Evrenin,
çok, ince hassas bir dengede var oluşunu sürdürmesinin
birçok göstergesi daha bulunmaktadır. Bunlardan biri de
“Büyük Patlamanın” ya da “Şişmenin” ilk anlarında belli
bir sıcaklık değerine tekabül eden plazmadaki Hidrojenin
(H), Helyuma (He) dönüşme miktarındaki orandır
(sabitidir). Eğer bu değer de binde bir daha az olsaydı
atom çekirdeğini meydana getiren nükleer kuvvetler,
nötron ve protonu birleştirip atom çekirdeği oluşturmaz,
evren sadece tek protonlu olan (H) atomundan ibaret
olur, diğer atomlar (elementler) da var olamazdı. Ya da
binde bir fazla olsaydı bu sefer de nükleer füzyon
reaksiyonları (H)’nin çoğunu (He)’a çevirir, evren (He)
gazından ibaret olurdu. Sonuçta yine canlıların en temel
elementi (H) ve diğer elementler
oluşamazdı. Bununla birlikte, evrenimizin
yoğunluğu genel anlamda her yerde aynıdır. Yani,
homojendir. Ancak yerel anlamda (küçük ölçeklerde)
homojen olmayan yoğunlaşmalar (düzensizlikler)
bulunmaktadır. Bu düzensizlik durumunun matematiksel
oran ifadesi, yüz binde birdir (0,000001). Bu ise, arka
alan ışıması dediğimiz mikrodalgaların ölçümlenmesiyle
elde edilmektedir
(1).
Eğer bu ifade birazcık küçük olsaydı, evren çok daha
fazla homojen olacağından evrenin bir aşamasındaki gaz
halindeki yapısı belli noktalarda yoğunlaşarak
(topaklanarak) galaksi ve yıldızları oluşturamayacaktı.
Bu oran birazcık daha fazla olsaydı evrenin
düzensizliği, yani homojenliği daha da fazla
bozulacağından bu sefer de çok daha büyük gökada
yığınları, yani günümüzde olanlardan da çok büyük dev
galaksiler oluşurdu. Böylesi kütleler de, çok kısa
sürelerde karadeliğe dönüşeceğinden doğal olarak bu tür
bir evrende güneşimiz gibi bir yıldızın ve gezegen
sisteminin varlığı kesinlikle imkânsız olurdu.
Bilincin madde olamayacağına ve onun özü olduğuna
ilişkin bir başka örnek de, beynimizdeki,
vücudumuzdaki ya da diğer tüm canlılardaki atomların,
toprak gibi cansız olarak değerlendirdiğimiz
nesnelerdeki atomlarla aynı olmasına karşın, ilkinde
bilinçlilik, canlılık söz konusu olmasına karşın,
ikincisinde böyle bir şeyin oluşamamasıdır. Bununla
birlikte, cansız parçacıkların birbirleriyle
birleştiğinde ya da biri diğerine dönüştüğünde bu
cansızlık durumu yine aynı şekilde devam ederken,
vücuda giren cansız atomlar tamamen farklı bir şekilde
davranış sergileyerek canlı yapıya dönüşmekte, sonuçta o
canlının canlılığını ayakta tutabilmektedirler.
Hatta daha da önemlisi, düzensizliğe doğru hareket eden
bir evrende, bunun tamamen aksine canlı oluşumu ve
canlılar içerisinde de en aşağı düzeydeyken en
mükemmeline doğru bir dönüşüm oluşabilmektedir.
Bizler topraktaki atomları bir araya getirip
molekülleri meydana getirebilsek bile, hiçbir zaman onu
komplex (karmaşık) bir yapıya dönüştüremez en önemlisi
de kesinlikle ona can veremez, canlılığı oluşturamayız.
Demek ki canlılığı meydana getiren şey maddi bir şey
olmayıp ondan tamamen ayrı bir şey olmasa da onun
özünde, boyutsallığında var olan soyut bir şey yani,
Bilinç olduğu açıkça görünmektedir.
Zaten bugüne kadar canlılık oluşturulamadığı gibi,
oluşturulamayacaktır da. Bugün tesadüfçüler
cansızdan canlıya geçişi, canlılık olayını
açıklayamadıkları gibi hiçbir zaman da
açıklayamayacaklardır. Çünkü olay, bu türden
açıklanabilecek bir şey değildir. Ayrı bir deyişle,
cansız bir şeyden canlılığa geçiş olasılık kavramı
içeren bir şey değildir. Yani, olasılıklar içinde var
olan ihtimalli bir durum değildir. Böyle bir şeyin
ihtimali olmaz, olamaz. Yine aynı şekilde mesela,
kendini bilmeyen, tanımayan, farkında olmayan bilinçsiz
bir şeyin (ki zaten
materyalistler de ne işin başında
varlığı
mümkün olmayan böyle bir şeyi, ne de bunun neden olduğu
bir çok soruyu açıklayabilmektedirler),
bilince ait bir özelliği kullanarak varlığını sürdürmesi
amacıyla hücrelerinin kendisini kopyalaması, bozuk olan
yönlerini işlevleri geçersiz kılacak savunma
mekanizmalarını geliştirmesi, o varlığın üreme yapması
veya çevreyi algılaması, tanıması amacıyla duyu
organlarını geliştirmesi, insanı göz önüne alırsak, göz,
kulak, dokunma, tat ve koku, …vs gibi algılayıcıları
oluşturması ya da başka bir açıdan, D.N.A ‘nın veya tek
bir Hücrenin bilgiyi kodlaması, depolaması, kopyalaması
(çoğalması), bilgiyi iletmesi, çok karmaşık işlevlerde,
bulunma sistemine sahip olması, az önce de dediğimiz
üzere kendiliğinden oluşan doğal süreçler veya
ihtimal kavramını içeren türden şeyler değildir. Ancak
bir Bilincin mevcudiyetiyle var olabilecek şeylerdir.
Üstelik bu ihtimaller zinciri, matematiksel olarak da
imkânsızlıkla eşdeğerdi. Keza bizimkisi gibi düzenli bir
evrenin oluşması için ihtimalinin olmadığını söylerken
de bir olasılık durumunun söz konusu olamayacağını, tüm
bunların en temel noktada “Mutlak Bir Bilinç” tarafından
tasarlanarak ortaya konduğunu anlatmaktayız. Görüldüğü
gibi, evrimin gerçekleşmesi için varlığın
ötesinde değil, Özünde, Özü olan “Mutlak Bir Şuurun”
varlığı görülmektedir (burada İslam Mistisizminin
bahsettiği “Mutlak Bilincin, ne teizmin, ne deizmin, ne
panteizmin ne de materyalizmin bahsettiği bir Bilinçle
ilgisi vardır. Diğer makalelerimizde epeyce fazla
açıkladığım bu konuya ileride tekrar değineceğim). Bu
sebeple yapılabilecek şeyler sadece, zaten var olan
şeyler üzerindeki oynamalardır ki, ayette, kendi
terkipselliğini bir tanrı– ilah olarak kabul edenlere
karşı,
“Ey
insanlar! Bir ibretlik misal verildi; onu dinleyin...
Allah dûnunda yöneldikleriniz, bir araya toplansalar
bile, bir sinek dahi yaratamazlar! Sinek bile onlardan
bir şey kapsa, onu sinekten kurtaramazlar... İsteyen de
istenilen de âcizdir! (22/73)”
denerek açıkça bu duruma işaret edilmektedir
(bkz. “Yerler, Gökler ve Kıyamet- 6”, “Din- Bilim Soru
Ve Cevapları - 4, 12” ).
Yine temelde Mutlak Bir Bilinç olmasaydı, bildiğimiz
birçok şey meydana gelemezdi. Mesela, sonsuz bir
potansiyele sahip bir boyuttan, çok çok fazla sayıda
veya beklenileceği gibi sonsuz boyutlu bir yapı açığa
çıkması gerekirken böyle olmayıp sözü bile
edilmeyecek bir biçimde (3+1) 4 boyutlu veya daha derin
düzeyden 10, 11 boyutlu bir evrenin oluşması ya da
sayısız yani, bin, yüz bin, milyon, …vs. temel kuvvetin
olması gerekirken bunun tam tersi olarak dört temel
kuvvetin ortaya çıkması veya aynı şekilde evrenin
sonsuz sayıda, en iyisiyle sayısız parçacık türünden
meydana gelmesi gerekirken böyle olmayıp imkânsız
bir biçimde bir elin parmakları kadar sayıdaki
taneciklerden kurulması da kesinlikle Temelde Bir
Bilincin var olduğuna, ayrı bir deyişle, Mutlak Bir
Bilinç olmaksızın bu türlü şeylerin var olamayacağına
işaret etmektedir. İleride detaylı göreceğimiz gibi
evrende var olan yasaları da bu şekilde
düşünebiliriz. Şimdi bunlardan ilk ikisini daha detaylı
irdelemeye çalışalım.
Bildiğimiz gibi, dört boyutlu evrenimiz, üç boyutu uzay
(mekân), bir boyutu ise, sanal olduğu için görünmeyen,
ama etkilerini somut olarak hissettiğimiz zaman
boyutundan oluşmaktaydı. Eğer bu böyle olmasaydı
gördüğümüz evren ve yaşam kesinlikle oluşamazdı. Eğer
evrene Sicimler (Stringler) olarak bakacak olursak
Stringlerin 10 veya 11 boyutlu olmasına karşın,
yaşamımızın oluşabilmesi için 6 veya 7 boyutu Planck
boyutlarında kıvrılmış olup 4 boyutu ise, açılarak
görünen evren ve düzeni meydana getirmiştir. Bu arada
evrenin her bir noktasında kıvrılmış olarak mevcut olan
bu boyutlar, dört boyutlu uzay zamanımızdaki yasları
belirlemekte ve her an onu etkilemektedirler (Stringlere,
ileride daha detaylı bir yazı dizisinde değinmeye
çalışacağım). Böyle olmasaydı yaşam oluşamaz dedik,
çünkü eğer uzay tek boyutlu olsaydı mesela, kuantum
fiziğinin yasalarını bu boyuta uyguladığımızda, tanecik
çarpışmalarındaki parçacıklar etkileşime girmeksizin
birbirleri içinden geçer böylece, daha baştan maddeleşme
haliyle, evren ve canlılar oluşamazdı. Bunu es geçsek
bile canlılar hep sınırlı olarak yaşar sadece ileri geri
hareketlerinden dolayı biri diğerini asla geçemezdi,
…vs. Ve daha birçok şey oluşamaz, yaşamın da bir anlamı
olamazdı. İki boyutlu uzayda yaşasaydık mesela, (teldeki
akım şeklinden farklı olarak) elektriksel akım ağı olan
ve yaklaşık yüz milyar nöronun üç boyut içinde
düzenlenmesiyle oluşan beyinsel fonksiyonlarımız, iki
boyutlu uzayda gerçekleşemeyeceğinden böylesi boyutlarda
yaşam oluşamayacaktı (bu durum, diğer organ ve işlevleri
için de geçerlidir). Üstelik başka sorunlar da gündeme
gelir, örneğin, ağzımızla makat arasındaki bağlantı
boşluğu o varlığı ikiye bölerdi. Bunun yanında, bedende
bulunan damarlar da benzer sorunlar oluşturacağından,
yaşam hiç oluşamayacak ya da bunları görmezden gelsek
bile, hayat insanın birçok yeteneğini, özelliğini ortaya
koyamayacak şekillerde olacağından yaşam çok çok farklı
ve bir o kadar da tuhaf, saçma olacak, yine yaşamın
anlamı olamayacaktı. Sonuçta, canlılığın var oluşu için
üç boyutlu evrenin varlığı yüzde yüz şart olmaktadır.
Eğer uzay boyutu üçten fazla olsaydı bu sefer de kütle
çekim kuvveti, (nesnelerin kütleleriyle birlikte)
nesnelerin arasındaki mesafenin, içinde bulunduğu
boyutun bir eksiği kadar üssel sayıda ters orantılı
olduğundan, diyelim ki, üç boyutlu uzayda mesafe üç
katına çıkartıldığında kuvvet (3’ ün ikinci kuvveti) 9
kat küçülürken, dört boyutlu uzayda 27 kat, beş boyutlu
uzayda ise 81 kat, …vs. azalırdı. Böylesi bir evrende de
dünyanın yörüngesi kararsız (dengesiz) olacağından
dünya, yörüngesinden saparak ya güneş sistemi dışına ya
da güneşin içine düşerdi. Çünkü gezegenler öyle hassas
bir biçimde dizilmişlerdir ki, birindeki küçük bir sapma
diğerlerini de aynı şekillerde etkileyerek onların da
sapmalarına neden olurdu. Bu hassaslık nedeniyle dünya,
güneşe çok çok az yakın olsa kavrulurken, aynı oranda
uzaklaşması durumunda da donar, yaşam oluşamazdı. Bu
durum yüklü parçacıklar arasındaki kuvvetlerde de
geçerli olduğundan yine daha büyük boyutlarda
elektronlar ya yörüngelerinden çıkar ya da atom
çekirdeğine düşerlerdi
(2).
Böylece atom, dolayısıyla molekül, hücre ve kısacası
nesneler ve canlılar oluşamazdı. Eğer zaman boyutu da
birden fazla olsaydı rahatlıkla anlayacağınız üzere yine
sistem diye bir şey oluşamazdı.
Sonuç olarak boyutlarla, görünür düzen arasında çok
ince bir ayar bulunması nedeniyle, boyutların fazla
oluşunun dört temel kuvvet alanı üzerinde çok büyük
etkileri olduğundan mesela kuarklar, ne mezonları ya
da proton ve nötronları, ne de (atom çekirdeğini
oluşturan) proton ve nötronlar, elektronlarla birlikte
atomları meydana getirebilirdi. Haliyle, bunun üstündeki
boyutlar ve canlılar da var olamazdı.
İkinci olarak, şu anki evrenimizin ortaya çıkması için
“Gerçek Vakumdan” hangi parçacıkların kararlı hale
dönecekleri bile çok çok önemli olduğundan, bunların
da önceden belirlenmiş olduğu kesin bir biçimde
görülmektedir. Şöyle ki, Big-bang’in hemen
sonrasında üç tür parçacık ailesi bulunmaktaydı. İlki,
evrenimizi oluşturan maddenin temel yapı taşlarıdır.
Yani evrenimiz bu temel taneciklerden meydana gelmiştir.
Bunlar (u) ve (d) kuarkıyla, elektron ve elektron
nötrinosudur. İkinci tür aile ise, (s) ve (c) kuarkı ile
müyon ve müyon nötrinosu iken, üçüncü tür parçacık
ailesi de, (b) ve (t) kuarkları ile taun ve taun
nötrinosundan oluşmuştur. Bu arada sırasıyla her bir
tanecik ailesi bir öncesindeki ailenin taneciklerinden
kat be kat daha da ağırdır (Bkz. Birleşik Alanlar
Teorisi I ve II). Ya bilemediğimiz sayısız parçacıkların
kararlı duruma geçememiş oluşunu düşünürsek, bu hassas
dengenin oluşumunu daha net anlayabiliriz. Bu son iki
tanecik ailesi şu anda evrenimizde bulunmamaktadır.
Ancak yüksek enerji laboratuarlarındaki deneylerle
ortaya çıkarlar. Bunlar çok kararsız tanecikler olması
sebebiyle de hemen bozunuma uğrayarak yok olurlar. Aynı
şekilde, evrenin yaratılışının hemen sonrasında yer
almış olsalar da, ya tamamen yok olarak ya da çok
kısa yarı ömürlerine sahip olmaları nedeniyle hemen
ilk tanecik grubuna bozunarak meydanı tamamıyla daha
hafif olan bu birinci tür tanecik ailesine
bırakmışlardır. Eğer ikinci ve üçüncü aileden
biri veya her ikisi evrende bulunmuş olsa ya da
maddeleşmelerde bunlar da yer alsaydılar yine bugünkü
yaşam kesinlikle oluşamazdı. Çünkü ne maddenin
biçimi, ağırlığı ne de kuvvet alanlarının durumu
bunların oluşumuna izin verirdi. Dolayısıyla evrenin
hangi noktasına bakarsak bakalım her bir durumda
evrenin var oluşu ve hayatiyetinin devamının, her an
pamuk ipliğine bağlı olduğunu, yaşamın ve Bilincin açığa
çıkması amacıyla özenle yaratıldığını görmekteyiz.
Bununla birlikte, her şeyin Özünde “Mutlak Bir Bilinç”
olmasaydı, bizim evrenimizin diğer evrenler içinde var
olması yaşam bulması da imkânsız olurdu. Çünkü bilimsel
olarak da ispatlandığı üzere Kuantum fiziğine göre
tüm parçacıklar ve dolayısıyla boyutlar arasında zaman
ve mekân ötesi ışıktan hızlı anlık bağlantıların varlığı
söz konusuydu (uzay ve zamana bağlı olmayan bağlantılar,
ne şekilde olursa olsun evrenlerin birbiriyle
iletişimsizlik durumunu ortadan kaldırır). Bunun
yanında sayısız farklı boyutlardaki evrenlerin varlığı
da yine bilimsel yasalar gereği ortaya konulmuştur. Bu
nedenle temel düzeyde “Mutlak Bir Bilincin” varlığını ve
açıkladığımız daha birçok şeyi bir an için göz ardı
ederek düşünsek bile, açığa çıkan evrenlerin çoğunda
kaotik bir durum olacak ve bu sayısız evrenlere ait olan
bu kaotik durum da, uzay-zamandan bağımsız anlık
bağlantılar vasıtasıyla bizim evrenimize yansıyacaktır.
Yansıyan bu etkileşmeler ise, zaten her an pamuk
ipliğine bağlı olarak ince bir ayarda yaşamını sürdüren
evrenimizdeki bu düzeni çok güçlü bir biçimde ve
derinden etkileyeceğinden onu çok rahatlıkla yok ederdi.
Oysa durum hiç de böyle olmayıp tam tersine milyarlarca
yıldır anlata geldiğimiz ince ayarın hiçbir şekilde
etkilenmediğini açıkça görmekteyiz. Ayrıca bu
durum, diğer evrenlerde de kaotik durumların söz konusu
olmadığını, olamayacağını, onların her birinde de sistem
ve düzenlerin var olduğunu açıkça bize göstermektedir.
Bu arada, yeryüzünde yaşam için kuantum boyutları
dışındaki boyutlarda da birçok faktör bulunmaktadır. Bu,
hem kendi boyutlarındaki hem de öz boyuttaki faktörler
zincirleme birbirleriyle bağlantılı olması nedeniyle de
birinin farklı oluşu, tümü etkileyerek yaşamın
oluşmasına engel teşkil etmektedir. Mesela, Ay’ın,
atmosfer ve canlılar başta olmak üzerine Dünya’ya olan
birçok etkisi, diğer gezegenlerin boyutları ve konumları
(öyle ki, güneş sistemindeki gezegenler birbirleriyle
hiçbir biçimde çarpışmayacak şekilde hareket
etmektedirler) veya Dünyanın maddesel boyutları ve
güneşe olan uzaklığı ile güneşin diğer yıldızlarla olan
konumu ve galaksinin merkezine olan uzaklığı da bizlerin
varlığı için özenle seçilmiş durumdadır. Örneğin,
dünyadan yaklaşık iki yüz bin kat büyük olan Jüpiter’in
kütlesi bize yönelen göktaşlarını kendine çekmekte ya da
onların yörüngelerini değiştirerek dünyamızı çok büyük
ölçüde korumaktadır. Eğer yıldızlar arası ortalama
mesafe daha az olsaydı, yıldızların kütle çekim etkisi
gezegenlerin yörüngelerini etkileyerek gezegenleri
ortadan kaldırırdı. Dünya atmosferinin varlığı ve
buradaki yaşam için gerekli olan gazların oranı bile,
dünyanın boyutlarıyla (kütlesiyle) direkt bağlantılıdır.
Aynı şekilde kendi var oluşuna kaynaklık eden nedenlerle
birlikte yer kabuğunun kalınlığı ya da manyetik alanının
gücü veya hava basıncı bile, yaşam için özenle
oluşturulmuştur.
Bununla birlikte güneşimiz, eğer galaksinin merkezine
yakın yerlerde olsaydı, güneş sistemimiz hem, bu bölgede
çok yoğun bulunan gamma ışın yağmuruna maruz kalırdı hem
de, galaksi merkezinde yer alan (güneşin yaklaşık üç
milyon katı büyüklüğündeki) karadeliğin uyguladığı kütle
çekimi ile galaksi içi hızı artardı ki, böylesi bir
ortamda da yeryüzünde yaşamı oluşturacak hiçbir etmen
meydana gelemezdi. Güneşimiz, büyük yıldızların süper
nova patlamaları sonucu karadeliğe dönüşmesi sırasında
oluşan gamma ışın patlamalarından da etkilenmeyecek
derecede uygun konumda hareket etmektedir. Eğer
süpernovalar daha uzak olsaydılar, patlama sonucu
çevreye yayılan elementler daha büyük bir bölgeye
dağılacağından yeni yıldızların ve gezegenlerin oluşumu
da söz konusu olamayacaktı. Bizim güneşimiz de, bir
önceki büyük bir yıldızın süpernova patlaması sonucu
uzaya yayılan elementlerinden oluşmuştur. Özetle,
Klasik fizik boyutlarında da her şey çok ince hassas bir
denge üzerinde oturmuş olup örnekleri çoğaltmak da
mümkündür.
Şimdi yine Kuantum boyutlarına geri dönüp “gerçek
vakum” içindeki bu sanal parçacıkların, varlığımızı ve
evreni oluşturan gerçek (kararlı) parçacıklara, haliyle
madde ve kuvvet alanlarına olan etkisinin, evreni her
an neredeyse dağılacakmış, yok olacakmış şeklinde nasıl
bir hassas ayarda ayakta tuttuğunu başka örneklerle
incelemeye çalışalım. Bunlardan ilki, bildiğimiz gibi
Klasik fiziğe göre, mesela bir Hidrojen atomunda
çekirdeğe en yakın yörüngede bulunan bir elektron,
çekirdekle arasında olan elektromanyetik kuvvet
etkileşimi sonucu (ivmelenen yüklerin dalga yayması
ilkesinden) ışıma yapması, haliyle enerji kaybetmesi
yüzünden çekirdeğe düşmesi gerekirdi. Oysa durum hiç de
böyle olmayıp yörüngedeki hareketine devam etmektedir.
Buna kuantum fiziği açısından mantıklı açıklamalar
yapılmıştır ancak önde gelen bazı bilim adamları o
açıklamanın da nedeni olarak, elektronun her an ışıma
yaptığını fakat ihtiyaç duyduğu enerjiyi ise, her an
vakumdan çekmesi ve bunu vakuma geri vermesi ya da
Vakumun bu enerjiyi vermesi ve geri alması şeklinde
açıklamaktadırlar. Böylece vakumdaki parçacıklar
sayesinde başta Hidrojen atomu olmak üzere diğer tüm
atomlar dağılmaksızın her an varlığını korumaktadırlar.
Diğeri ise, …
(Yararlanılan Kaynaklar:
Zamanın Kısa Tarihi, Karadelikler Ve Bebek Evrenler – S.
Hawking / Evren Ve Yaratılış – Prf. Dr. Cengiz Yalçın /
Hiçlik Denen Yer – Zeynep Camat)
(1) Kozmik Mikrodalga Arka Alan Işıması, evrenin
ilk anlarından beri plazma ortamında hapis bulunan ve
yaklaşık 300 bin yıl sonra, zamanla genişleyerek soğuyan
evrendeki ilk Hidrojen atomlarının (gazının) oluşmasıyla
birlikte boşluktan tüm uzaya yayılan ışımadır (daha
öncesinde bu dalgalar, elektron ve protonların bir araya
gelmesini engelliyordu). Evrenin her yönüne eşit şiddet
ve hızda yayılan bu dalgaların, günümüzde 5,7 cm lik
dalga boyuna kadar inmiş yani, radyo dalgalarına
dönüşmüş olması da, evrenin homojen olduğunu, evren
sıcaklığının donma noktası olan Mutlak Sıcaklığın sadece
3 derece üzerinde (- 270 derecede) bulunduğunu bize
söylemektedir. Böylece evren, yayılan bu ışıma
dolayısıyla önceleri kızıl bir görünümdeyken, zamanla
genişleyip soğuması ve dolayısıyla ışıma frekansının
düşmesi nedeniyle de bu elektromanyetik dalgalar yavaş
yavaş solarak görünmeyen banda geçmiş ve sonunda evren
karanlık hale bürünmüştür (Bkz. Dalgalar Ve Özellikleri
– 4).
(2) Üç boyutlu uzay içinde iki yüklü tanecik arasındaki
kuvvet de, yük değerlerinin çarpımıyla doğru, yine aynı
şekilde içinde bulundukları boyut sayısıyla bağlantılı
olarak aralarındaki mesafenin ikinci kuvvetiyle ters
orantılıdır. |