydı, tamamıyla kontrolsüz, rastgele,
…vs. olan böylesi bir ortamda bu denli düzenli bir şeyin
oluşması yüzde yüz imkansız olurdu. Farklı
deyişle, Hiçlikten, her defasında tamamen farklı
türde ve farklı kütle, yük, spin, …vs özelliğine sahip
parçacıkların açığa çıkmaları gerekirken böyle olmayıp
hep aynı tür ve özelliklere sahip tanecikler açığa
çıkmaktadır. Daha da ilginci, evrenimizin “gerçek
vakumdan” açığa çıktığı düşünülürse, parçacıklara ait bu
özelliklerin trilyonda bir değişikliği, evrenimiz
meydana getiremeyeceği de aşikâr görülmektedir (1).
Aynı şekilde devamlı yenilenen hücrelerimizdeki
atomların yerine gelen atomlar da hep aynı tür
atomlar olmakta, farklı bir atom yer almamaktadır.
Özetle, gerek vakum boyutunda gerekse de atom-molekül
boyutundaki atomlar öncekilerinin ne yaptığını çok iyi
bilir bir biçimde ortaya çıkmaktadırlar
(tesadüfçüler, tamamıyla bilimsel ifadelere dayanan
anlattığımız ve bundan sonraki açıklayacağımız
gerçeklerin hiçbirine açıklık getirememekte, bunu
kendileri de açıkça itiraf etmektedirler).
Zaten I. Bölümde de değindiğimiz gibi, kararlı
parçacıklar arasında anlık bağlantılar varsa aynı
biçimde hem sahte hem de gerçek vakumda var olan
parçacıklar arasında da doğal olarak zaman ve mekân
kaydı olmaksızın anlık bir bağlantı mevcuttur. Biraz
daha açarsak, parçacıkların o çok kısa süreler
içerisinde var olmaları ve yok olmaları sırasında
vakumdaki o andaki parçacıkların her birinin arasında
var olan bağlantılar gibi, daha önce ve daha sonra açığa
çıkan ve çıkacak olan tanecikler arasında da anlık
bağlantılar mevcut olup her bir tanecik tümün bilgisine
sahip olmaktadır. Bir önceki bölümde değindiğimiz,
evrenimizin her yerini dokuyan, dolayısıyla madde ve
enerjinin en küçük yapıtaşı olan kurtdeliklerinin, aynı
zamanda geçmiş ve geleceği de birbirine bağlayan kapılar
olduklarını göz önüne aldığımızda da yine bu durumun
varlığını görürüz. Dolayısıyla “BOŞLUK” da
“Holografik Özelliğine” sahiptir. Bu da, Bilincin temel
ve esas olduğunun, maddenin bir ürünü olmadığının açık
göstergesidir.
Bunu bir kenara bıraksak bile, Bilincin maddenin bir
ürünü olmadığını başka şekillerde de görebiliriz.
Bildiğimiz gibi, gözlemci ile gözlemlenen arasındaki
ilişkinin Kuantum boyutlarında oluşan bir etkileşimin,
daha doğrusu bir işlevin sonucu olması ve yine Kuantum
boyutundan başlamak üzere buradan taneciklere ve
sırasıyla atom, molekül ve nesnelere (maddesel
boyutumuza) kadar tüm varlığın mevcudiyetinin,
gözlemcilerin, yani yalnız ve yalnız şuurlu
varlıkların var oluşlarına bağlı olması, her şeyin
temelinde Bilincin olduğunu bize açıkça
göstermekteydi. Başka bir deyişle, nasıl ki algılanan
maddi nesneler, bilinçli algılayıcılar tarafından var
ediliyorlarsa, maddenin, enerjinin yoğunlaşmış bir
formu olması sebebiyle aynıyla enerjinin de aynı bilinç
tarafından yaratıldığını söyleyebiliriz. Bu yüzden
varlığın aslı madde olmadığı gibi, enerji de değildir
ve olamaz da. Ancak bilinç, enerjiyi yoktan
meydana getirmekle kalmaz ona yüklenerek dilediği
özelliklerini açığa çıkartır. Bu durum, hem birimsel
hem de evrensel anlamda böyledir. Bunun yanında bilincin
belli bir mekânının bulunmayıp madde ve enerji gibi
uzayda yer kaplamaması, her an her yerde olabilmesi, yer
alması (öyle ki, düşündüğün bir anda Ay da veya
Jüpiter’desin, bir anda Andromeda galaksisi ya da
evrenin herhangi bir boyutundasın, …vs.) bilincin,
madde ve enerjiyle kayıtlı olmadığının bir başka
göstergesidir. Zaten bilincin madde ve enerjiden
tamamen bağımsız olduğunu ve onun özündeki Kuantum Altı
Boyuta ait olduğunu gösteren bir yığın deneyin,
dünyanın önde gelen üniversitelerinde yine ünlü bilim
adamlarınca birçok kez ispatlandığını ilgili
yazılarımızda tüm detaylarıyla açıklamıştık.
Bu arada bazı bilim adamlarınca hiçlik kavramının
anlaşılmadığı ya da çok önemli bazı temel verilerin
üstünden atlanıldığı, değerlendirmeye sokulmadığı ortaya
çıkmaktadır. Çünkü hiçlik, hiçtir. Hiçlikte, hiçin
dışında bir şey olamaz. Bilinen ve bilinmeyen tüm
kavramlar hiçlikte varlığını tamamıyla yitirirler. Öyle
ki, Hiçlikte Hiçin, Hiçlik tanımı, kavramı bile
geçersizdir. Hiçe bir şey ekleyemeyeceğimiz gibi,
hiçten de bir şey çıkartamayız ve çıkamaz da. Bu nedenle
hiçlikten ancak hiçlik çıkar. Eğer hiç olarak algılanan
bir boyuttan varlık doğuyorsa, bu hiçlikte, bir “Mutlak
Bilincin” var olduğu anlamına gelir. Böylece, bir
boyuta göre hiçlik olarak görünen bu boyut, kendi
boyutlarında hiç değil, tamamen soyuttan ibaret ve
“sanal vakumun” kaynağı olan Mutlak Bilinçten başka bir
şey olmamaktadır. Ancak bu boyut tasavvufun işaret
ettiği “Mutlak Hiçlik” boyutu da değildir. “Mutlak
Hiçlik”, sonsuz-sınırsız Mutlak Bilincin de (“Salt
Data’nın” yani “Nokta’nın” da) özü olan ve tüm
kavramların geçersiz olduğu boyuttur, Zat Boyutudur.
Nefs Mertebeleri itibariyle, Bilincin en saf hali olan
Safiye Nefs mertebesidir. Mutlak Bilincin bile eridiği,
“Bilinçsiz Bilinç” durumu. Dolayısıyla her şey asıl
olarak Mutlak Hiçliğe dayanır, fakat buna rağmen tüm
bu şeyler “Mutlak Hiçlikte” yer de etmezler. Bu
boyutta var olan tecelliler bile, bilinmezliğin kendi
içindeki bilinmezliği ile olan şeyler olup bunlar ancak
hiçlikle anlaşılacak şeylerdir. Bu arada, hakkında
hiçbir şey söylenmenin mümkün olmadığı Zati (Mutlak
Hiçlik) boyutu, anlatım sadedinde, ona yaklaşım sağlamak
amacıyla bir alt boyuttan yani, Sıfat mertebesinden,
yenilen formatıyla söylersek “Data” boyutundan
anlatılmaktadır.
Konumuza geri dönersek, evrenin ve evrendeki yaşamın
tesadüfi olarak açığa çıktığını söyleyen birtakım
düşünen insanların tamamıyla bilimsel alt yapıdan yoksun
kendi inançlarını dile getirdiklerini daha önceden
de belirtmiştik. Üstelik bunu da eksik ve yanlış tarif
etmekte böylece birçok şeyi ya göz ardı ya da hasıraltı
etmektedirler. Çünkü olay, matematiksel olarak
imkansızlıkla eşdeğer olan bir şeyi tesadüfi olarak
kabul etmelerinin de çok çok ötesinde, her biri bu
dereceden imkansız sayılar içeren tesadüfler zinciri,
yani sayısız kez tesadüfler içinde tesadüf içinde
tesadüf içinde, …vs. benzer deyişle, tesadüf kere,
tesadüf kere, tesadüf kere, …vs. biçiminde olmakta ve bu
bile sayısız şekilde devam edip gitmektedir. Bir defa
Entropi kavramı, evrenimizin oluşması için başlangıçtaki
gaz ortamının belli noktalarda odaklanarak büyük
organize yapılar olan yıldız ve galaksilerin meydana
gelişine izin vermemekteydi. Bildiğimiz gibi Entropi
yasası, tersinmez bir biçimde sistemin düzensizliğinin,
organizasyon yapamamasının bir ölçüsüdür. Evrende
entropi daima artar, azalmaz. Mesela odanın bir
köşesindeki kolonyadan yayılan gazlar belli bir yerde
toplanarak sistemli bir düzen oluşturamazlar. Çünkü
evrende düzensizliğe doğru bir akış vardı. Dolayısıyla
tersine bir süreç gerçekleşemediğinden entropi kavramı
buna engel olmaktaydı. Buna başka bir örnek verirsek,
kapalı bir kutu içindeki gaz moleküllerini göz önüne
aldığımızda, bu gaz moleküllerinin kendiliğinden kutunun
bir noktasında bir araya gelme ihtimali 10 üssü (200) de
bir olmaktadır. Eğer günümüz evrenini oluşturan gaz
moleküllerini düşünürsek bu sayı, ifade bile
edemeyeceğimiz yine ayrı bir sonsuzlukla eşdeğer bir
sayı olmaktadır.
Ünlü fizikçi H. Boltzman da evrenin ilk hali olan gaz
yapısının, rastlantısal olarak bir araya gelerek
yıldızları ve galaksileri oluşturması için geçen zamanın
10 üssü (800) yıl olması gerektiğini belirlemiştir. Yani
sonsuz bir süreç. Oysa evrenimiz yaklaşık 13,5 milyar
yaşında olup böyle bir şeyin gerçekleşemeyeceğini
göstermektedir. Üstelik biz bunu, gezegenimizdeki
atomların, yeryüzündeki canlıları aşama aşama oluşturma,
günümüz yaşamını meydana getirme ihtimalini hesaba bile
katmaksızın söylüyoruz. Özetle, evren ta başından şu
ana kadar olan süreçte doğal ve en kolay yolu seçmek
yerine kendisinden beklenmeyen imkânsızlıkla eşdeğer
olan en zor yönü seçerek yani, imkânsızı imkân haline
getirerek şimdiki gördüğümüz düzeni oluşturmuştur.
Maalesef, etiketi ne olursa olsun bazı bilim adamları
evrendeki birçok olayın, yasaların ve evrenin kendisinin
tesadüfî olamayacağını gösteren onca matematiksel
ifadelere inanmak yerine, şaşılacak şekilde bilimsel bir
açıklama olamayan, olması da mümkün olmayan tesadüflüğe
inanmayı tercih ediyorlar.
Hem de evrenimizin çok çok ince bir ayarla ayakta
durduğunu görmelerine rağmen. Mesela, yük veya kütle ile
aralarındaki mesafelere bağlı olan kuvvet alanları öyle
hassas bir değerde bulunmaktadırlar ki, bunların yüz
binde, milyonda, …vs. bir farklı olmaları durumunda
evren diye bir şey olmazdı. Örnek olması açısından,
yüklü tanecikler arasında geçerli olan Elektromanyetik
kuvvetin, dolayısıyla yükün fazla ya da az güçlü oluşu
(-) yüklü (e) ların, (+) yüklü çekirdek arasındaki
dengeyi bozacağından, atomlar ve daha üst boyutlar
oluşmayacaktı. Aynı şekilde, evrenimizde (+) ve (-)
elektrik yükleri birbirine eşittir. Evrende toplam yük
değeri sıfır olduğundan, Elektromanyetik kuvvetten 10
üssü (12) kat düşük olan Kütle çekim kuvveti makroskopik
uzayda hakim olmuş ve evrenimizi şekillendirmiştir.
Eğer, güneş ile dünya pozitif yüklere nispetle 10 üssü
(36) da bir (yani, milyar kere milyar kere milyar kere
milyar kere de bir) fazlalıkla negatif yükleri
barındırmış olsaydı (tam tersi de doğrudur) bu yüklerin
sayısının sayılamayacak kadar çok olduğu göz önüne
alırsak elektriksel itme kuvveti, kütle çekim
kuvvetinden büyük olur, ne güneş sistemi ne de diğer
sistemler var olurdu. Yine aynı şekilde bizler,
vücudumuzdaki pozitif ve negatif yüklerinin eşit olması
dolayısıyla, varlığımızı sürdürebilmekteyiz. Eğer bu
yükler arasındaki farklılık mesela yüz binde bir fazla
ya da az olsa, vücudumuz ince bir şerit biçiminde
parçalara bölünür ve bu parçalar yıldızlar arası
boşluğuna yayılırdı.
Tek bir elektronun yük değerinin yüz binde, milyonda,
…vs çok küçük veya büyük olması durumunda da örneğin, ne
moleküller, ne kimyasal reaksiyonlar oluşur ne de
yıldızlardaki hidrojen ve helyum yanması gerçekleşirdi.
Böylece varlığın ve bizlerin oluşumunu sağlayan yüz
küsur sayıdaki atom da (elementler de) meydana gelmezdi.
Fiziki yapımızdan, yeryüzündeki fiziksel hareketimize
(yeteneklerimize) kadar üzerimizde etkili olan
kütle-çekim kuvvetine bakacak olursak, bu gücün de
milyarda bir değişikliği, yıldızların, dolayısıyla
termonükleer reaksiyonların ve sonuçta atomların
(elementlerin) oluşumunu meydana getirmezdi (2).
Ya da henüz kararlı parçacıkların oluşmadığı erken evren
dönemindeki plazmayı oluşturan madde-anti maddenin var
oluş ve yok oluşlarını göz önüne aldığımızda, eğer maddi
tanecikler, anti taneciklerden milyarda bir tane fazla
olmasaydı (üremeseydi) yine evrenimiz oluşmayacaktı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Kısacası, hem taneciklerin yük, kütle, spin
farklılıklarının hem de kuvvet alanlarının kendilerinin
veya birbirine olan orantılarının milyonda, milyarda bir
gibi çok çok küçük değişimlerden sadece bir tanesinin
değişiminin bile evrenin şu anki düzenli oluşumunu
tamamen ortadan kaldırması için yeterlidir (3).
Sadece bunlar değil, evrenimizin ilk plazma durumundaki
maddi parçacıklarının yani, fermion ve bosonların bir
birlerine göre sayıca oranları da çok hassas bir değerde
bulunmaktadır. Aynı durum vakum boyutunda da kendini
çeşitli şekillerde açıkça göstermektedir. Galaksiler
arası boşluk dalgalanmaları (alan gözüyle alan
dalgalanmaları) negatif basınç oluşturduğundan bu gök
adaları birbirinden uzaklaştırmaktaydı. Bu durum
boşluğun yoğunluğunda bir azalma meydana getirmesi
gerekirken böyle olmamakta yoğunluk kaybı her an
vakum tarafından karşılanarak daha fazla parçacık
üretilmekte böylece gerçek vakumdaki yoğunluk daima aynı
kalmaktadır. Ancak, uzayın genişlemesini sağlayan
“gerçek vakumdaki” parçacıkların var ve yok oluşlarıyla
meydana gelen parçacık dalgalanmaları, denklemleri
defalarca ispatlanan kuantum fiziğinin kurallarına göre
şaşırtıcı bir biçimde 10 üssü (120) kat daha düşüktür.
Bu ise o kadar hassas ve ince bir değerdir ki, ünlü
Nobel ödüllü fizikçi S. Weinberg, bu sabitenin bir hane
daha büyük olması halinde bile evrenin genişleme
hızındaki bu artış nedeniyle yok olacağını söylemiş ve
(kendisinin bir ateist olmasına rağmen) bunun da,
“evrenin bizlerin var olması için özenle yaratılmış
olduğunu açıkça ifade ettiğini”
belirtmiştir (oysa 120 hanelik bir sayının yanına bir
basamak eklemenin klasik boyutlarda hiçbir önemi yok
gibi görünmektedir).
Başka bir deyişle, Haisenberg’in belirsizlik ilkesine
göre uzay boşluğu içindeki parçacık oluşumlarının
hızı, evrenimizi, dolayısıyla yıldızları, gezegenleri,
bedenimizdeki ve evrendeki atomları, atom çekirdeklerini
dağıtacak kadar fazla olması gerekirken böyle olmayıp
bunun tam tersi olarak bu değerin oldukça düşük derecede
olması varlığın ve bizlerin oluşmasını sağlamıştır
(4). Gerçekten de bu öyle kritik bir değerdedir
ki, galaksiler arasında daha belirgin olan bu genişleme,
evrenin var oluşu ve hayatiyetini yüz trilyonlarca,
trilyarlarca, …vs. gibi uzunca bir süre devam
ettirmesine izin verirken, mekânsal anlamda Galaktik ve
altı boyutlarda, hele hele yaşadığımız mesafelerde bu
ihmal edilecek düzeyde olmaktadır. Eğer temelde bir
bilinç olmasaydı (ki, böyle bir şeyin olamayacağını
açıklamıştık) olay tamamen kontrolsüz olacağından her
defasında aynı tür parçacıkların tüm özelliklerinin
farklı değerlerde ya da başka başka taneciklerin
oluşması gerekliliğinin yanında, evrenin herhangi bir
aşamasında boşluktan tanecik üretimindeki hızın da
dengeli olamayacağından bu durum şu anki düzenin
oluşmasını imkânsız hale getirecekti. Yani, eğer
“Mutlak Bir Bilinç” olmasaydı bu kontrolsüzlük,
bilinmezlik, dengesizlik, her şeyin potansiyel olarak
muhtemel olması durumu, boşluktan açığa çıkan sonsuz
parçacıkların her an her yerinde bulunduğundan herhangi
bir anda böylesi mükemmel düzenin oluşması ve o düzenin
her an devamı tamamıyla imkânsız olurdu.
Kısacası, “Mutlak Bir Bilincin” olmadığı kaotik ortamda
denge diye bir şeyden bahsedilemeyeceğinden bu
kontrolsüzlük nedeniyle bu düzenin oluşması sonuç olarak
ihtimalin dahi ihtimal olmayacağı şekilde kesinlikle
mümkün değildir. Bu çok ince hassas dengeye bir
başka açıdan dikkati çeken ünlü fizikçi Paul Davies de,
big-bang’ in birinci saniyesinde evrenin genişleme
hızında, şiddetinde, (haliyle ortamdaki tanecik miktarı
ve sıcaklık değerin de) milyar kere milyonda bir
oranındaki bir farklılığın, bu farklılığın az veya çok
olma durumuna göre, evrenimizi ya çok hızlı genişleterek
dağıtacağını ya da kendi üzerine çökerterek bir
karadelik halinde yok edeceğini belirtmiştir. A. Guth
ise, bu hassas dengenin bilinenden 10 üssü (40) kat
daha fazla yani, 10 üssü (55)’ de bir olduğunu
hesaplamıştır (5). Görüldüğü üzere sadece
bilimsel verilere baktığımızda bile evren, mucizevi
değil, mucizeler zinciri ile her an varlığını devam
ettirmektedir.
Evrenin var oluşu ve varlığını devam ettirmedeki bu ince
hassas durum, yaklaşık bin dört yüz yıl önce Kuran’da
açıkça
“Göğü biz kurduk, şüphesiz onu biz genişletmekteyiz”
(51/47) / “Gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükselten…”
(13/2) / “ Göğün nasıl yükseltildiğine hiç
bakmıyorlar mı?” (88/18) / “ O Göğü yükseltmiş
ölçüyü, teraziyi koymuştur” (55/7) / “O, yedi
göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında
hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak!
Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?
Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak
ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin hâlde sana
dönecektir” (67/3-4)
şeklinde belirtilerek, Semanın boyutları olduğunu,
Sema’nın hem mekânsal hem de boyutsal anlamda
derinliğine bakmamızı, en ince ayrıntısına kadar didik
didik irdelememizi belirterek yukarıda da söylediğimiz
gibi Semanın (dolayısıyla boyutlarının) çok ince,
hassas bir ayarla mevcut olduğunu, en ufak
zerresinde, hiçbir değer, önem arz etmediği noktasında
bile eksik ve kusurun bulunmadığını, bir düzensizliğin,
kaosun olmadığını, asla olamayacağını açık ve kesin bir
dille söylemektedir. Bununla birlikte, ancak 20. yy.
bilimiyle tespit edilebilen bir gerçeği 1400 küsur yıl
öncesinden bildirerek, evrenin genişlemekte
olduğunu,
“Göğün direksiz yükseltildiğini”
vurgulayarak da göğün somut, görünen, hemen tespit
edilebilen bir güçle değil, görünemeyen soyut bir güçle
ayakta durduğunu ve genişletildiğini belirtmektedir
(5). Gerçekten de anlattığımız gibi her an
daha , ama yeterli düzeyde ince ayarlanmış şekilde
üreyerek (yaratılarak) evrenin genişlemesini
sağlayan ve “Beşinci Element ya da Kuvvet” olarak
nitelendirilen Vakumdaki bu parçacıklar, çok kısa
süreler içinde var olup hemen yok olmaları sebebiyle,
gerçek parçacıklardan farklı olarak “sanal
parçacıklar” olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
(Yararlanılan Kaynaklar: Hz. Muhammed’in Açıkladığı
Allah, Tek’in Seyri, Kendini Tanı, Yenilen – Ahmed
Hulusi/ Zamanın Kısa Tarihi – S. Hawking / S. Hawking’in
Evreni – John Boslough/ Kuantum Benlik – Danah Zohar /
Evreni Dokuyan İplikler Süper Sicimler, Hiçlik Denen Yer
- Zeynep Camat / Tanrı ve Fizik- Yrd. Doç. Dr. Ferit
Uslu)
(1)
Evrenimiz, Planck zamanı ile bir veya birkaç saniye
arasında, “Gerçek vakum” içindeki devamlı var olup yok
olan taneciklerden ibaretti. Bu yüzden
evrenin bu dönemindeki plazma durumunda kararlı
parçacıklar bulunmamaktaydı. Bilinen, kararlı maddeyi
oluşturan temel tanecikler yani, elektronlar, kuarklar,
nötrünolar, fotonlar, …vs. o ilk anlarda kararsız yapıda
olup bir anda var olup yokoluyorlardı (bunu alanlar
olarak da düşünebiliriz). Ancak sıcaklığın düşmesiyle
bunların içinden çok azı kararlı hale geçerek
günümüzdeki evrenimizi meydana getirmiştir. Bu nedenle,
evrenimiz bir anlamda “gerçek vakumdan” meydana
gelmiştir diyebiliriz
(2)
Bu durum Güçlü ve Zayıf nükleer kuvvetler için de ayrı
ayrı geçerli olup bunlardaki aynı türden değişimler
olması durumunda da, yine ne atomlar ne de varlık
dediğimiz şey meydana gelirdi.
(3)
Güçlü nükleer kuvvet, Zayıf nükleer kuvvetin yaklaşık
bin katı iken, Elektromanyetik kuvvetten bir trilyon
kat, yerçekimi kuvvetinden de 10 üssü (39) kat daha
büyüktür (Yani, on trilyon kere on trilyon kere on
trilyon kat).
(4)
10 üssü (55) demek, 1’ in yanına 55 tane sıfır koymak
demektir. Mesela 100 milyon: 10 üssü (8), 1 milyar: 10
üssü (9), 100 trilyon: 10 üssü (14) dür. Dolayısıyla, 10
üssü (14), 10 üssü (8) in, 1 milyon katı olmaktadır.
(5)
Cern’deki ünlü parçacık hızlandırıcılarıyla yaptığımız
deneylerle bizler, gerçekte Sema’nın (Uzayın) belli
boyutlarındaki katmanlarına bakmaktayız. |